Rabıta'da Âdâba Riayet Etmek

Râbıtanın lügat mânâsı, bağ ve alâkadır. Bu yönüyle esâsen kâinatta râbıtasız hiçbir varlık yoktur. Her şey birbiriyle irtibat hâlindedir. Tasavvufta ise râbıta, sevilen kimseye karşı muhabbeti canlı tutmaktır. Muhabbetten kaynaklanan bağlılık, yakınlık ve alâkayı muhâfaza etmektir. 

Tasavvufta mânevî ilerlemenin asıl sermayesi muhabbet, onun tezâhürü ise âdâba riâyettir. Mürşid-i kâmillerle kalbî irtibâtın yani râbıtanın asıl sermâyesi de muhabbettir. Fakat her hususta olduğu gibi muhabbette de aşırıya kaçmak, insanı yanlış yollara sürükler.

Bu sebeple râbıtada yanlış olan; insanlara gösterilecek muhabbeti, âdeta ilâhî muhabbet derecesine vardırmaktır. Mânen rehber edinilen bir zâta, âdeta ulûhiyet izâfe edercesine, aşırı yüceltme, haddinden fazla hürmet ve mutaassıbâne bir bağlılık duyarak, Kur’ân ve Sünnet’in tasvip etmediği hâl ve davranışlara sürüklenmektir. Allah korusun, bu hâl, kişiye fayda yerine zarar verir, hattâ yoldan çıkarır.

Şunu hiçbir zaman unutmamak îcâb eder ki mürşid, mürîd için sadece bir “vâsıta”dır. Vâsıtaya muhabbette aşırıya kaçarak, onu “gâye” hâline getirmek, şirke kapı aralamaktır. Bu tür aşırılıklara sürüklenenler, hem tasavvuf muhâliflerinin elini güçlendirmiş, hem de mensubu oldukları yolun istikâmetine zarar vermiş olurlar. Bu ise büyük bir vebâldir.

HAZRETİ EBU BEKİR VE HAZRETİ ÖMER'İN TUTUMU

Bu hususta da sahâbe içinde Allah Rasûlü’nü en çok seven, fakat bu muhabbetini dâimâ îtidâl, teennî ve istikâmet vesîlesi kılan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- ’ın şu hâli, bütün tasavvuf ehline örnek teşkil etmelidir:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtı, sahâbe-i kirâma çok ağır gelmişti. Herkes büyük bir şaşkınlık, hattâ taşkınlığa sürüklenmişti. Zira canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü’nün gül yüzünü artık göremeyecek, varlığıyla tesellî bulamayacaklardı. Ashâb içinde; O’nu görmeyen gözü, O’nu işitmeyen kulağı ve O’nun yaşamadığı bir hayatı istemeyenler vardı.Ashâb-ı kirâm mescidde ağlamaya başladılar. Gönüller, bu târifsiz acıyla sarsılırken Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- gibi dirâyetli bir şahsiyet bile:

Hiç kimsenin «Muhammed öldü!» dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselam-’ın bayıldığı gibi bayılmıştır!...” diyerek başladığı konuşmasına devam etti; öyle ki konuşa konuşa ağzı köpürdü.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh- , acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak alnından öptü ve:

“Vallâhi, Rasûlullah vefât etmiş! «…Bizler Allâh’a âidiz! (Allâh’ın kullarıyız!) Ve bizler yine O’na dönücüleriz!» (el-Bakara, 156). Babam, anam Sana fedâ olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Allah Sana hiçbir zaman iki kere ölüm acısı tattırmayacak! Sen bir kere vefât etmiş ve mukadder olan ölüm geçidini geçmiş bulunuyorsun! Bundan sonra Sen’in için bir daha ölmek yoktur!…Sen sağ iken de güzeldin, vefâtından sonra da güzelsin!..” diyerek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı.

TAŞKINLIKLARI İKAZ VE İRŞAD ÖLÇÜSÜ

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh- ise, hâlâ Pey­gam­be­rimiz’in vefât etmediği yönündeki konuşmasını sürdürüyordu. Hazret-i Ebû Bekir ona:

“Otur artık ey Ömer!” dedi.

Hazret-i Ömer oturmaya yanaşmadı. Hazret-i Ebû Bekir, sözünü iki üç kere tekrarladı ve o hassas zamanda, büyük bir metânetle, halkı teskin eden şu konuşmayı yaptı:

Allah Teâlâ, Peygamber‘ine, daha aranızda iken vefât haberini vermişti. Sizlerin de (eceliniz gelince) öleceğinizi haber vermiştir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiştir! Sizlerden de hiç kimse sağ kalmayacaktır. Kim Muhammed’e tapıyor ise bilsin ki, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiştir! Kim de Allâh’a ibâdet ediyorsa, hiç şüphesiz Allah Hayy’dır, ölümsüzdür!

Allah Teâlâ:

«Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye (eski dîninize) dönecek misiniz? Kim, böyle iki ök­çesi üzerinde geri dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır. » (Âl-i İmrân, 144) buyurmuştur.”

İnsanlar bu âyeti işitince, Rasûlullah'ın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettiğine artık iyice kanaat getirdiler. O derece şaşkınlığa düşmüşlerdi ki Ebû Bekir -radıyallahu anh- okuyuncaya kadar, bu âyetin nâzil olduğunu sanki bilmiyor gibiydiler.

Hazret-i Ömer -radıyallahu anh-  der ki:

“Vallâhi o güne kadar bu âyeti sanki hiç işitmemiş gibiydim! Onu Ebû Bekir’den dinleyince dehşet içinde kaldım. Ayaklarım beni tutmaz olmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü ve bulunduğum yere yığılıverdim.”1

Görüldüğü üzere, Efendimiz’i en çok seven, O’na en büyük hürmet ve tâzimi gösteren Ebû Bekir -radıyallahu anh-’ın bu eşsiz muhabbeti, hiçbir zaman taşkınlığa sebep olmamış, onu şer’î hakîkatlere muhâlif bir tavra sürüklememiştir. Bilâkis, taşkınlıklara sürüklenenleri îkaz ve irşâd edecek bir istikâmet ölçüsü olmuştur.

1) İbn-i Sa’d, II, 266-272; Buhârî, Meğâzî, 83; Heysemî, IX, 32; Abdürrezzâk, V, 436.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Eylül 2014.

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

  • Mürşid, mürîd için sadece bir “uyarıcı ve aydınlatıcı”dır. Mürşid okumuş, öğrenmiş, inanmış ve bildikleriyle amel etmeye çalışan ve çevresindekileri bildiği kadarıyla aydınlatan Allah ın emir ve yasaklarını tebliğ eden, iyiliği emredip, kötülüklerden sakındıran Herkes gibi Allah ın emir ve yasaklarından hesaba çekilecek bir kuldur. Mürid ise Allah ın emir ve yasaklarını, peygamberin sünnetini öğrenmek isteyen talebedir. Kimse kimsenin kalbini ve gizli, saklı yaptıklarını Allah dan başkası bilemez. Herkez kendi yaptıklarından Allah a karşı sorumludur. Mürşid sadece tebliğ eder ve uyarır. Kimse kimsenin bekçisi ve çobanı değildir. Hz. Nuh as. Karısına ve oğluna cennete girmeleri için vasıta olamamıştır. Vasıta, sepeb, uyarıcı, öğretici, kelimeleri tamamen farklı anlamlar içermekte olup, Mürşid gerçek anlamda Vasıta değil uyarıcı ve öğretici konumundadır. Cennet ve cehennem konusunda vasıta: insanın hür iradesi ile Allah a, peygamberlerine ve indirdiklerine (Kuran a) inanması ve inandıkları doğrultusunda amel etmesidir. Mürşid öğretir, uyarır, başka da birşey yapamaz. insanlar cenneti ve cehennemi kendi elleriyle hazırlar ve kendi imanı ve amelleri vesile olur. Allah a emanet olun. Allah hepimizi inanan ve inandıkları ile amel eden, bidad lardan sakınan kullarından eylesin. amin

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.