Abdullah b. Alevî El-Haddad Hazretleri’nin Sohbeti
Abdullah b. Alevî El-Haddad (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Abdullah b. Alevî El-Haddad Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.
Abdullah bin Alevî El-Haddad -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etti.
ALLÂH’I SEVMENİN ASLI O’NU TANIMAKTIR
Allâh’a tevekkül et, yani O’na güven. Kim Allâh’a güvenirse Allah ona yeter. Onu her şeyden ihtiyaçsız kılar ve dost edinir: “Kim Allâh’a güvenirse Allah ona yeter.” (Talak, 3) Tevekkül, kalbe yerleşen tevhidin gerçekten yerleştiğinin alâmetidir. Kalpte kök salmış, kalbi kaplamış olduğunun delilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O doğunun ve batının Rabbıdır ki, O’ndan başka ilah yoktur. O’nu vekîl edin.” (Müzzemmil, 9) Eğer buna dikkat edecek olursan Cenab-ı Hak nasıl önce rubûbiyetini, sonra ulûhiyetinin birliğini anlatıyor, en sonra da O’na güvenilmesini istiyor. Buna göre yaratıkların tevekkülü terk etmeleri için bir mazaret söz konusu değildir. Allah kullarına tevekkülü emretmiş ve buna teşvik etmiştir: “Mü’minler Allâh’a tevekkül etsinler.” (Tegabün, 13) Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allâh’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 159) Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Eğer siz Allâh’a gerçek mânâsıyla tevekkül etseniz, kuşlar gibi rızıklandırılırdınız. Onlar her sabah aç gider tok dönerler.”
Allâh’a tevekkül etmenin aslı her şeyin Allâh’ın kudretiyle olduğunu kalbin bilmesidir. Faydalı ve zararlı, üzen veya sevindiren her şey Allah’tandır. Eğer bütün yaratıklar bir kimseye fayda vermek için bir araya gelseler, yalnızca Allâh’ın onun için yazdığı bir şeyle ona fayda verebilirler. Yine bütün yaratıklar bir kimseye bir şeyle zarar verebilmek için bir araya gelseler yalnızca Allâh’ın onun için yazdığı bir şeyle zarar verebilirler.
Tevekkülün sıhhatinin şartı, Allâh’ın sebep kıldığı bir şeyle Allâh’a âsi olmamandır. Yasakladığı bir şeyden sakınman, sana emrettiği bir şeyi her anında O’na güvenerek yapman, O’nun yardımına sığınman ve işi O’na bırakmandır. Sebeplerden birine sarıldıysan ve eğer Allâh’a tam itimadın varsa bu sebebin başarılı olmaması senin tevekkülüne bir zarar vermemelidir. Evet, tevekküle gerçekten ulaşan bir kimse dünyevî sebeplere güvenmez. Ancak sebeplerin tamamını terk etmek ise Allâh’a tam manasıyla yönelmiş, kalbi Allah’tan başkalarından tamamen temizlenmiş kimselerden başkası için doğru olmaz. Yine böyle bir kimse sorumluluğunu üzerine aldığı kimseleri sefil etmez, zahiren sebeplere sarılır. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “İnsana günah olarak aile efrâdını sefil etmesi yeter.”
İnsanın bir miktar malının bulunması ve hastalandığı zaman tedavi olması tevekküle mani değildir. Bu, insanı müstağni kılanın, fayda ve zarar verenin yalnızca Allah olduğuna inanan kimseye göredir. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem aile efradı için câiz olduğunu beyân etmek için bir miktar mal bulundurmuştur. Ancak kendisi için ertesi güne hiç bir şey bırakmamıştır. Eğer başkası onun için yarına bir şey bırakmışsa, farkına varınca ondan men etmiştir. Peygamberimize; “ümmetinden cennete hesapsız girecek 70 bin kişinin kimler olduğu” sorulduğunda, onları: “büyü yapmayan, yaptırmayan, yara dağlamayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine tevekkül edenler” şeklinde sıralamıştır.
Tevekkülün Üç Alâmeti
Sadık tevekkülün üç alâmeti vardır:
- Allah’tan başkasından hiç bir şey ummamak, O’ndan başkasından korkmamaktır. Bunun alâmeti yaratıklardan emir veya sultan kim varsa bunlardan korkulduğu vakit hakkı açıkça söylemektir.
- Kalbine rızık düşüncesi girmemesidir. Çünkü Allâh’a tevekkül eden kimse, rızkının Allâh’ın garantisinde olduğunu bilir. Yine mütevekkil bir kimse rızkı bulduğu zaman nasıl olursa, kaybettiği zaman da öyle olur. Belki daha fazla rahat olur.
- Kalbine bir korku geldiğinde mustarip olmamak, sarsılmamaktır. Çünkü bilmelidir: “Onun kaçırdığı bir şey ona gelecek değil, ona gelecek bir şey de başka bir yere gidecek değildir.”
Seyyidim Şeyh Abdülkadir Geylâni Hazretleri kader hakkında konuşurken üzerine büyük bir yılan düştü. Oradakilerin yılandan korkarak hâlleri değişti. Yılan, Abdülkadir Geylani’nin boynuna dolandıktan sonra bir yeninden girdi, diğerinden çıktı. Hazret yılan gelmeden önce nasıl idiyse yılan gelince de aynı şekilde idi. Sözünü kesmeden sohbetine devam etti.
Meşayihden birini yırtıcıların önüne atıp, parçalayıp yedirmek istemişler, fakat yırtıcılar ona zarar vermemişlerdi. Ona soruldu: “Şu yırtıcı hayvanın önüne atıldığın zaman neyi düşünüyordun?” Cevabında dedi ki: “Fıkıhta yırtıcıların artığının hükmünün ne olduğunu düşünüyordum.” Allah bize yeter. O güzel vekildir.
Allâh’ı sev. Bir derecede ki O’ndan başka hiçbir şey sana O’ndan daha sevgili olmasın. Hatta tek sevdiğin O olsun.
Sevginin varlığının sebebi sevilenin tarafındandır. Bu ya onun kemâlinden dolayı ya da ondan bir fayda geldiğinden dolayı olur.
Eğer sen bir şeyi kemâlinden dolayı seviyorsan, kemâl, cemâl ve celâl Allâh’a mahsustur ve bu sıfatlarından O’nun eşi ve ortağı yoktur. Eğer bazı varlıklarda devre devre kemâl ve güzellik görüyorsan, onları kemâle erdiren ve güzelleştiren Allah’tır ve onlardaki güzellik Allâh’a aittir. Çünkü onlara varlık veren, akıl almaz sanatlarla süsleyen O’dur. Eğer o onları var etmeseydi hiçbiri kendi kendine var olmayacaktı.
Eğer bir fayda dolayısıyla seven kimse isen görmen lâzımdır ki, hiçbir ihsan, hiçbir nimet, hiçbir ikram Allah’tan başkasından değildir ve olamaz. Senin ve diğer yaratıkların üzerinde nimet olarak ne varsa hepsi Allah’tandır. Bunların hepsini veren O’dur. Bütün bunlar O’nun cömertliğinin ve sonsuz ihsanının eserleridir. Seni yediren ve içiren, rızkını üzerine alan, barındıran ve sığındıran, çirkin taraflarını görüp örten, mağfiret istediğin zaman mağfiret eden, sendeki iyiliği görünce çoğaltıp meydana çıkaran O’dur. Sen O’na O’nun başarılı kılmasıyla ve O’nun yardımıyla itaat edebiliyorsun. Gayblerde senin ismini anan, kalplere seni sevdiren hep O’dur. Sen O’na O’nun nimetiyle isyan ediyorsun da O’nun ihsanı senden rızkını kesmiyor. Bütün bunlar böyle iken sen nasıl O’ndan başkasını sevebilirsin ve böyle bir yüce ve şefkatli Rabba isyan etmek sana nasıl yakışır!
Allâh’ı sevmenin aslı O’nu tanımaktır. Bunun meyvesi ve derecelerinin en aşağısı ise kalbine hâkim olan şeyin Allah sevgisi olmasıdır. Bu konuda doğruluğun ayarı halk içinde en çok sevdiğin kimse seni Allâh’ı öfkelendirecek bir şeye çağırdığı zaman yahut Allâh’a ibâdetlerinden birini terke çağırdığı zaman ona uymaman ve Allâh’ın rızâsını kazandıracak şey ne ise onu yapmandır. Allâh’ı sevme derecelerinin en yükseği ise Allah’tan başka hiç bir varlığın sevgisinin kalbinde bulunmamasıdır. Bir mü’min için bundan üstün bir şey yoktur. Eğer bu, hakîkatiyle bir kulda tecelli ederse o kul beşeriyetini tümüyle unutur, Allah sevgisine dalar ve O’ndan hiçbir şeyi görmez.
Bilesin ki, Rasûl-i Ekrem sallâllâhu aleyhi ve sellem’i, peygamberleri, Allâh’ın sâlih kullarını ve Allâh’a ibâdete yardımcı şeyleri sevmek Allâh’ı sevmek cümlesindendir. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Allâh’ı size dâimâ vermekte olduğu nimetlerinden dolayı, beni Allâh’ı sevdiğinizden dolayı, ehl-i beytimi de beni sevdiğinizden dolayı seviniz.” Yine Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Benim için birbirlerini sevenlere, benim rızâm için birbirleriyle oturanlara, benim rızâm için birbirlerini ziyaret edenlere, mallarını birbirlerine benim rızâm için bol bol verenlere muhabbetim vacib olmuştur. Yani onları muhakkak severim.”
Muhabbetin Alâmetleri
Gerçek muhabbetin alâmetleri vardır. Bunların en büyüğü ve en üstünü Rasûl-i Ekrem’e bütün sözlerinde, fiillerinde ve ahlâkında tam manasıyla tâbî olmaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki, eğer siz Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 31) Rasûl-i Ekrem’e tâbî olmak Allah sevgisinden dolayıdır. Eğer bu bağlılık çok ise Allah sevgisi de çok, az ise Allah sevgisi de az demektir.
Allâh’ın hükmüne râzı olmalısın. Çünkü kazâya rızâ Allâh’ı sevmenin ve onu tanımanın meyvesidir. Seven sevdiğinin fiiline acı da olsa, tatlı da olsa rızâ gösterir. Bir Kudsî Hadis’te Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Kim benim kazâma râzı olmaz, belâma da sabretmezse benden başka bir rab arasın.” Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Allah bir topluluğu sevdiği zaman onlara imtihan gönderir, râzı olana rızâ, râzı olmayana da öfke vardır.”
Bu sebeple ey mü’min kardeşim, sana gereken; hidâyete erdiren ve dalâlete düşürenin, saîd veya şakî kılanın, yaklaştıran ve uzaklaştıranın, verenin ve vermeyenin, alçaltan ve yükseltenin, fayda ve zarar verenin Allah olduğunu bilmendir. Bunu bilip buna inanmış isen Allâh’a hiç bir yaptığında zâhiren ve bâtınen âsi olmamalısın. İtiraz etmek demek; “bu niye böyle oldu, bu şöyle olmalı değil miydi, falan kimsenin ne günahı vardı da başına bu geldi” demektir. Bütün bunlardan sakın.
Allâh’a mülkünde itiraz eden kimseden daha câhil kim olabilir? Saltanatında O’nunla tartışan kimseden daha zavallı kim olabilir? Hâlbuki kul bilmelidir ki, yaratmak ve emretmek, hükmetmek ve yönetmek, dilediğini yapmak Allâh’a mahsustur. “Yaptığından hiç kimse O’na hiç bir şey soramaz, fakat kullar sorguya çekilirler.” (Enbiya, 23) Hâlbuki sen bundan da öte Allâh’ın bütün fiillerinin, daha sağlam ve ikinci şekli bulunmayacak şekilde tahakkuk ettiğine inanman lazımdır. O’nun yaptığından daha âdil, daha üstün, daha mükemmel hiç bir şey olamaz.
Bu Allâh’ın fiillerine icmâli olarak râzı olmanın hükmüdür. Tafsîlî şekli ise, bunların seninle ilgili olanı iki kısımdır:
Birincisi; sıhhat, zenginlik gibi iyi gelen durumlardır ki, bu gibi hâllerde Allâh’ın sana bir gazabı bulunduğu tasavvur olunmaz, ancak durumu senden daha iyi birine bakar da “niye o benden daha zengin?” dersen bu olmaz. Bu durumda sana vâcip olan Allâh’ın taksimine, yani sana verdiğine râzı olmandır. Çünkü Allah mülkünde neyi dilerse, kime ne kadar vermek isterse o kadar verir. Yahut senin için en hayırlı ve en uygun olanı seçip vermiştir diye itikat etmelisin.
İkincisi; musîbetler, hastalıklar ve maddi sıkıntılar ki, bunlar sana hiç iyi gelmez. Bunlar geldiğinde sana gereken sızlanmamak ve bunlar niye geldi dememektir. Sana yaraşan, râzı olup teslimiyet göstermektir. Eğer buna gücün yetmiyorsa sabret ve mükâfatını Allah’tan bekle. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Allâh’a O’ndan râzı olarak kulluk yap. Buna gücün yetmezse sevmediğin şeylere sabret. Bunda çok hayır vardır.”
Böyle durumlarda rızâ hâli bazı ahmak kimselerin vazifelerini terk edip günahlara dalarak bir huzur hâline girmeleri demek değildir. Çünkü mâsiyetleri işlemek, Allâh’ın emirlerini terk etmek, Allâh’ı öfkelendiren şeylerdendir. İnsan Allâh’ın râzı olmayacağı bir şeyi yaparak nasıl rızâya erebilir! Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer küfrederseniz Allâh’ın size ihtiyacı yoktur. Fakat O kullarının küfrüne râzı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden râzı olur.” (Zümer, 7) Bu zavallı kendinden râzı olur da Allah ondan râzı oldu sanır. Bir insanın hem kendinden hem Allah’tan râzı olması aynı yerde toplanacak şeylerden değildir.
Bu konuda söylenecek en güzel sözü İmam Gazâlî Hazretleri Ebu’l-Feth ed-Dimaşkî’ye yazdığı mektubunda söylemiştir: “Rızâ, Allâh’ın yaptığı bir işe bâtınen râzı olman, zâhiren de Allâh’ın rızâsını kazandıracak şeyi yapmandır. Kul kendinden ne kadar rızâ bulunduğunu anlamak istiyorsa, musîbetler, maddi sıkıntılar geldiğinde, hastalıklar şiddetlendiğinde kendini kontrol etsin. Rızâyı ya bu durumda bulur veya kaybeder.”
Bilesin ki, duâ ve duâda ısrar rızâya mani değildir. Aksine duâya devam etmek rızânın kendisidir. Nasıl olmaz ki, duâya devam etmek, o kimsenin tevhid ehli olduğunun en büyük alâmetidir ve bu kulluk dilidir. Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuşlardır: “Duâ ibâdetin iliği, mü’minin silâhı, göklerin ve yerin nurudur. Kim Allah’tan bir şey istemezse Allah ona gazap eder.” Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Güzel isimler Allâh’ındır. O’na o isimlerle duâ edin.” (A’raf, 180) Yine: “Rabbiniz size demiştir ki, bana duâ edin size icâbet edeyim.” (Mü’min, 60)
İbrahim aleyhisselâm’ın ateşe atıldığı zaman duâ etmemesi onun içinde bulunduğu hâle mahsus bir durumdur. Yoksa Allah birçok yerlerde O’nun duâlarını nakletmiştir. Hatta O’ndan bahsettiği kadar diğer peygamberlerden bahsetmemiştir. Allâh’ın kitabını anlamaya çalış. Bu bilgileri ondan çıkarmaya gayret et. Çünkü bunların tümü O’nda mevcuttur. Küçük ve büyük hiç bir şey müstesna değildir ki, onda bulunmasın. Gizli ve açık her şey ondadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz kitapta anlatmadık hiç bir şey bırakmadık.” (Rum, 58) Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Biz bu kitabı da sana her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rehber kaynağı ve Müslümanlar için de bir müjdeci olarak indirdik.” (Nahl, 89)
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR