Peygamber Efendimiz'in Rüyâsı

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvet gelmeden altı ay evvel sâlih ve sâdık rüyalar görmeye başlamıştı. Rüyâsında gördüğü her şey sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Bu sebeple Allah Rasûlü’nün “rüyamda gördüm” diye anlattıkları ile ona melek vâsıtasıyla veya diğer yollarla bildirilenler arasında, kesinlik ve gerçeklik bakımından hiçbir fark yoktur.

Peygamberlerin rüyâsı bizim rüyâlarımız gibi değildir. Onlar sâdık rüyâ görürler. Yani onların rüyâlarında gördükleri şeyler aynıyla gerçektir ve hüküm ifade eder. Bunun misalleri Kur’an-ı Kerîm’de mevcuttur. Hatta peygamberler rüyâlarında vahiy bile alırlar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvet gelmeden altı ay evvel sâlih ve sâdık rüyalar görmeye başlamıştı. Rüyâsında gördüğü her şey sabah aydınlığı gibi aynen çıkardı. Bu sebeple Allah Rasûlü’nün “rüyamda gördüm” diye anlattıkları ile ona melek vâsıtasıyla veya diğer yollarla bildirilenler arasında, kesinlik ve gerçeklik bakımından hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla Allah Rasûlü’nün nakledeceğimiz rüyâsı bir hakîkatin ifâdesidir. Efendimiz (s.a.v), olacak şeyleri önceden haber vermek sûretiyle ümmetini uyarmaktadır.

Semüre bin Cündeb (r.a) şöyle anlatır: Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah namazını kıldırınca yüzünü bize döner ve (zaman zaman):

“–Bu gece rüyâ gören var mı?” diye sorardı. Birisi rüyâ görmüşse anlatır Efendimiz de tâbir ederdi. Yine bir gün bize:

“–Rüyâ gören var mı?” buyurdu. Biz:

“–Hayır, yok” dedik. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ancak ben bu gece bir rüyâ gördüm” buyurdu ve anlatmaya başladı:

“–İki melek bana geldi. İki elimden tutup beni mukaddes ve düz bir alana çıkardılar. Orada bir kimse oturuyordu, diğer bir adam da ayakta duruyordu. Elinde demirden çatal bir kanca vardı. Ayaktaki adam bu çatal kancayı oturanın ağzının sağ tarafına, tâ kafasına kadar sokuyor ve ağzın bu kısmını parçalıyordu. Sonra sol tarafı da aynen bu şekilde tahrîb ediyordu. O sol tarafı parçalarken ağzın sağ tarafı iyileşiyordu. Bu defa da oraya dönüyor, yine kancayı sokup parçalıyordu. Meleklere:

«–Bu adam kimdir ve bu hâl nedir?» dedim. Melekler:

«–Hiç sorma, devam et!» dediler. Birlikte gittik. Nihâyet sırtüstü yatmış bir adamın yanına geldik. Başucunda bir adam duruyordu Elinde kocaman bir kaya vardı. Bununla yatan adamın başını eziyordu. Her vuruşunda taş yuvarlanıp gidiyordu. O adam da arkasından taşı almaya koşuyordu. Dönünceye kadar diğerinin başı iyileşiyor, eski hâline geliyordu. Öbürü yine başına vurup eziyordu. Meleklere:

«–Bu adam kimdir?» dedim. Melekler:

 «–Hiç sorma, devam et!» dediler. İlerledik. Fırın gibi altı geniş, üstü dar bir deliğe geldik. Bu deliğin altında ateş yanıyordu. Ateş, alevlenip yükseldikçe içindeki insanlar da yükseliyor, hattâ (delikten) çıkmağa yaklaşıyorlardı. Ateşin alevi sakinleştikçe de dibe iniyorlardı. Burada çıplak erkeklerle çıplak kadınlar vardı.

(Diğer rivâyette şöyle buyrulur: Orada ne söylenildiği anlaşılamayan çığlıklar, feryadlar birbirine karışıyordu. İçinde çıplak bir sürü erkek ve kadının bulunduğunu anladık. Altlarından alevler geldikçe çığlık atıyor, feryat koparıyorlardı.) Meleklere:

«–Bunlar kimdir?» dedim. Melekler:

 «–Hiç sorma, yürü!» dediler. Yürüdük, kandan bir nehrin yanına vardık. Bir adam nehrin içinde ayakta dikiliyor, kenarda da önünde bir yığın taş bulunan bir adam bekliyordu. Nehirdeki adam yüzerek sâhile doğru gelip çıkmak isteyince sâhildeki adam ağzına bir taş atıyor, nehirdekini eski yerine döndürüyordu. Çıkmak için kenara her gelişinde, kıyıdaki hemen ağzına bir taş fırlatıyor, onu eski yerine çeviriyordu. Meleklere:

«–Bu nedir?» dedim. Melekler:

 «–Hiç sorma, yürü!» dediler. Birlik yürüdük. Yeşil bir bahçeye vardık. Bu bahçede büyük bir ağaç vardı. Dibinde ihtiyar bir adamla birtakım çocuklar bulunuyordu. Ağaca yakın bir tarafta da birisi önündeki ateşi yakmakla meşguldü. Melekler beni bu ağaca çıkardılar. Orada bir eve koydular ki, bundan güzel bir ev hiç görmemiştim. Burada ihtiyar, genç birtakım erkekler, kadınlar ve çocuklar vardı. Sonra melekler beni buradan çıkardılar. Ağaca çıkmaya devam ettik. Bu sefer beni eskisinden daha güzel ve daha kıymetli bir eve koydular. Burada da ihtiyarlar, gençler vardı.

(Diğer rivâyette şöyle buyrulur: Gide gide büyük bir ağaçlığa vardık ki ben onun gibi güzel ve geniş bir ağaçlık görmüş değilim. Beni götürenler, «Gir oraya!» dediler. Birlikte girdik ve bir tuğlası altın bir tuğlası gümüşten örülmüş bir şehirle karşılaştık. Şehrin kapısına varıp açılmasını istedik. Kapı açıldı, biz de girdik.) Meleklere:

«–Beni bu gece (iyi) gezdirdiniz. Şimdi bana gördüğüm şeylerin ne olduğunu anlatın!» dedim. Melekler:

«–Anlatalım» dediler ve devam ettiler: «Hani şu ağzı parçalanan kimse vardı ya, o bir yalancı idi, dünyada devamlı yalan söylerdi. Onun yaydığı yalanlar âfâkı sarardı. İşte bu yalancı kıyâmet gününe kadar bu şekilde azâb görecektir.

Başı ezilen adama gelince, Allah ona Kur’an öğretmiş, o da (bu nimetin kadrini bilmeyerek) bütün gece uyumuş (gece ibadetine kalkmadığı gibi sabah namazını da kaçırmış), gündüzleri de Kur’an ile amel etmemiştir. Buna da kıyâmet gününe kadar bu şekilde azâb edilecektir.

Delik içindeki çıplaklar, zinâ eden kimselerdir.

Nehir içinde gördüğün kimse fâiz yiyenleri temsil eder.

Ağacın dibindeki ihtiyar, İbrahim (a.s)’dır. Etrafındakiler de insanların küçük yaşta ölen çocuklarıdır.

Ateş yakan, cehennem bekçisi Mâlik’tir.

Girdiğin birinci ev, bütün mü’minlerin (müşterek) köşküdür. İkinci gördüğün o muhteşem mekân da şehidlerin sarayıdır.

Ben Cibrîl’im, bu da Mîkâîl’dir. Hele sen başını yukarı kaldır da bir bak!»

Başımı kaldırıp baktım, bir de ne göreyim; yukarıda beyaz bulut misâli çok güzel bir şey! Melekler:

«–İşte burası senin makâmındır» dediler. Ben:

«–Bırakın şu makâmıma gideyim» dedim. Onlar:

«–Hayır, daha ömrün bitmedi, onu tamamlayınca makâmına gelirsin» dediler.” (Buhârî, Cenâiz, 93; Ta‘bîr, 48)

Allah Rasûlü (s.a.v)’e gösterilen cezâ türleri, kıyamet gününe kadar devam edecek olanlardır. Hesap sonrası ne gibi cezâların verileceği burada zikredilmemiştir.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.