2. Akabe Biatı’nda Verilen Sözler

Sahabiler

2. Akabe Biatı ne zaman yapıldı? 2. Akabe Biatı’na katılan sahabiler kimlerdir? 2. Akabe Biatı’nın maddeleri nelerdir? 2. Akabe Biatı’na katılan sahabeye vadedilenler.

Bi’setin 11. Senesinde oldu. 12 kişi gittiler, bir sene sonra yetmiş küsur kişi olarak geldiler. Birinci Akabe Bey’ati’nden dönerken kendi içlerine kapanmayı ve evlerinin köşesine çekilmeyi hiç düşünmediler. İslâm’ı tebliğ ve tâlim etmek için var kuvvetleriyle gayret gösterdiler. İşte bu, her zaman ve mekânda bütün Müslümanların vazifesidir.

Câbir (r.a) şöyle anlatır:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Mekke’de on sene kaldılar. Ukâz ve Mecenne panayırlarında insanların konak yerlerine giderlerdi. Hac zamanlarında da Mina’da insanlara tebliğde bulunurlardı. Son zamanlarda şöyle buyuruyorlardı:

“–Rabbimin risâletini tebliğ edebilmem için beni kim barındırır, bana kim yardım eder? Bunun karşılığında ona Cennet vardır!”

Vaziyet o hâle geldi ki bir kişi Yemen veya Mısır’dan yola çıkarken kavmi yanına gelir ve:

“–Kureyşli delikanlıdan sakın, aman seni dininden döndürmesin!” diye tembih ederlerdi.

Allah Rasûlü (s.a.v) arasında yürürken O’nu parmakla gösterirlerdi.

Hâl böyle iken Allah Teâlâ Yesrib’den bizi gönderdi. Biz O’nu aramıza aldık, barındırdık, kendisini tasdik ettik. Bizden biri çıkar O’na iman ederdi, O da ona Kur’ân okuturdu. Bundan sonra o kişi âilesine döner ve onun vesilesiyle hepsi müslüman olurlardı. Öyle bir hâle geldi ki Ensâr’ın yurtlarından, içinde bir grup Müslümanın olmadığı hiçbir yurt kalmadı. İslâm’a girdiklerini de açıkça söylüyorlardı. Sonra Müslümanların hepsi bir araya gelerek bir toplantı yaptılar.

“–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i ne zamana kadar Mekke dağlarında tard edilir ve korkutulur vaziyette bırakacağız?!” dedik.

Bizden 70 kişi yola çıktık ve Hac günlerinde Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardık. Akabe vâdisinde buluşmak üzere anlaştık. Birer ikişer hepimiz yanlarında toplandık:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Size ne üzerine bey’at edeceğiz?” dedik.

“–Rahat zamanlarınızda da sıkıntılı zamanlarınızda da dinleyip itaat etmek, darlıkta da bollukta da Allah yolunda infak etmek, iyilikleri anlatıp kötülüklerden sakındırmak, Allah için konuşmak ve Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamak ve yine bana yardımcı olmak; yanınıza geldiğimde, kendinizi, zevcelerinizi ve çocuklarınızı nelerden koruyorsanız beni de onlardan korumak üzere bey’at edeceksiniz! Bunun karşılığında da size Cennet var!” buyurdular.

Kalktık ve kendisine bey’at ettik. En küçüğümüz olan Es’ad ibn-i Zürâre, Muhterem Efendimiz’in mübarek ellerini tuttu ve şöyle hitap etti:

“–Yavaş olun ey Yesribliler! Biz ancak O’nun Rasûlullah (s.a.v) olduğunu bildiğimiz için hayvanlarımızı buraya sürüp geldik! Bugün O’nu buradan çıkarıp yurdumuza götürmek, bütün Araplarla bağımızı kesmek, en hayırlılarınızın ölmesi ve kılıçların sizi biçmesi demektir.

Şimdi siz tüm bunlara sabredip ecrinizi Allah Teâlâ’dan bekleyebilecek misiniz yoksa korkaklık yaparak canınızın derdine mi düşeceksiniz? Bunu burada açıkça söyleyiniz! Böyle yapmanız Allah katında sizin için daha geçerli bir mâzerettir.” Oradakiler:

“–Çekil önümüzden ey Es’ad! Vallahi bu bey’atı kesinlikle bırakmayız ve onu asla bozmayız!” dediler.

Kalktık ve bey’at ettik. Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz bizden bey’at aldılar ve şartlarını ileri sürdüler. Buna mukabil Cenâb-ı Hakk’ın bize Cennet’i vereceğini müjdelediler. (Ahmed, III, 322-323, 339-340; Hâkim, II, 681-682/4251)

Ensâr birer ikişer toplandığında Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in muhterem amcaları Abbâs (r.a):

“Kardeşimin oğlu! Sana gelen bu kavim kimdir bilmiyorum! Ben Yesrib ehlini tanırım ama bunları tanımıyorum, bunlar hep genç!” dedi. (Ahmed, III, 339)

Hz. Abbas’ın bu sözü, hey’ette gençlerin gâlib olduğunu gösteriyor.

2. AKABE BİATI’NIN MADDELERİ

Ensâr, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e, O’na itaat ve yardım etmek ve O’nunla birlikte harp etmek üzere bey’at etti. Bu sebeple Ubâde bin Sâmit (r.a), Akabe Bey’atı’nı “Harb Bey’atı” diye isimlendirmiş ve:

“Rasûlullah Efendimiz’e harp etmek üzere bey’at ettik” buyurmuştur. (Ahmed, V, 316)

Birinci bey’atta, kadınlara arzedilen maddeler üzerine bey’at ettiler.[1] Henüz harbe izin verilmemişti.

İkinci bey’atta ise farklı maddeler de vardı. Çünkü Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne, ileride kıtâle izin vereceğini vahyetmişti. Ensâr-ı kirâm, izin verildiğinde kırmızı-siyah bütün İslâm düşmanlarıyla harbetmek üzere söz verdiler. Bu sebeple ikinciye “Harp Bey’atı” denildi.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle, (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kadirdir. Onlar ki Rabbımız bir Allah’tır demelerinden başka bir sebep, bir hak olmaksızın diyarlarından çıkarıldılar. Allah’ın da insanların bir kısmını bir kısmıyla def’etmesi olmasa idi her halde manastırlar, kiliseler, havralar, mescidler yıkılırdı ki bunlarda Allah’ın ismi çok zikrolunur ve elbette Allah kendine yardım edeni mansûr kılacaktır. Şüphe yok ki Allah çok kuvvetli, çok Azîz’dir.” (el-Hac, 39-40)

***

Ensâr’ın en bilgililerinden olan Ubeydullah ibn-i Ka’b, Akabe’de bulunup Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e bey’at eden babası Ka’b ibn-i Mâlik’ten şöyle nakleder:

Kavmimizin müşrik hacılarının arasında (Medîne’den Mekke’ye doğru) yola çıktık. O zamana kadar namaz kılmaya başlamış ve dinimizi öğrenmiştik. Yanımızda büyüğümüz ve efendimiz Berâ bin Mârûr da vardı. Medine’den çıkıp yola koyulunca Berâ (r.a) bize:

“–Kardeşlerim, aklıma bir fikir geldi, bu hususta bana uyar mısınız uymaz mısınız bilmiyorum!” dedi. Biz:

“–Nedir o fikir?” dedik.

“–Şu binaya (Kâbe’ye) sırtımı dönmek istemiyorum, namazlarımı ona doğru kılmak istiyorum.” dedi. Biz:

“–Vallahi bize Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in Şam’a (Mescid-i Aksâ’ya) doğru namaz kıldığı haber verildi. O’na muhâlefet etmek istemiyoruz!” dedik. O:

“–Ben Kâbe’ye doğru kılacağım!” dedi. Biz:

“–Sen bilirsin lâkin biz öyle yapmayız” dedik.

Bundan sonra namaz vakti geldiğinde biz Şam’a doğru, o ise Kâbe’ye doğru namaz kılardı. Bu şekilde Mekke’ye vardık. Biz bu hareketi sebebiyle onu ayıpladık ancak o Kâbe’ye dönmekte ısrar etti. Mekke’ye varınca bana:

“–Kardeşimin oğlu! Haydi, Allah Rasûlü’ne gidelim ve yolda benim yaptığım şeyi soralım! Vallahi bana muhalefet ettiğinizi görünce bu hareketimden dolayı içime bir şüphe düştü!” dedi.

Dışarı çıktık, Allah Rasûlü’nü sormaya başladık. Zira O’nu tanımıyorduk, daha evvel hiç görmemiştik. Mekke’li biriyle karşılaştık, ona sorduk. Bize:

“–Kendisini tanıyor musunuz?” dedi.

“–Hayır” dedik.

“–Amcası Abbâs ibn-i Abdülmuttalib’i tanıyor musunuz?” dedi.

“–Evet!” dedik. Abbâs’ı tanıyorduk, çünkü ticaret için devamlı yanımıza gelirdi. Mekkeli:

“–Mescid’e girdiğinizde Abbâs ile birlikte oturan kişi O’dur.” dedi.

Hemen Mescid’e girdik. Abbâs (r.a) oturuyordu, Rasûlullah (s.a.v) de yanında oturuyorlardı. Onlara selâm verdik, sonra da yanlarına oturduk. Rasûlullah (s.a.v), Abbâs’a:

“–Bu iki adamı tanıyor musun ey Ebü’l-Fadl!” buyurdular. O da:

“–Evet, bu Berâ bin Mârûr, kavminin efendisi; bu da Kâ’b ibn-i Mâlik!” dedi. Vallahi Allah Rasûlü’nün:

“–Şâir mi?” diye sormalarını hiç unutamam! Abbâs:

“–Evet.” dedi. Berâ bin Mârûr (r.a):

“–Ey Allah’ın Nebîsi! Ben bu yolculuğa çıktım. Allah Teâlâ beni İslâm’a hidayet eyledi. Şu binayı arkama almak istemedim ve ona doğru namaz kıldım. Arkadaşlarım bu hususta bana muhalefet ettiler. Böyle olunca benim de içime bir şüphe düştü. Bu hususta ne buyurursunuz ey Allah’ın Rasûlü?” dedi. Rasûlullah (s.a.v):

“–Sen zaten bir kıble üzere idin, ona devam etseydin!” buyurdular.

Berâ (r.a), Allah Rasûlü’nün kıblesine geri döndü ve bizimle birlikte Şam’a yöneldi. Âilesi onun ölünceye kadar Kâbe’ye doğru namaz kıldığını söylüyorlar ama onların dediği gibi değil. Biz bu meseleyi onlardan daha iyi biliyoruz.

Daha sonra hac için (Mekke’den Arafat’a doğru) yola çıktık. Teşrik günlerinin ortasında Akabe’de buluşmak üzere Allah Rasûlü ile anlaştık. Haccı bitirip Efendimiz’le anlaştığımız gece de gelince, bizimle birlikte olan ve henüz müslüman olmayan Abdullah ibn-i Amr ibn-i Harâm ile konuştuk. Câbir’in babası olan bu zât kavmimizin efendilerinden biriydi. Biz o esnâda, beraber geldiğimiz ve kavmimizden olan müşriklerden hâlimizi gizliyorduk. Abdullah ibn-i Amr’a:

“–Ey Ebû Câbir! Sen bizim efendilerimizden ve eşrafımızdan birisin! İçinde bulunduğun halden hiç hoşlanmıyoruz. Yarın Cehennem odunu olmandan korkuyoruz!” dedik.

Onu İslâm’a dâvet ettim ve Allah Rasûlü ile olan sözleşmemizi kendisine haber verdim. O da müslüman oldu ve bizimle birlikte Akabe’de bulundu. Orada seçilen temsilcilerden biri oldu.

O gece kavmimizle birlikte konakladığımız yerde uyuduk. Gecenin üçte biri geçince yerlerimizden kalkıp Allah Rasûlü ile buluşmak için sözleştiğimiz yere gittik. Kavmimizin arasından kuş gibi gizlice süzülüp çıkıyor, kimseye hissettirmiyorduk. Akabe’nin yanındaki vâdide toplandık. 70 erkek idik. Yanımızda hanımlarımızdan da iki kişi vardı. Ümmü Umâre Nüseybe bint-i Kâb (r.a) ki Mâzin ibn-i Neccar Oğulları kadınlarından biridir. Bir de Esmâ bint-i Amr ibn-i Adiyy ibn-i Sâbit (r.a), Benî Selime kadınlarından. Ümmü Menîʻ diye bilinir.

Vâdide toplandık Rasûlullah’ı bekliyorduk. Çok geçmeden yanımıza geldiler. O gün yanlarında muhterem amcaları Abbâs ibn-i Abdülmuttalib de vardı. O zaman o hâlâ kavminin dininde idi, ancak kardeşinin oğlunun bu mühim görüşmesinde orada olmak istemişti. O’nun işini sağlama almak istiyordu. Oturduğumuzda ilk konuşan Abbâs oldu ve şöyle dedi:

“–Ey Hazrec cemaati!”

Araplar Evs olsun Hazrec olsun Ensâr’ı (Medinelileri) genel olarak “Hazrec” diye isimlendirirlerdi.

“–Muhammed (s.a.v) bizim yanımızda, mâlûmunuz olduğu üzere yüce bir mevkîye sahiptir. Biz onu bizimle aynı görüşte olan kavmimizden koruduk. O, kavmi içinde izzet ve şeref üzere yaşamaktadır ve beldesinde muhafaza altındadır.”

Biz Hz. Abbas’a:

“–Söylediklerini işittik” dedikten sonra Allah Rasûlü’ne:

“–Buyurun, konuşun ey Allah’ın Rasûlü! Kendiniz ve Rabbiniz için bizden dilediğiniz sözü alınız!” dedik.

Rasûlullah (s.a.v) konuştular, Kur’ân-ı Kerîm tilâvet buyurdular, bizi Allah -azze ve celle- Hazretleri’ne dâvet ettiler ve İslâm’a sıkı sarılmaya teşvik ettiler. Sonra da:

“–Kadınlarınızı ve evlatlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumak üzere sizden beyʻat alıyorum!” buyurdular.

Berâ bin Mârûr (r.a), Allah Rasûlü’nün mübarek elini tuttu ve:

“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allah’a yemin ederim ki hanımlarımızı ve âilelerimizi koruduğumuz şeylerden Siz’i de koruyacağız! Bizden beyʻat alın ey Allah’ın Rasûlü! Biz harp ve silah ehli insanlarız. Bu vasıf bize babadan oğula miras olarak nakledile nakledile gelmiştir…” diye konuşmaya başladı.

Berâ (r.a), Rasûlullah (s.a.v) ile konuşmaya devam ederken Abdüleşhel Oğulları’nın halîfi (anlaşmalısı) olan Ebü’l-Heysem ibn-i Teyyihân (r.a) araya girdi ve:

“–Yâ Rasûlallah! Bizimle insanlar arasında bağlar (anlaşmalar) vardı. Biz şimdi onları koparıyoruz. Biz böyle yaptıktan sonra Allah Teâlâ Sana, kavminin yanına dönmenin daha iyi olacağı fikrini verirse, bizi bırakıp gider misiniz?” dedi.

 Rasûlullah (s.a.v) tebessüm ettiler, sonra da şöyle buyurdular:

“–Bilâkis kanım kanınızla, kabrim de kabrinizle beraber olacaktır! Sizden hiçbir zaman ayrılmam! Ben sizdenim, siz de bendensiniz! Sizin harp ettiğinizle harp eder, sulh yaptığınızla sulh yaparım!”

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–İçinizden bana on iki nakîb (temsilci) çıkarın, kavimleri adına temsilci olsunlar!” buyurdular.

On iki nakîb çıkardılar, dokuzu Hazrec’den, üçü Evs’ten idi.

Elini Allah Rasûlü’nün eline ilk vuran Berâ bin Mârûr (r.a) oldu, sonra insanlar peş peşe beyʻat ettiler.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bizden bey’at alınca şeytan, Akabe’nin tepesinden, hayatımda işittiğim en yüksek sesle bağırdı:

“–Ey Cübâcib ehli! (Ey Mina’daki konaklarda bulunan insanlar!) Müzemmem ve yanındaki dinden çıkan insanlardan haberiniz var mı? Sizinle harp etmek için toplandılar!” diyordu.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Bu Akabe’nin Ezebb’idir, (oradaki bir şeytandır), İbn-i Ezyeb’dir. Dinle ey Allah’ın düşmanı! Vallahi bir gün senin de hesabını göreceğim!” buyurdular.

Sonra Rasûlullah (s.a.v) bize:

“–Haydi, kalkın, konak yerlerinize gidin!” buyurdular.

Abbâs ibn-i Ubâde bin Nadle (r.a), Allah Rasûlü’ne:

“–Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki eğer isterseniz yarın kılıçlarımızla Mina halkının üzerine hücum edebiliriz!” dedi.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Bana henüz böyle bir şey emredilmedi!” buyurdular.

Konak yerlerimize dönüp uyuduk. Sabah olunca Kureyş’ten büyük bir grup konak yerimize geldi ve:

“–Ey Hazrecliler! Bize ulaştığına göre siz bizim şu arkadaşımıza gelmişsiniz! O’nu bizim aramızdan çıkarıp götürmek istiyormuşsunuz! Bizimle harp etmek için O’na beyʻat ediyormuşsunuz! Vallahi Araplar arasında sizin kadar kendileriyle savaşmak istemediğimiz başka bir kabile yoktur!” dediler.

Kavmimizin orada bulunan müşrikleri hemen ayağa fırladılar, Allah adına yeminler ederek böyle bir şeyin olmadığını ve böyle bir şeyi hiç bilmediklerini söylediler. Onlar doğru söylüyorlardı, çünkü bizim yaptığımız beyʻatten haberleri yoktu. O esnâda biz Müslümanlar birbirimize bakıyorduk.

Kureyşliler ayağa kalktılar. İçlerinde Hâris ibn-i Hişâm ibn-i Muğîre el-Mahzûmî de vardı. Ayaklarında iki yeni ayakkabı vardı. Ben de insanların konuşmalarına katılmış olmak ve konuyu değiştirmek için bir söz söyleyerek:

“–Ey Ebû Câbir! Sen bizim efendilerimizden biri olduğun hâlde şu Kureyşli gencin ayakkabıları gibi bir ayakkabı alamıyorsun!” dedim.

Hâris bu sözümü duydu, hemen ayakkabıları çıkarıp bana attı ve:

“–Allah’a yemin ederim ki onları giyeceksin!” dedi.

Ebû Câbir:

“–Genci kızdırdın vallahi, ayakkabılarını ona geri ver!” dedi.

“–Vallahi onları geri vermem, bu uğurlu bir şey! Eğer bu hayra yormam doğru çıkarsa ileride onun üzerindeki şeyleri soyup ganimet olarak alacağım!” dedim. (Ahmed, III, 460-461)

2. AKABE BİATINA KATILANLARA VADEDİLENLER

Bu bey’ata riâyet edenlere Cennet vaad edildi.

Abdullâh bin Revâha (r.a) ayağa kalkarak, Rasûlullâh (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Yâ Rasûlallâh! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi.

Habîb-i Hüdâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz şöyle buyurdular:

“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”

Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:

“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne vardır?”

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) cevâben:

“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler:

“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler.

Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu[2]:

“Allah mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)

İşte bu şekilde İkinci kabe Bey’atı da selâmetle yapılmış oldu. Ensâr-ı kirâm Medîne’ye döndüler ve büyük bir aşk ve iştiyakla Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hicretini beklemeye başladılar.

SAHABİNİN PEYGAMBERİMİZE BIRAKTIĞI MİRAS

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) hicret edip Medîne’yi şereflendirdiklerinde, Akabe Beyʻati’ne katılmış olan Berâ bin Mârûr Hazretleri’ni sordular. Ashâb-ı kirâm:

“−O vefât etti ve malının üçte birini size vasiyet etti ey Allâh’ın Rasûlü! Bir de vefatı iyice yaklaşınca yönünün kıbleye doğru çevrilmesini vasiyet etti.” dediler.

Rasûlullâh Efendimiz (s.a.v):

“−Fıtrata uygun olan davranışı bulmuş. Bana vasiyet ettiği üçte biri de evlatlarına iâde ediyorum.” buyurdular.

Sonra gidip cenaze namazını kıldılar ve:

“Allâh’ım, onu affet, ona rahmet et ve onu Cennet’ine koy…” diye dua ettiler. (Hâkim, I, 55/1305)

TEMSİLCİ TAYİN EDİLEN SAHABİ

Üseyd (r.a), İkinci Akabe gecesi Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından Evs kabilesi üzerine nakîb (temsilci) tâyîn edilen sahâbîdir. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 121/317; Ahmed, VI, 57)

EHL-İ BEDİRDEN EN SON VEFAT EDEN DAHABİ

Ebü’l-Yeser Kâ’b bin Amr (r.a), 20 yaşındayken Akabe Bey’atleri’nde ve Bedir’de bulunmuştur. Ehl-i Bedir’den en son vefat eden sahabîdir. Medine’de hicrî 55 senesinde vefat etmiştir. Allah hepsinden râzı olsun!

Ubâde bin Velîd (r.a) şöyle anlatır:

“Ben ve babam, vefât etmeden evvel kendilerinden ilim elde edelim diye Ensâr’ın ikamet ettiği mahalleye gittik. İlk rastladığımız kişi Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sahâbîsi Ebü’l-Yeser oldu. Beraberinde bir de hizmetçisi vardı ki, elinde sahîfelerden müteşekkil bir bohça taşıyordu…”

Ubâde (r.a) bu sahâbîden bazı bilgiler aldıktan sonra diğer sahâbîleri de ziyaret edip onlardan öğrendiği bilgileri uzun uzun nakleder. (Müslim, Zühd, 74)

Dipnotlar:

[1] Bkz. Mümtehıne, 12. [2] İbn-i Kesîr, Tefsîr, IV, 218.

Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.