Abdülhakim Arvasi Hazretleri Kimdir?
Abdülhakim Arvasi Hazretleri kimdir? Abdülkadir Geylânî Hazretleri’nin soyundan ve Anadolu’da yetişen Hak dostlarından Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin hayatı...
Arvas Seyyidleri ailesine mensup Abdülhakim Arvasi Hazretleri’nin kısaca hayatı.
ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN HAYATI
Arvas Seyyidleri ailesine mensup, anne tarafından Abdülkadir-i Geylânî hazretlerinin soyundan, Nakşibendî-Hâlidî şeyhidir. (ö. 1865-1943) Cumhuriyet döneminin önemli fikir ve sanat adamlarından Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması, aydın çevrelerde tanınmasını sağlamıştır. Kabri Ankara’da Bağlum Mezarlığı’ndadır. Van’ın Başkale kazasında doğdu. Babası Seyyid Mustafa Efendi’dir.
Soyu anne tarafından Abdülkadir-i Geylânî’ye ulaşır. Hülâgû Bağdat’ı istilâ ettiğinde (1258) Musul’a hicret eden ataları daha sonra Urfa ve Bitlis’e, oradan da Mısır’a gitmişlerdi. Ailenin büyük oğlu Molla Muhammed bir süre sonra Van’a gelip şehrin güneyinde yüksek dağlar arasında bir köy kurmuş, bu köyde büyük bir dergâh ve iki katlı bir cami inşa ederek oraya Arvas adını vermişti.
Kadirî tarikatına mensup olarak faaliyet gösteren ve “Arvas seyyidleri” diye tanınan aile, altı yüz elli yıl varlığını devam ettirerek bugüne ulaşmıştır.
ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN İLİM VE İRŞAD HAYATI
Abdülhakim Arvâsî, ibtidâî ve rüşdiyeyi Başkale’de okudu. Daha sonra Irak’ın çeşitli bölgelerindeki tanınmış âlimlerden icâzet alarak Başkale’ye döndü (1882). Kendisine miras kalan servetle bir medrese yaptırdı ve zengin bir kütüphane kurdu. Bu medresede yirmi yıla yakın ders okuttu.
1880 yılında intisap ettiği Hâlidiyye tarikatı şeyhlerinden Seyyid Fehim’den Nakşibendiyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye, Kadiriyye ve Çiştiyye tarikatlarından hilâfet aldı (1889). Tarikat silsilesi Seyyid Fehim, Seyyid Tâhâ vasıtasıyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye ulaşır.
Abdülhakim Arvâsî, I. Dünya Savaşı’nın başlarında Ruslar’ın Başkale’yi istilâ etmesi ve Ermeniler’in silâhlanarak Müslüman halkın mallarını yağmalamaya başlamaları üzerine, hükümetin emriyle, yüz elli kişilik ailesiyle birlikte daha emin bir yere göç etmek zorunda kaldı. Bağdat’a yerleşmek amacıyla yola çıkan aile, Revândiz-Erbil yoluyla Musul’a ulaştı. Burada iki yıla yakın bir süre kaldı. İngilizler Bağdat’ı işgal edince oraya gidemeyip ailesinden sağ kalan altmış altı kişiyle birlikte Adana’ya geldi. Adana’nın da düşman eline geçmesi ihtimaline karşı Eskişehir’e göç etti. Nisan 1919’da İstanbul’a geldi.
Bir süre Evkaf Nezâreti’nce Eyüp’teki Yazılı Medrese’de misafir edildikten sonra yine Eyüp’teki Kâşgarî Dergâhı şeyhliğine tayin edildi (Ekim 1919). Medresetü’l-mütehassisîn’de tasavvuf tarihi dersi okuttu. Dergâh şeyhliğinin yanı sıra ayrıca Kâşgarî Camii’nin imamlık ve vâizlik görevi de kendisine verildi. Tekkeler kapatılana kadar bu görevlere devam etti. Daha sonra tarikat faaliyetlerini bırakarak eve dönüştürdüğü dergâh binasında tasavvufî sohbetlerle meşgul oldu.
Menemen hadisesi (Aralık 1930) ile alâkalı görülerek tutuklandı ve Menemen’e gönderildi. Ancak olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Soyadı kanunu kabul edilince Üçışık soyadını aldı. Beyoğlu Ağa Camii ve Beyazıt Camii’nde dersler verdi.
Cumhuriyet döneminin önemli fikir ve sanat adamlarından Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp sohbetlerinde bulunması, aydın çevrelerde de tanınmasını sağladı. Eylül 1943’te sıkıyönetimin emriyle İzmir’e gönderildi. Bir süre sonra Ankara’ya gitmesine izin verildi. 27 Kasım 1943’te vefat etti.
Kabri Ankara’da Bağlum Mezarlığı’ndadır.
NECİP FAZIL’IN DİLİNDEN ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ
1934 yılında Seyyid Abdulhakim Arvâsî Hazretleri ile tanışır. Kendisini efendisinin sohbetleri ile baştan aşağıya yeniler. Necip Fazıl, büyük veli ile tanışmasını; "Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum, Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum." beyti ile anlatır.
1934 yılında, oturduğu Beylerbeyi'ne giden vapurda, Abdulhakim Arvâsî'nin müridlerinden birisiyle karşılaşır. O zat Necip Fazıl'a efendi hazretlerinin Beyoğlu'nda Ağa Camii'nde Cuma günleri verdiğini duyurur. Şu oğüdü vermekten de geri kalmaz; “Dinleyecekleriniz halk için, nas için söylenen sözler... Siz o sözlerin içine girmeye ve ötesindeki hikmete ulaşmaya bakın!” Yanında ressam arkadaşı Abidin Dino ile birkaç cuma sonra Beyoğlu Ağa Camiine... Efendi hazretlerini dinlerler. Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek isterler. Efendi hazretleri bir müddet onlara baktıktan sonra şöyle diyorlar; “Biz Eyüp Sultan'da oturuyoruz. Ne zaman isterseniz buyurun” Artık Necip Fazıl, efendi hazretlerine gidiş gelişlerini sıklaştırır.
Efendi hazretleri, Necip Fazıl'a sorar: "Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu?" Bahriye Mektebi'nde okuduklarını söyler. Efendi hazretlerinin cevabı: "Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?" Necip Fazıl'ın dünyası alt-üst olmuştur. Bu hali Çile adlı şiirinde şöyle dile getirir; "Ve uçtu, tepemden birden bire dam, Gök devrildi künde üstüne künde... Sanki burnum değdi burnuna yok'un Kustum öz ağzımdan kafatasımı."
Necip Fazıl Kısakürek mürşidi seyyid Abdulhakim Arvasi’yi "Tanrı Kulundan Dinlediklerim", "O ve Ben", "Son Devrin Din Mazlumları" ve "Başvuğ Velilerden" adlı eserlerinde anlatır.
Üstad şu beyiti mürşidi hakkında yazmıştır. "Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel; Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel” Necip Fazıl'in mürşidim ve kurtarıcım dediği Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri, 27 Kasım 1943'te vefat eder.
NECİP FAZIL’IN ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ HATIRASI
Necip Fazıl Kısakürek, mürşidinin ölümüyle ilgili hatırasını şöyle anlatır. 1943'de ilk Büyük Doğu'ları hazırlamanın buhranı içinde kendilerini uzun müddet görememiştim.
Nihayet ilk sayı çıkınca onu elime aldım bir arabaya atladığım gibi doğru Eyüp'e... Eyüp Camii'nin kenarında sağa çıkar çıkmaz, birkaç adam ileri de, Gümüşsuyu tepesine tırmanan mezarlık yolu… Efendi Hazretleri bu dik yoldan bağlılarının kollarında yavaş yavaş çıkarlar ve bu hallerini 'ihtiyarlık' diye tarif ederlerdi. Yoldan koşarak çıktım ve dergahın her zaman yarı açık kapısından içeri daldım.
Ne o? Dergahta kimsecikler yok. Şadırvan boş, camekanlı kısım zaten her zaman olduğu gibi bomboş... Mescid boş ve harem tarafı.
"- Kimse yok mu?" Harem tarafından ve uzaklardan bir kadın sesi cevap verdi:
"- Kimi istiyorsunuz?" "- Efendi hazretlerini."
"- Götürdüler!"
"- Kim götürdü, nereye götürdü?"
"- Polisler alıp götürdü."
Yıldırım hızıyla Eyübe indim ve oradaki alâkalılardan öğrendim ki, Efendi Hazretlerini o sabah, Örfî idare emriyle polis birinci şube memurları alıp müdüriyete götürmüşler, belki de Anadolu’nun herhangi bir köşesine sürgün edecekler.
Soluğu hemen Polis Müdüriyeti'nde aldım. Hüviyetimi belirttim ve Efendi Hazretlerini görmek istediğimi söyledim. Akşam vakti olmasına rağmen Birinci Şube'den dileğimi kabul ettiler, fakat Efendi Hazretleri yerine onunla beraber sürülen nedimi Şakir Üçışık'la görüşmeme müsaade ettiler.
Çocukluğundan beri Efendi Hazretlerinin yanından bir lahza ayrılmamış ve hususi hizmetlerine bakmış olan Şakir, o benim canım kadar sevdiğim insan mahzun bir yüzle geldi. Öpüştük. Fakat böyle anıların manevi baskısı yuzünden midir, nedir, hiçbir şey konuşamadık.
Örfî İdare emriyle İstanbul'dan çıkarılıyorlar, Efendi Hazretleri İzmir'e, Şakir de Mersin'e sürülüyor, bütün bildiğimiz bu kadar. Şakir'e aptal aptal.
"-Bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sordum.
O da gayet tabii: "-Yok!" diye cevap verdi. Halbuki her şeyi bir tarafa bırakmalı, geceyi müdüriyette veya müdüriyetin kapısı önünde geçirmeli, Efendi Hazretlerine vapura kadar refakat etmeli, oradan zıplayıp Ankara'ya gitmeli.
Efendi'nin İstanbul'a döndürülmesi için çırpınmalı, olmazsa İzmir e gitmeli, yanından ayrılmamalı, son nefesine kadar beraberinde kalmalıydım. Bütün bunları vaktiyle yapamamış olmaktan döğündüğüm şeyler… Zaten ondan ayrı olduğum her dakika için döğünsem yeri değil mi? Şakir'e Mersin yolunu tuttursunlar, Efendi Hazretlerini (Abdulhakim Arvasi) bir gece nezaret altında bulundurduktan sonra ertesi sabah vapura bindiriyorlar ve Marmara açıklarına doğru, o çok sevdigi İstanbul'dan ayırıyorlar.
İstanbul hakkında derlerdi ki: "İyiliğin de kötülüğünde en ileri şekli İstanbul'dadır. İyi veya kötü, kim ne olmak dilerse İstanbul'a gelsin."
ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN SÖZLERİ
Bizim meclislerimizde bulunanlar, sukut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde alim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.
Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları, bu şeyhlerin sözlerini ele alarak dine hurafeler karıştırmıştır. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak çok yanlıştır.
Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet alimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir alim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ve kitaplarıyla gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.
Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam'ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.
ABDÜLHAKİM ARVASİ HAZRETLERİ’NİN ESERLERİ
1. Râbıta-i Şerîfe: Râbıta’nın mahiyeti ve uygulanması hakkında özlü bilgiler veren eser, Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır.
2. Er-Riyâzü’t-tasavvufiyye: Tasavvuf, tasavvuf tarihi ve ıstılahları hakkında bilgi veren eseri, Medresetü’l-mütehassisîn’de hocalık yaptığı sırada kaleme almıştır. Eser, Tasavvuf Bahçeleri (İstanbul 1983) adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Bu iki eserin dışında tasavvufî ve dinî konularda kendisine sorulan sorulara cevap olarak yazdığı mektuplar, Tam İlmihal-Seâdet-i Ebediyye adlı kitapta yer almaktadır.
Kaynak: DİA