İslam'ın En Büyük Düşmanı
Pozitivist felsefeye göre; bir laboratuvar tecrübesinde duyu organları tarafından müşâhede edilemeyen hiçbir şeyin hakîkati yoktur. Dolayısıyla hakîkat, sadece laboratuvar tecrübesiyle ispatlanabilen ve beş duyu ile kontrol edilebilen keyfiyetlere mahsustur. İslâm ise beş duyunun idrakten âciz kaldığı “gayb”a da îmânı emrettiğinden, onun en büyük hasmı pozitivist felsefelerdir.
Dînin mücerred hakîkatlerini reddeden bütün materyalist felsefelerin görüşleri “pozitivizm”e dayanır. Pozitivist felsefe, hakîkate ulaşmak için yalnızca “havâss-ı hamse”yi yani beş duyu organını bilgi kaynağı olarak kabul eder.
Pozitivizm, kendisiyle tezat hâlinde bulunan iki temel esâsa dayanır. Bunların biri “küllîlik” diğeri ise “zarûrîlik” prensibidir. Küllîlik prensibi şudur:
Tabiî varlıklardan birine âit bir hususiyet, kâinatta küllîdir. Meselâ laboratuvarda normal basınç altında saf bir suyu ısıtsanız; o su, belli bir harâret derecesine ulaşınca buharlaşır. Bu sıcaklık derecesini âlimin biri 100 rakamıyla ifâde ederek suyun buharlaşması için birim oluşturmuştur. Ve bütün suların aynı harâret derecesinde buharlaştığı iddiâ edilir. Diğer fizikî gerçekler de pozitivist anlayışa göre böyle gerçekleşir.
SU HER ZAMAN 100 DERECEDE BUHARLAŞMAYABİLİR
Hâlbuki laboratuvarda ancak sınırlı miktarda su numuneleri tecrübe edilebilir. Bu isterse binlerce numune olsun. Geride daha tecrübe edilmemiş sonsuz su olduğu hâlde pozitivist; “Bütün sular 100 derecede buharlaşır.” der. Fakat bu, onlar için bir tezattır. Zira laboratuvar tespitinden geçmemiş bir hükmün doğruluğunu kabul etmezler. Buna rağmen onlara;
“–Siz bütün suları tecrübe etmeden nasıl böyle söylüyorsunuz?” diye sorulduğunda da şu cevâbı verirler:
“–Bütün suları tecrübe etmek imkânsız olduğundan, belli sayıda suları tecrübe ettikten sonra, onların hep aynı gerçeğe tâbî olduğunu görünce, zihin laboratuvarına dönerek bu gerçeği umûmîleştirebiliriz.”
Hâlbuki dînî gerçeklerin kabûlü de aynen bunun gibidir. Dindar insanlar da müşâhede sahasına giren, yani beş duyu ile kavranabilen dînî emirlerdeki akla uygunluğun teselsül edip gittiğini görünce, bu mâkuliyetin akıl erdiremedikleri meselelerde de devam edeceğini kabul ve tasdik ederler.
FELSEFE EKOLLERİNİN ORTAK ZAAFI
Meselâ, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretiyle mahlûkâtı nasıl yaratıp yaşattığına dâir sayısız hâdiseyi görüp tefekkür eden bir insan, O’nun bütün canlıları ölümünden sonra tekrar diriltmeye de kâdir olduğunu anlamakta zorlanmaz. Yine Cenâb-ı Hakk’ın, yarattığı hiçbir canlıyı ihmâl etmediğini ve ayrı ayrı hepsinin rızkını verdiğini müşâhede eden bir insan, O’nun bütün kullarının âhiretteki hesâbını görmeye de kâdir olduğunu idrâk eder. Bunun gibi müşâhede edebildiği gerçeklerden hareketle, müşâhede edemediği gerçekler hakkında da bir kabul ve tasdîke ulaşır.
Pozitivistler de bu keyfiyeti kendileri için tabiî kabul ettikleri hâlde, dindarlar için gayr-i aklî sayarak bütün metafizik gerçekleri reddederler. Böylece kendileriyle tezada düşerler.
Esâsen bu tezat, tevhîd inancına karşı olan bütün felsefî ekollerin ortak zaafıdır. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, feylesofların ilâhî hakîkatler karşısında içine düştükleri bu tenâkuzu şöyle ifâde eder:
“Ne şaşılacak şeydir ki bu kimseler, düşünürken insan zihninin hata yapmasını engelleyen mantık ilmini öğrenmek için bir ömür tüketir, bu konuyu en ince ayrıntılarına kadar öğrenirler. Fakat Allâhʼın Zâtʼı, sıfatları ve fiilleri gibi en önemli konulara geldikleri zaman, kendilerini kaybeder, mantık ilmini unutur, saçma sapan şeyler söylemeye başlarlar. Bunların hâli, yıllarca harp aletlerini hazırlamakla meşgul olup da harp vakti geldiğinde kendini kaybedip silâhları kullanmayı unutan kimsenin hâline benzemektedir.”[1]
Pozitivist düşüncenin ikinci mühim esası “zarûrîlik” prensibidir. Pozitivistler, maddelerde mevcut olan hususiyetleri ve bunlar arasındaki farkları, laboratuar tecrübeleri ile îzah edemedikleri hâlde, bunları “zarûriyât” deyip kabul ederler.
Hâlbuki pozitivistlere göre her hüküm, laboratuar tecrübesi ile ispat edilmek zorunda olduğu için, varlıkların yaratılıştan gelen husûsiyetlerini bir “ön kabul”le peşinen benimsemeleri de kendileri için apaçık bir tezattır.[2]
Meselâ pozitivistler, değişik maddelerdeki buharlaşma, özgül ağırlık veya dış tesirlere gösterdikleri reaksiyon farklarını, yalnız tespitle iktifâ ederler fakat bunların sebeplerini araştırmazlar. Çünkü yaratılış hikmeti, onların alâkaları dışındadır. Bunun üzerinde tefekkür etmezler. İslâm ise bu husûsiyetleri, bütün varlıkların yaratılış gâyesine uygun bir “ilâhî tâyin ve tanzim” hikmetiyle îzah eder.
SANATI GÖRÜYORSAN, SANATKARI DA GÖR!
Kur’ân-ı Kerîm, “kâinat” kitabını okuyan her mü’mine;
“Yaratan Rabb'inin adıyla oku!” (el-Alak, 1) tâlimâtını verir. Yani kâinatta sergilenen ilâhî esmâ, sıfat ve kudret tecellîlerini görüp eserden müessire, sanattan sanatkâra, yaratılandan Yaratan’a aklen ve Kalben intikâli emreder. Kâinâta kâinat için değil, onun Yaratan’ı için bakmayı telkin eder.
Materyalist felsefe ise, mevcudâta mevcudat için bakar. Yani varlıkları -Yaratıcı’sını göz ardı ederek maddeci bir nazarla seyreder. Sanatı gördüğü hâlde sanatkârı görmek istemez, esere bakıp müessirini düşünmekten kaçınır. Bu da materyalist felsefelerin kâinâta bakışındaki kısırlık ve noksanlığa mukâbil, İslâm’ın bakışındaki genişlik, derinlik ve mükemmelliğin bir misâlidir.
Ayrıca İslâm nazarında yegâne mutlak ve vâcib varlık Cenâb-ı Hak’tır. Allah’tan gayrı bütün varlıklar, varlıklarını O’na borçludurlar. Dolayısıyla “insan” da mutlak değil, mukayyed bir varlıktır.
FİLOZOF DA OLSAN "KUL"SUN
Dîne dayanmaksızın hakîkati bulacağını iddiâ eden felsefeler ise insanı merkeze alır ve onu mutlak realite olarak görür, diğer varlıkları onun ekseninde ve ona bağlı olarak değerlendirmeye kalkışır. Dünya benim etrafımda dönüyor, dercesine enâniyet Firavun’unu ve kibir Nemrud’unu kamçılayarak âdeta:
“(Rasûlüm!) Hevâ (ve heves)ini tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?..” (el-Câsiye, 23) âyet-i kerîmesinde zemmedilen bedbahtların bir misâlini teşkil ederler. Beşer olmanın tabiatında mevcut bulunan hatâ, nisyan, acziyet, zaaf, ihtiyaç ve fânîlik gibi noksanlıkların üstüne bir perde çekip insana “kul” olduklarını unutturmak isterler. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği hayat ve dünya nîmetlerini, tabiata ve tesâdüfe hamletme basitliğine düşerek, Hakk’a kulluk ve şükür kapısını kapatmaya çalışırlar. Bütün bunlarınsa, insanoğlunun apaçık düşmanı olan şeytanın en büyük gâyesi olduğu mâlûmdur.
Din karşıtı bütün fikirlerin esâsını teşkil eden pozitivist felsefenin, hayatın bütün sahalarına şâmil olmak üzere birer şûbesi teşekkül etmiştir. Meselâ komünizm iktisâdî hayata, Freudizm cinsî temâyüllere… tatbik olunmak sûretiyle ortaya çeşitli İslâm karşıtı nazariyeler konulmuştur. Bunların hepsi pozitivist telâkkîye dayanmaları, pozitivizm ise hakîkate ulaşma kaynağı bakımından noksan olması sebebiyle merduttur ve bunların İslâm karşıtlığı, kendileri için bir tezat ve mantıksızlıktır.
[1] Mektûbât, c. III, 23. Mektup.
[2] Bkz. İslâm Dünya Görüşü, sf. 46, 269.
Kaynak: İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Osman Nuri Topbaş, 128 Sayfa, Erkam Yayınları, 2013
YORUMLAR
Selamün Aleyküm, Başlıkta: En Büyük Hısmı yazıyor. Acaba o hasım olmayacak mıydı?
Başlıkta ilgili düzeltme yapılmıştır. İlginize teşekkür ederiz. Allah razı olsun.