Abdullah Zül-bicâdeyn (r.a.) Kimdir?
Tebük Seferi’nde şehît olan ve Peygamber Efendimizin kabre bizzat indirdiği, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn (r.a.) kimdir?
İsmi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz tarafından verilen, peygamber aşığı yetim sahabi; Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn’in (r.a.) hayatı.
Zülbicâdeyn Ne Demek?
Ashabı Kiram olan Abdullah b. Abdinühm b. Afîf el-Müzenî (r.a)'a verilen isimdir. “iki parça elbise sahibi” manasına gelen “Zülbicâdeyn” ismini Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vermiştir.
ABDULLAH ZÜLBİCÂDEYN’İN (R.A.) HAYATI
Abdullah b. Abdinühm b. Afîf el-Müzenî (ö. 9/630)
Müzeyne kabilesine mensuptur. İslâm’a girmeden önceki ismi Abdüluzzâ idi, Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ismi Abdullah olarak değiştirdi. Ünlü sahâbî Abdullah b. Mugaffel’in amcasıdır. Resûl-i Ekrem ona Zülbicâdeyn diye hitap ettiğinden bu lakapla tanınmıştır.
Küçük yaşta iken babası hiçbir şey bırakmadan ölünce varlıklı bir kişi olan amcasının himayesinde büyüdü; onun sayesinde deve, koyun ve köle sahibi oldu. Meskûn bölgeden uzakta yaşayan Zülbicâdeyn, Resûlullah’ın Medine’ye hicret etmesi üzerine İslâm’a büyük ilgi duydu, fakat amcası buna karşı çıktığından Müslümanlığı benimsemeye cesaret edemedi. Nihayet bir gün amcasından müslüman olmak için izin istedi. Bu isteğine de şiddetle muhalefet eden amcası, böyle bir şey yaptığı takdirde sırtındaki elbiseye varıncaya kadar her şeyini elinden alacağını söyledi. Buna rağmen Zülbicâdeyn, taşa tapmayı bırakacağını ve Hz. Muhammed’e tâbi olacağını söyleyerek amcasının verdiği her şeyi iade etti.
Resûl-i Ekrem’in yanına gitmek için giyeceği bir elbisesi kalmadığından annesi ona “bicâd” denilen bir kumaşı (veya bir kilimi) ikiye bölerek bir tür elbise yaptı. Medine’ye varınca geceyi Mescid-i Nebevî’de geçirdi ve sabah namazında kıyafetiyle Resûl-i Ekrem’in dikkatini çekti. Resûlullah ona kim olduğunu sorunca, “Ben abdim” diye cevap verdi. Hz. Peygamber de “Hayır, sen Abdullah Zülbicâdeyn’sin” dedi. Ardından o günden itibaren sahâbe arasında bu lakapla tanındı.
Resûlullah’ın tâlimatıyla Selemeoğulları tarafından evlendirildi. Daha sonra bazı gazvelerde Resûl-i Ekrem’e rehberlik etti, Tebük Gazvesi’nde onun devesini güzel nağmelerle yürüttü. Zülbicâdeyn Kur’an okurken, Allah’ı zikredip dua ederken sesini yükseltirdi. Ashaptan biri onun bu halinden söz ederek riyakârlık yaptığını ima edince Resûl-i Ekrem onun riyakâr değil içi yanık, gözü yaşlı bir kimse olduğunu söyledi (Müsned, IV, 337).
Zülbicâdeyn Tebük Gazvesi sırasında hummaya yakalandı ve bir gece şehid oldu. Cenaze namazı Resûlullah tarafından o gece kıldırıldıktan sonra yakılan bir ateşin ışığında defnedildi. Resûl-i Ekrem kabrinin geniş tutulmasını ve naaşının hırpalanmadan taşınmasını emretti; ardından bizzat kabrine inerek Hz. Ebû Bekir ile Ömer’in yardımıyla naaşı alıp kabre koydu. Defin işlemi tamamlandıktan sonra Resûlullah kıbleye döndü ve ellerini kaldırarak, “Allahım! Ben ondan razıyım, sen de razı ol!” diye dua etti ve onun Allah’ı ve resulünü seven, içi yanık, gözü yaşlı ve çok Kur’an okuyan bir kimse olduğunu söyledi. Olayı izleyen Abdullah b. Mes‘ûd’un, “Ben ondan on beş yıl önce müslüman oldum” dediği, Zülbicâdeyn’in Resûl-i Ekrem tarafından kabre konulup methedilmesine çok imrendiği ve onun yerinde olmayı çok istediği rivayet edilir.
ABDULLAH ZÜL-BİCÂDEYN (R.A.) KİMDİR?
TEBÜK SEFERİ’NİN TEK ŞEHİDİ
Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehît olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî’dir. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı. Allâh Resûlü Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullâh Müslüman olmak istemişse de müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullâh, amcasına:
“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim Müslüman olmama izin versen?” dedi.
Amcası:
“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olacak olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana vermiş olduğum şeylerin hepsini çeker alırım!” dedi.
Abdullâh:
“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.
Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullâh, elbisesiz olarak anasının yanına gitti. Anası, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullâh, onun yarısını belinden yukarısına, yarısını da belinden aşağısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Resûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü.
İKİ ÇUL SAHİBİ
Allâh Resûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Hazret-i Peygamber sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:
“–Sen Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn (ذُو الْبِجَادَيْن: çifte çul/kilim sâhibi)sin! Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu. Abdullâh suffede bulunuyor, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreleri okuyup ezberlemişti.
Allâh Resûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehîd olup Rabbinin yolunda cânını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber’den ısrarla duâ taleb etti. Resûlullâh:
“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti.
Abdullâh:
“–Yâ Resûlallâh! Ben öyle istememiştim!” dedi.
Allâh Resûlü:
“–Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîtsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîtsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olursa, şehîtlik için sana yeter!” buyurdular.
Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Resûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allâh ve Resûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn idi.
Abdullâh bin Mesut, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Resûlullâh, Hazret-i Ebûbekir ve Ömer, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn’in cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Resûlullâh, kazılan kabre indi. Hazret-i Ebûbekir ve Ömer cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.
Allâh Resûlü:
«−Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Resûlullâh, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:
«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»”
Abdullâh bin Mesut sözlerine devamla diyor ki:
“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an:
«Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)
YORUMLAR