Abdullah İbn Mübârek’in (r.a.) Sohbeti
Tebeu’t-tâbiînin ileri gelenlerinden, muhaddis, zâhid ve fakih Abdullah İbn Mübârek’in (r.a.) sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz...
Abdullah İbn-i Mübârek -rahmetullâhi aleyh- bir sohbetinde şöyle buyurur:
EDEB, İNSANIN KENDİSİNİ TANIMASIDIR
Kim ilmi ararsa öğrenir. İlmi öğrenen, günah işlemekten korkar. Günahtan korkan ondan kaçar. Ondan kaçan ise kıyâmet günü hesaptan kurtulur. İlmin evveli niyet, sonra anlamak, sonra yapmak, sonra muhafaza, sonra da yaymaktır. İlimde cimrilik yapan kişiye Allah Teâlâ üç belâ verir; ya ölür ilmi gider yahut unutur veya kendine ilmi unutturacak kimse ile dostluk kurar, öylece ilmi kalmaz.
Ben, peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu zannetmiyorum. Âlimlerden biri, bir ihtiyaçla karşılaşınca, onunla meşgul olur, ilmine devam edemez. Onun ihtiyacını giderip, okumasını sağlamak daha makbûldür.
Âlimleri hafife alanların âhireti, ümerayı hafife alanların dünyası, dostlarını hafife alanların mürüvveti yıkılır.
Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünya sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır. Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allah Teâlâ’nın haram kıldığı şeylerden uzak durması ve dünyaya gönül bağlamamasıdır.
Dünya sevgisi ve günahların istilâ ettikleri kalpten nasıl hayır beklenir? Allah Teâlâ’ya isyan ederken, O’nu sevdiğini açıklarsın. Bu ise kıyasta şaşılacak bir şeydir. Eğer sevgin doğru olsaydı, O’na itaat ederdin; çünkü seven, sevdiğine itaat eder.
Gece karanlığı bastığı zaman, müttakîler rükû ederler. Çünkü korku, uykularını kaçırmıştır. Kendilerini emniyette hisseden gâfiller ise, dünyada gaflet uykusuna dalmış, fırsatı kaçırmışlardır.
Benim için şüpheli bir dirhemi iâde etmek, yüz bin, hatta milyon dirhem sadaka vermekten, daha sevimlidir.
Din kardeşimin bir ihtiyacını görmem, bir sene nâfile ibâdet etmemden daha önemlidir.
Mü’min, dâimâ mazeretleri kabul eder, münâfık ise dâimâ sürçmeleri arar. En tatlı şey, kardeşlerle sohbet ve kifâyet miktarı ile yetinmektir.
Tevâzûun başı, dünyalıkta senden daha aşağıda olan kimseler yanında onlardan fazla bir şeyin olmadığını, senden çok servete sâhip olanların karşısında da onların senden fazla bir şeyleri olmadığını gösterir bir tavır takınmandır.
Âlimler edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın kendini tanımasıdır. Çok ilimden ziyade az da olsa edebe muhtacız. Ârif için edeb, mübtedî için tövbe mesâbesindedir.
İnsanların en alçağı din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır. Kişi için en güzel süs; sükût, doğruluk ve vakârdır. Sâlih kimselerden olmadığım hâlde, sâlihleri severim. Kötü kimselerden daha aşağı olduğum hâlde, kötüleri sevmem.
Eğer gıybet etseydim, anamı, babamı gıybet ederdim. Çünkü sevaplarımın onlara verilmesi daha hayırlı olur. İnsan; nefis, şeytan, münâfık gibi üç düşmanla karşı karşıyadır ve bunlardan kurtulmak çok güçtür. Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşek davranmak, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da mârifete, Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşamaz. Çalışıp kazanma zahmeti çekmemiş kimsede hayır yoktur. Nice küçük amel, niyetle büyür, nice büyük amel ise niyetle küçülür.
***
“Güzel ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?” diye sorduklarında; “kızmamaktır” dedi. “İnsandaki en üstün haslet hangisidir?” diye sorulunca; “kâmil akıl” buyurdu. “Eğer o yoksa?” dediler, “güzel edebdir” buyurdu. “O da yoksa?” dediler, “kendisiyle istişare edilecek şefkatli bir kardeş” dedi. “O da yoksa?”, “devamlı sükût.” “O da bulunmazsa?” dediklerinde; “ölmektir” dedi.
Bir yolculuğunda kötü huylu bir insan ile arkadaş olmuş, adamın her dediğini yapmaya gayret etmiş, eziyetlerine katlanmış ve onu darıltmamaya çalışmıştı. Yolculuk sona erip ayrıldıkları zaman, sanki iyi bir arkadaşını kaybetmiş gibi hüzünlendi. Sebebini sorduklarında şöyle dedi: “Buna acıdığım için ağlıyorum. Çünkü ben kendisinden ayrıldım, fakat onun kötü huyu hâlâ kendisiyle beraber.”
Bir kimse çocuğunun âsiliğinden şikâyet etti. “Çocuğuna bedduâ ettin mi?” diye sordu. O zât: “Evet” cevabını verince: “Çocuğun bozulmasına sen sebep olmuşsun!” dedi.
Çok misâfirperverdi. Canının istediği bir şeyi misâfirsiz yemezdi. Sebebini sorduklarında; “Kıyâmet günü misâfir ile yenenden sual olunmayacağını duydum da ondan.” diye cevap verirdi. Onun çok ikramda bulunduğunu gören birisi; “Malınız azalıyor, misâfire ikram işini biraz azaltsanız?” dediğinde; “Mal azalıyorsa, ömür de bitiyor.” buyurdu.
Meyvelerin iyilerini misâfirlerine takdim eder ve “Kim çok yerse, her çekirdeğe bir dirhem diş kirası vereceğim.” derdi. Fazla yiyene, fazla yediği için her çekirdek için bir dirhem verirdi. Bu hareketi, yemekte sıkılganlığı kaldırmak ve neşeyi arttırmak için âdeta müsabaka idi.
Bir muharebede arkadaşlarına: “Bundan makbûl bir amel bilir misiniz?” diye sordu. Arkadaşları: “Bilmeyiz.” dediler. “Ben bilirim.” dedi. “Nedir?” diye sordular. “Âilesi kalabalık olan fakir bir kimsedir ki, gece uyanır ve açılmış olan çocuklarını örter. Onun bu hareketi, bizim bu gazâmızdan daha makbûldür.” dedi.
Kendisine “zâhid” diye hitap ettiklerinde: “Zâhid, Ömer b. Abdülâzîz’dir. Dünya ona teveccüh ettiği hâlde o onu terk etmiştir. Ben nereden zâhid olayım? Dünya bana teveccüh etmiş değildir ki, onu terk ile zâhid olayım?” dedi.
Bir sene hacca giderken bir çöplüğün yanından geçiyorlardı. Orada yerden ölü kuşu alan bir kızcağız gördü. Ona hâlini sordu. O da: “Benden başka bir de kardeşim var. Yoksuluz, bir şeyimiz yok. Üç gündür açız. Biz zengindik. Babamızın malı vardı. Zulüm ve haksızlıkla malını alıp öldürdüler. Gördüğünüz gibi muhtaç hâle düştük.” dedi. Gözleri yaşardı, yanındaki bin altından 40’ını memlekete dönmek için ayırdı, kalanının o kızcağızın ailesine verilmesini emrederek; “Geri dönüyoruz bu seneki haccımız bu olsun.” buyurup, geri döndü.
***
Bir sene hacdan sonra rüyasında gökten inen iki melekten birinin diğerine; “Bu sene kaç kişi hacca geldi?” dediğini duydu. Öbür melek; “Altı yüz bin kişi.” dedi. “Peki, kaç kişinin haccı kabul edildi?” O da: “Bunlardan hiç birinin haccı kabul edilmedi.” diye cevap verdi.
Bunu işitince üzerine büyük bir sıkıntı çöktü. Dedi ki: “Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyanın her tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?”
Bunun üzerine o melek; “Şam’da ayakkabı tamir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabul edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabul edildi.” dedi. Bunu işitince uykudan uyandı ve “gidip o zâtı ziyaret etmeliyim” dedi.
Arkadaşlarından ayrılıp, Şam kàfilesine katıldı. Şam’a gidince, o zâtın evini araştırıp buldu. Kapıyı çaldı. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordu. “Ali bin Muvaffak” dedi. Ev sahibi ismini sordu. “Abdullah bin Mübârek” deyince çok heyecanlandı. O’na gördüğü rüyayı anlattı. Haccının kabul edildiğini ve kendi haccı ile beraber altı yüz bin kişinin ibâdetinin makbûl sayıldığını haber vererek; “Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat” diye rica etti. O da şunu anlattı:
“Ben ayakkabı tamircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi.
Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: ‘Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Koca Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zaruret miktarınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Bu onlara helaldir, ama size helâl olmaz.’
Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve ‘bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!’ dedim.”
Bunun üzerine; “Allah Teâlâ, doğru rüya gösterdi” buyurdu.
***
Şöyle anlatıyor: Allâh’ın Beytü’l-Harâm’ını (Kâbe’yi) haccetmiş ve Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyaret maksadıyla yola çıkmıştım. Yolda bir karaltı gördüm. Dikkatlice baktım, sırtında yünden bir bürgü, başında da yünden bir başörtüsüyle yalnız bir kadındı. Kendisine:
- Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!” diyerek selâm verdim.
O da, Yâsin sûresinden:
“(Bu da) çok esirgeyici Rab’lerinden bir selâmdır!” (Yâsîn, 58) âyetini okuyarak selâmıma mukabele etti.
- Allah sana iyilik versin! Sen burada ne yapıyorsun?” diye sordum. A’râf sûresinin 186. âyetinden:
“Allah kimi şaşırtırsa, onu yola getirecek yoktur...” kısmını okudu. Anladım ki, yolunu kaybedip orada kalmış. Ona:
- Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordum. İsrâ sûresinin 1. âyetinden:
“...Kulunu bir gece Mescid-i Harâm’dan alıp Mescid-i Aksâ’ya götüren...” bölümünü okudu. Anladım ki, kendisi haccetmiş, Beytü’l-Makdis’e (Kudüs’e) gitmek istiyor. Kendisine:
- Kaç gündür buradasın?” diye sordum. Meryem sûresinin 10. âyetinden:
“...Sen sapasağlam olduğun hâlde, üç gece...” kısmını okudu.
- Yanında yiyecek bir azığın da yok?” dedim. Şuarâ sûresinin:
“Beni yediren, içiren O’dur!” mealli 79. âyetini okudu.
- Sen bu susuz çölde ne ile abdest alıyorsun?” diye sordum. Nisâ sûresinin 43. âyetinden:
“...Su da bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm ediniz” bölümünü okudu.
- Benim yanımda yiyecek var. Yemek ister misin?” dedim. Bakara sûresinin 187. âyetinden:
“...Sonra, akşama kadar orucu tamamlayınız” bölümünü okudu.
- Bu ay Ramazan ayı değil ki?” dedim. Bakara sûresinin 158. âyetinden:
“...Kim gönlünden koparak (vacip olmayan amellerden) bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah, taatlerin ecrini veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir!” kısmını okudu.
- Seferde iftar bize mubah kılınmıştı ya?” dedim. Bakara sûresinin 184. âyetinden:
“...Eğer bilirseniz (güçlüğüne rağmen) oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır” bölümünü okudu.
- Niçin benim seninle konuştuğum gibi konuşmuyorsun?” diye sordum. Kâf sûresinin:
“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın!” mealli 18. âyetini okudu.
- Seni deveme bindirip kafilene yetiştireyim.” dedim. Bakara sûresinin 197. âyetinden:
“...Siz ne hayır işlerseniz, Allah onu bilir...” mealli bölümü okudu.
Onu bindirmek üzere hemen devemi hazırladım. Nûr Sûresi’nin 30. âyetinden:
“Mü’minlere söyle; gözlerini haramdan sakınsınlar!” mealli bölümü okudu.
Deveye binince, Zuhruf sûresinin 13 ve 14. âyetlerinden:
“...Bunları bize râm eden Allâh’ın şânı ne yücedir! Yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz.” kısmını okudu.
Yola koyulunca da Müzzemmil sûresinin 20. âyetinden:
“...Artık Kur’ân’dan, kolayınıza geleni okuyun!” mealli bölümü okudu. Ben de:
“...Kime hikmet verilirse muhakkak ki ona pek çok hayır verilmiş demektir...” (Bakara, 269) âyetinden ilhamla:
- Sana çok hayır verilmiştir!” dedim. O da, bu âyetin devamındaki:
“...Sâlim akıl sâhiplerinden başkası iyi düşünmez!” (Bakara, 269) mealli bölümü okudu. Nihâyet kafileye yetiştik ve:
- İşte kâfilen bu! Onun içinde senin kimin var?” dedim. Kehf sûresinin 46. âyetinden:
“Servet ve oğullar, dünya hayatının ziynetidir...” mealli bölümü okudu. Anladım ki kafilenin içinde oğulları var.
- Onların hac kafilesindeki vazifeleri nedir?” diye sordum. Nahl sûresinin:
“Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” mealli 16. âyetini okudu. Anladım ki, oğulları kafilede kılavuzdurlar. Çadırları ve imâretleri işaret ederek:
- Şunlar içinde senin oğulların kimlerdir?” diye sordum. Nisâ sûresinin 125. âyetinden:
“...Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir.” mealli son bölümü, 164. âyetinden
“...Allah, Mûsâ ile gerçekten konuştu.” mealli bölümü, Meryem sûresinin 12. âyetinden;
“Ey Yahyâ! Kitâba var gücünle sarıl!” mealli birinci bölümü okudu. Bunun üzerine, ben de:
- Ey İbrâhim! Ey Mûsâ! Ey Yahyâ!” diyerek seslendiğimde, ay parçası gibi üç genç çıkageldi. Gelip oturduklarında anneleri, onlara Kehf Sûresi’nin 19. âyetinden:
“...Şimdi siz birinizi gümüş para ile şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temizse ondan size bir erzak getirsin!” mealli bölümü okudu.
Gençlerden biri giderek yiyecek satın aldı, onu önüme koydular. Kadın, Hâkka Sûresi’nin:
“Geçmiş günlerde işlediğiniz iyiliklerin karşılığı olarak âfiyetle yiyiniz, içiniz!” mealli 24. âyetini okudu. Fakat ben kadının oğullarına:
- Şimdi siz annenizin hâlini haber vermedikçe, yemeğiniz bana haram olsun!” dedim. Bunun üzerine gençler:
- Bu bizim annemiz, Rahmân olan Allâh’a karşı bir hatâya düşme korkusuyla, kırk yıldan beri Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden başkasını konuşmaz!” dediler. Ben de Cuma Sûresi’nin:
“Bu, Allâh’ın kime dilerse ona vereceği bir fazl (u inâyetidir)! Allah büyük fazl (u kerem) sâhibidir!” mealli 4. âyetini okudum.
***
Vefatı yaklaştığı zaman bütün malını fakirlere verdi. Hizmetinde bulunan bir talebesi; “Efendim, mâlûmunuz üç çocuğunuz var. Onlara mîras bırakmayacak mısınız?” deyince: “Onları Allah Teâlâ’ya emanet ediyorum. O, en iyi vekildir. Eğer çocuklarım, sâlih olursa, Cenâb-ı Hak, hiç ummadıkları yerden rızıklandırır. Yok, fâsık olurlarsa, malımın kötü insanlara kalmasını istemem.” buyurdu.
Son anlarında azatlı kölesi Nasr’a; “Başımı toprağa koy!” dedi. Nasr ağlamaya başladı. “Niçin ağlıyorsun?” deyince; “Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü görüp ağlıyorum.” dedi. İbn-i Mübârek; “Ağlama, çünkü ben, Allah Teâlâ’dan zenginler gibi yaşamak ve yoksullar gibi ölmek istedim. Şimdi sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu terk etme.” buyurdu. Vefat ânında gözlerini açtı, güldü ve mealen; “Amel edenler, bu ebedî nimete kavuşmak için çalışsınlar.” (Sâffât, 61) âyet-i kerimesini okudu.
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları