Abdülkadir Cezayiri Kimdir?
Abdülkadir Cezayiri kimdir? Abdullah Sert Hocaefendi, Hace Musa Topbaş Efendi’nin İslam Kahramanları 3 eserinden Abdülkadir Cezayiri’nin hayatını ve kahramanlıklarını anlatıyor.
ABDÜLKADİR CEZAYİRÎ KİMDİR?
Ìslâm mücahidlerinden. İsmi Abdülkadir bin Muhyiddin’dir. Şeriflerden olup, nesebi Hazret-i Hasan bin Ali’ye dayanır. 1807 senesinde Recep ayının yirmi üçüncü günü Cezayir’in Maasker vilayetinin Kaytana köyünde doğdu. 1883 (H.1300) senesi Recep ayının on dokuzunda Dımışk’ın (Şam’ın) Demir köyünde vefat etdi. Şam’da Salihiyye’de Muhyiddin Arabi –kuddise sirruh- Hazretleri’nin türbesine defnedildi.
İlk tahsilini, Kaytana’da yapan Abdülkadir Cezayiri, Cezayir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Üstün bir zekaya sahibdi. Geniş bilgisi, fazilet ve takvasıyla şöhreti her yana yayıldı. Bu manevi faziletleri yanın- da cesaret, kahramanlık, ata binmek silah kullanmak ve diğer harp san’atlarında üstün maharet sahibi oldu.
Abdülkadir 1826’da (H.1242) babasıyla Mısır’a gitdi. İslâm âleminin ilim merkezlerinden olan Ezher’i ziyaret etdi. Sonra Şam’a gidip Halîd-i Bağdadî –kuddise sirruh-’un ziyaretinde bulundu ve duasını aldı. Daha sonra Bağdad’a gidip şerefli ailelerinin müntesib oldukları, Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretlerinin, kabr-i şerifini ziyaret etti. Ve manevî yardım talebinde bulundu. Cezayir’e döndü. Münzevî (kendi halinde) bir hayat sürdü.
Bu sırada Cezayir’in Fransızlar tarafından işgalini takip eden vak’alar, kendilerini kabilelerinin başına geçmek ve vatanlarını müdafaa etmek mecburiyetinde bıraktı. Abdülkadir Cezayirî’nin, henüz yirmi beş yaşında iken gösterdiği harikulade şecaat (kahramanlık) ve soğukkanlılığı herkesi hayran bırakdı. 1832 (H. 1248) senesi Recep ayında bütün Cezair’e emir oldu. Yapdığı biat konuşmasında:
“Eğer amirliği (liderliği) kabul ediyor isem, bu cihad alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını elde etmek içindir. Benden daha başka deyr ğerli ve kabiliyetli bulacağınız, imanımızı müdafaada hiçbir fedakarlıktan kaçınmayacak, başka biri çıkarsa, yerimi ona bırakmaya hazırım” diyerek cesaret, tevazu ve ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.
Abdülkadir Cezayir’î Fransızlara karşı iki safhalı bir mücadele yürüttü.
Birincisi: 1832-1839 tarihleri arasında, Fransız ordularını perişan edip şaşkına çevirdiği safha,
İkincisi: 1839-1847 tarihleri arasındaki siyasî zaferler safhasıdır.
Abdülkadir Cezayirî, harb ve siyasî yollarla bir çok bölgeleri ele geçirdi. Neticede İskenderiye’de veya Akka’da kalmak şartıyla 1847 (H.1263) senesinde General Lamorciere’ye teslim olmak mecburiyetinde kaldı.
O zamanki Fransız kralının oğlu ve komutanları sözlerinde durmayarak, onu hapsettiler. Sonra Emir ve yanındakiler Cezâyir valisi Due d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Bir müddet Toulon’da Lamalgue sonra da Paris ve nihayet Anboise kalesinde bulunduruldu.
Napoleon imparator olunca Abdulkadir Cezayirî’ye müsaade edilip İstanbul’a gönderildi.
Abdulkadir Cezayirî sultan Abdülmecid Han’ın iltifatına kavuştu. Bursa’da kendisine tahsis edilen konakda ikameti sağlandı ve 1865 (H.1272) senesindeki büyük zelzele sonrasında Şam’a gitti.
Abdulkadir Cezayirî oradan da hacca gitti. İki sene sonra tekrar İstanbul’a döndü. Sultan Abdülaziz han tarafından birinci Osmânî Nişanı ile taltif edildi. Daha sonra ömrünü Şam’da ilim ve ibadetle geçirdi. Şan ve şöhreti doğuda ve batıda her yere yayıldı. Kerametleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ilmine dair yazdığı Mevakıf kitabının her bir bölümü marifetlerle doludur. Şiîrleri Nüzhetü’l-Hâtır adlı kitapda toplanmıştır.
Muharebeler sırasında, Fransız kumandanlarının ileri gelenlerinden General Dumas sonunda Abdulkadir Cezayirî’ye hayran kalmış ve onunla dost olmaya çalışmıştır. Ona İslâmiyetle ilgili birçok sualler sorarak, tatmin edici (doyurucu, ikna edici) cevablar almıştır. Yirmiye yakın olan bu suallerinden biri de İslâmiyetin kadına verdiği değer hakkındadır.
Abdulkadir Cezayirî’nin Fransız generaline cevabı tam bir vakar ve nezaketle şöyledir:
“... Bu mes’elenin gerçek yüzü ve hakikati sizin işitdiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde, kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini (karılarını) çok severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zaruri gereği ise hürmet etmekdir. Yani insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, Sevgili Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Zevcelerine ancak kerim olanlar ikram ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihanet edip kötülük yaparlar.”
Diğer bir hadis-i şerifte de Eshab-ı kirâm radıyallahu anhüme hitaben buyurdular ki:
“Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim.”
Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz mübarek zevcelerini kendi mübarek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu mevzudaki menkıbeleri, nezaket ve edepleri sayılamayacak kadar çoktur. Ev işlerinde Müslümanlar zevceleri ile müşavere ederler. Bir çok işleri, zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinin başkanıdırlar. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu iş erkeklerin vazifesidir. Bunu kadınlarına yükleyemezler, kendileri çekerler.” (Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi, c.1, s.52-54 kısaltılmıştır.)
Abdulkadir Cezayirî’nin Kitabü Mevâkıfyı İrfaniye adlı eseri çok meşhurdur. Bu eser, nurla hûrilerin gerdanlarına yazılsa yeridir. Üstün bir eserdir. İlahî manalara dair bazı anlayışlar vardır. Rabbanî müşahedeleri taşır, Kur’an ve hadislerin tefsiri onda yer alır, denilmiştir. Ve kendisi hakkında şöyle denilmişdir:
Hâsıl-ı kelâm, Abdulkadir Cezayirî, yüce Allah’ın ayetlerinden bir ayet gibi Eğer o geçmiş ümmetler arasında yaşamış olsa idi, ondan yana bize çok hikayeler ve destanlar anlatılırdı. Eğer bu vazonun yeri olsaydı, o güzel bahçeden binlerce çiçek toplar doldururduk. Allah ondan razı olsun. (el-Hadikatü’l-Verdiyye tercümesi, sahife, 1036)
Mü’minlere Yakışan
Abdülkadir Cezayirî hazretlerinin kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplar dikkate şayan olup, bunlardan Muhammed Hasnavî’ye yazdığı 1847 (H.1263) tarihli mektubu şöyledir:
“.. Şecaat, kahramanlık ve cömerdlik sıfatları ile mevsuf olan ve Hak Teâlâ’ya tevekkül eden mücahid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnavî:
Allahü Teâlâ sizin ve bizim halimizi yüceltsin! Dünya ve ahiretdeki emellerimize kavuştursun!
Kıymetli, sabırlı mücahid kardeşim! Allah Teâlâ anlayışını artırsın! Hayırlar ihsan eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhafaza eylesin.
Muhakkak ki cihad, peygamberlerin (aleyhimüs-selam) şiarı, mü’minlerin mesleği ve asıl san’atıdır.
Seni bu himmete kavuşturan Allah Teâlâ’ya hamd ederim. Gayret ve çalışmalarına sevablar verip, ihsan buyurup, bu yolda sana yardım eylesin!
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, sevgili peygamberine (sallallahu aleyhi ve sellem) hitaben cihadın faziletini, kendi yolunda şehit olmanın yüksek derecesini beyan ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerine iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allah Teâlâ’dan yardım dilemelidir. Böylece Allah yolunda şehit olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır.
Cihadın ve şehid olmanın fazileti ve yüksek derery cesi, Tevrat ve İncil’de de bildirilmiştir. Karşılığında Allah Teâlâ cenneti vaad buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihad edenlerin, cihad’a katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecr’e kavuşacaklarını da müjdelemiştir!
Sevgili kardeşim!
Sözün kısası şudur ki Allah Teâlâ bir kimseye din ve dünyanın hayrını dilemedikçe ona cihad nasip etmez. Kime din ve dünyanın hayrını dilerse, onu cihada kavuşturur. Şu halde, kavuştuğun nimetin kadrini iyi bilmelisin! Daima sizin işlerinizi ve hallerinizi takip etmekdeyiz, ve sizinle görüşüp kavuşmayı çok arzu ediyoruz ve size dua ediyoruz. Allahü Teâlâ’dan ümit ederiz ki en hayırlı, bereketli bir zamanda, bizi buluşturup görüşdürsün, âmin...”
Muhammed bin Hasan Bay’a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da, Allah Teâlâ’ya hamd ve Rasûlüne -sallallahu aleyhi ve sellem- salat ü selamdan sonra şöyle buyurmakdadır:
“... Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tazelemek düşüncesiyle, vekilimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki mü’minler tek bir beden gibidir. Biri incinir ise hepsi incinmiş olur, hepsi aynı ızdırabı duyar. Halbuki hakiki mü’min, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Daima birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allah Teâlâ’nın razı olduğu şeylerde ve takva hususunda olmalıdır. Bu Allahü Teâlâ’nın size emridir.”
Dünyada tarihini sevmeyen, tarihine ve tarihini sevenlere, gerçeği görüb gösterenlere, saldıran sözde aydınlar, yalnız bizde fink atabilmekde, yakalarına iliştirdikleri, ilericilik, devrimcilik, batıcılık gibi işporta malı rezaletlerle çalım da satabilmektedir.
O kadar acıdır ki bu, aydın saymak zorunda olduğumuz bu kesime, sadece bu kesime bakılınca dünya sahnesinde tarihini sevmeyen, sevmek ne kelime, tarihini karalayan tek millet olarak görürüz.
Gerçekte ise, övülmeye değen, ve övülen ender tarihlerden birisi, ilk akla gelen bizim tarihimizdir.
Nitekim bizim tarihimizi bizden çok, bizden olmayanlar, İslâmiyete karşı özel kin gütmeyen yabancı ilim adamları övmüşler ve övmektedir.
Pırlanta tarihimizin, gerçeklerini, üstünlüklerini, yüceliklerini, bir kelime ile, bize moral verecek başımızı dik tutmaya, kişiliğimize ermeye yardımcı olacak yanlarını yazan veya eser belirtenlere küfürler yağdırmakdadırlar.
Yazara ve roman, piyes, film vs. eserlere ağızları köpüre köpüre saldırırlar.
Aslında bu saldırılar, yazara da esere de değildir, doğrudan doğruya tarihimize, dolayısı ile bu milletedir.
Onlara bakarsanız, Osmanlı Türk devleti bir kılıç devletidir, zorbadır, yağmacıdır, hatta barbardır.
Biz biliyoruz ki hiçbir kılıç devleti, hiçbir zorba ve yağmacı kuvvet yaşayamaz.
Osmanlı Türk devleti, adaleti, hoşgörüsü, özgürlüğe saygısı bilim ve teknik üstünlükleri sayesinde, dünya tarihinin en uzun ömürlü devleti olmuşdur. O devletin tarihinde, savaşla fethetdiği kaleler kadar da “gel bize adalet getir, haklar ve özgürlükler getir” diye kapılarını açan, anahtarlarını teslim eden kaleler vardır.
Gene bu pırlanta tarihde, Mimar Sinanlar, Davudlar, şair Bakîler, Fuzûlîler, Yunus Emreler vardır ve kervansaraylar, imarethaneler, şifâhaneler, köprüler, yollar, çeşmeler, vakıflar vardır. Kompozitörler, hattatlar, tezhibciler, işinin ehli ustalar vardır.” (Tarık Buğra, 14.2.1988)
Kaynak: Sâdık Dânâ, İslam Kahramanları 3, Erkam Yayınları