Filozoflar Ne Diyor İslam Ne Yapıyor?

İnsanlık tarihi boyunca hiçbir filozofun görüşlerini hayatına tatbik ederek saâ­det ve selâmete ermiş bir toplum gösterilemez. Onların öne sürdükleri fikirler, yaşanması mümkün olmayan kuru nazariyelerden ibaret kalmış ve umûmiyetle kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitaplarda hapsol­maya mahkûm olmuştur. Hayata intikâl ettirilmek istenen bâzıları ise yeryüzünü kan ve gözyaşıyla sulamaktan başka bir işe yaramadan, kısa bir müddet sonra tarihin çöplüğüne atılmışlardır.

Aristo, ahlâk felsefesinin birtakım kânun ve kâide­lerinin te­melini atmış olmasına rağmen, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saâdete kavuşmuş tek bir kişi göremeyiz.

Eflâtunʼun “Cumhuriyet” adlı ütopyası da, hayâlî bir devlet tasavvurundan öteye geçememiştir.

Yine İslâm âleminde yetişmiş olmasına rağmen, felsefeye ağırlık vermiş olan Fârâbî’nin, hayâlinde canlandırdığı “güzel şehir ve ideal top­lum”a dâir fikirlerini ihtivâ eden “el-Medînetü’l-Fâdıla: Fazîletler Şehri” adlı en mühim eseri de, hiçbir tatbik imkânı bulamamıştır. Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilecek özelliklere sahip olamamıştır.

Bunun Batıʼdaki en tipik misâli olan Nietzsche (Niçe) bir “super human” yani ideal insan tasavvuru yapmıştır. Lâkin onun böyle bir insan için tasvîr ettiği meziyetler, numûne-i imtisal, yani emsal alınacak örnek şahsiyetlerden ve hayata tatbik imkânından mahrum bir nazariyeden/teoriden ibâret kalmıştır.

Hâlbuki İslâm, peygamberlerin örnek hayatı gibi fiilî kıstaslara ve davranış mükemmelliğinin müşahhas ölçülerine sahip, ideal bir sistemdir. Hak-bâtıl, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi vasıflar, âdeta birer etiket gibidir. Bunları, istediğiniz tavır hakkında kullanabilirsiniz. Lâkin bu etiketlerin, amelî/fiilî misallerle desteklenmedikçe, yanlış tavırlar hakkında kullanılma ihtimalleri her an bâkî kalır.

Hâlbuki Allah Teâlâ, Peygamber Efendimizʼi bir toplum içindeki en âciz fert olan “yetim çocukluk”tan “devlet reisliği” ve “nebîlik” gibi en yüksek kademeye kadar yükselterek hayatın her türlü tezâhürü hakkında Oʼndan sâdır olan mükemmel davranışları, beşeriyet için birer fiilî kıstas, yani davranış ölçüsü ve hayat düstûru kılmıştır.

Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼi de bir anda veya kısa bir sürede değil, Sevgili Rasûlʼünün 23 senelik nübüvvet hayatında peyderpey inzal buyurmuştur. Her inen ahkâm âyeti, evvelâ “üsve-i hasene”, yani emsalsiz örnek şahsiyet olan Peygamber Efendimiz tarafından tatbik edilerek, ümmete canlı bir şekilde şerh ve îzah edilmiştir.

Kurʼân-ı Kerîm gibi, Peygamber Efendimizʼin davranışlarındaki bu mükemmel örnekler de, birer müşahhas ölçü olmaları itibâriyle muhâfaza buyrulmuştur. Bu da bütün davranışlar için amelî misaller olarak ümmete lûtfedilmiştir. Nietzscheʼnin böyle fiilî kıstasları olmadığı için, onun “super human”ı ütopik bir nazariye olarak kalmaya mahkûmdur. İnsan aklının mahsûlü olan hiçbir beşerî ahlâk sistemi de İslâmʼın sahip olduğu fiilî kıstas mükemmelliğine sahip değildir.

Peygamberler ve onların izinden giden Hak dostu âlim ve ârif zât­lar emsal alınarak, onların tebliğ ve telkin ettikleri hakîkatlerin hayata tatbik edildiği her dönemde, toplumlar huzur ve saâdete ulaşmışlardır. Zira Allah Teâlâ, bütün beşerî davranışların mükemmelliği için Hazret-i Peygamber rʼi bize bir numûne-i imtisal olarak göstermektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Andolsun ki, sizden Allâh’a ve âhiret gününe kavuşa­cağını uman ve Allâh’ı çok zikreden (mü’min)ler için Rasûlul­lah’ta üsve-i hasene (uyulmaya lâyık, en mükemmel bir örnek) vardır.” (el-Ahzâb, 21)

Nitekim cehâlet ve zulümdeki şiddetleri sebebiyle insanlık seviyesi bakımın­dan -tâbir câiz ise- Hint Okyanusu’nun dibine düşmüş olan insan­lar, Allah Rasûlü’nün tebliğ ve irşâdı kadar Oʼnun örnek hâl ve davranışlarından da hisse alarak; insanlıkta, fazîlette, ahlâkta, merhamet, şefkat, hak ve adâlette zirveleşmiş­lerdir.

HUZURA KAVUŞTURAN GERÇEK

İslâm hukukunun en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî’nin (v. 684) şu sözü, bu hakîkatin müşahhas bir misâlidir:

“Rasûlullah -sellallahu aleyhi vesellem-’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, sadece yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm, Oʼnun peygamberliğini ispata kâfî gelirdi.”

Zira mazhar oldukları nebevî terbiye neticesinde, şirk ka­ranlığından ve câhiliye vahşetinden kurtulan o toplum, insanlığın fazîlet semâsında pa­rıldayan yıldız şahsiyetler hâline gelmiştir. Onları takip eden müʼmin nesil­ler de, insanlığın hâlâ gıptayla seyrettiği muhteşem bir İslâm medeniyeti inşâ etmişlerdir.

Fransız tarihçi ve mütefekkir Lamartin, Rasûlullah -sellallahu aleyhi vesellem-’in dâvâsındaki muvaffakıyetinden hareketle, O’nun ne muazzam bir dehâya sahip olduğunu şöyle ifâde etmektedir:

“Şâyet gâyenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Hazret-i Muhammed’le kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları, ancak ordular teşkil ettiler, kânunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O, sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.”[1]

Yine İngiliz yazar Thomas Carlyle şöyle demiştir:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar sevgi ve saygı görmemiştir.”

Zira Fahr-i Kâinât Efendimiz, kendi hevâ ve hevesinden konuşmuyor, insanlığa vahyin tercümanlığını yapıyordu. Bunun için de teʼyîd-i ilâhîye mazhar idi.

Asr-ı saâdetten sonra İslâmʼın en parlak sûrette toplum hayatına tatbik edildiği devletlerden biri, hiç şüphesiz ki Osmanlıʼdır. Ecdâdımız Osmanlı, büyük bir sadâkat, ihlâs ve muhabbetle Peygamber Efendimizʼin izinde yürüyerek, muhteşem bir medeniyet seviyesine ulaşmıştır.

Nitekim Batılı ütopya yazarlarından, İtalyan filozof Tomasso Campanellaʼnın “Güneş Devleti” adlı eserine, ecdâdımız Osmanlıʼnın medeniyet seviyesindeki ihtişâmı ilham kaynağı teşkil etmiştir. Bu hâdise de; insanoğlunun, hayata tatbiki mümkün olmayan beşerî felsefelerle değil, ancak hayat dîni olan İslâm ile huzura kavuşabileceği gerçeğinin, sayısız misâllerinden biridir.

DİPNOT:

[1] A. de Lamartine, L’histore de la Turquie.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Nazarında Akıl ve Felsefe,, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.