1509 Büyük İstanbul Depremi
Yazar Bahadır Yenişehirlioğlu, Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin kaleme aldığı Tarihe Yolculuk eserinden “İstanbul’da Zelzele” kesitini seslendiriyor. Erkam Tv hesabına abone olarak video serisini takip edebilirsiniz…
KÜÇÜK KIYAMET (1509 İSTANBUL DEPREMİ)
Yolda giderken Târih Baba, II. Bâyezid zamanında hicrî 915 senesinde vukû bulan bir zelzeleden bahsetti. O güne kadar görülmemiş şiddette yaşanan zelzeleyle İstanbul ve civârı harâb olmuştu. Dersaâdet’te 109 câmî, binlerce ev hâk ile yeksân olmuş, kara tarafındaki surların tamamı, Yedikule’den başlayan saray duvarları, temelden tepeye kadar yıkılmıştı. Bâyezid-i Velî Hazretleri bu duruma çok üzülmüş, müslümanların günlerini ve gecelerini çadırlarda bin bir zorluk içinde geçirdiklerini görerek o da çadıra çıkmıştı.
Hattâ Edirne tarafında da büyük tahribat olduğu bildirilince, pâdişah durumu yerinde görmek üzere Edirne’ye gitti. Meriç Nehri üzerindeki köprünün yıkıldığını görünce hemen meydanda Ayak Dîvânı yapıp devlet erkânına şöyle hitâb etti:
“–Ey vezirlerim, kadılarım, subaşılarım, ağalarım, beylerim! Şu felâketi görüyorsunuz. Bu topraklar üzerinde böyle misline rastlanmaz bir âfet vukû bulmamıştır. Ben bunda sizlerin halka zulmettiğiniz intibâını alıyorum. Ayağınızı denk alın! Vazîfenizi adâletle yapın! Kimseye zulmetmeyin! Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bize bir îkâzıdır. Ben de bunu size bildiriyorum ki zulüm irtikâb edeni vazîfesinden hal’ ederim.”
Bu zelzeleden sonra memleketin her tarafından getirtilen ustalar ve kalfalar, zelzelenin sene-i devriyesinde bütün yıkıntıları tâmir ettiler. Bu büyük zelzelenin meydana getirdiği zarar, devlet hazinesinden karşılanmak sûretiyle yaralar çabucak sarıldı. Felâketin sene-i devriyesinde İstanbul’un bütün fakirlerine, saraydan üç gün yemek verildi. Bâyezid-i Velî de fakirlerle birlikte oturup bu yemeklerden yedi.
Bu mütevâzı sultan, ömrünü Allâh yolunda cihâd ederek geçirmişti. Bu uğurda yaptığı seferler esnâsında üzerine bulaşan tozları silkeleyip biriktirerek bunlardan bir tuğla döktürmüş ve böylece Allâh’ın “cihâd” emrine uyduğunu temsîlen ifâde etmişti.
Genç, duyduklarına inanamıyordu. Daha önce böyle şeyleri hiç işitmemiş ve okumamıştı. Bir pâdişâhın halkını bu kadar düşünebileceğini ve bu derece mütevâzı olabileceğini hiç tahmin edemiyordu.
Genç, cihâd mefhûmunun ne olduğunu iyice anlamıştı. Zîrâ cihâd kelimesi, nefisleri ıslâh edip Allâh Teâlâ’nın rızâsı için, i’lâ-yı kelimetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) uğrunda fert ve cemiyet olarak İslâmî bir hayat yaşama maksadıyla sarf edilen bütün cehd ve gayretleri ifâde etmekteydi.
Âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan “mal ve can ile cihâd”dan maksat, yalnız silâhla savaşmak değildi. Zîrâ dînimiz silâhı, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir vâsıta olarak tanıtıyordu. Ecdâdımızın yaptığı asıl fetih ise, gönüllerin fethi idi ki, o, başta sözlü ve yazılı teblîğ olmak üzere pek çok vâsıta ile îfâ edilebiliyordu.
Zâten Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bütün savaşlarına umûmî olarak baktığımızda, İslâm’da müdâfaa ve i’lâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın dînini yüceltmek gâyeleri dışında yapılabilecek bir harbin olmadığını görüyoruz. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası birer zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş, mutlakâ hakkı tevzî, hidâyete vesîle olmak ve zulmü bertarâf etmek gibi ulvî maksatlara dayanmaktadır.
Bundan sonra Târih Baba’yla genç, Yavuz Sultan Selim Hân’ın huzûruna revân oldular.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Tarihe Yolculuk, Erkam Yayınları
YORUMLAR