Aç İnsanları Doyurmak ile İlgili Ayet ve Hadisler
Aç insanları doyurmanın ve susuzlara su vermenin fazileti ile ilgili örnekler.
Allâh’a kulluk için yaratılan insanın en mühim bedenî ihtiyâcı gıdâdır. İnsanoğlu bu ihtiyâcını karşılayamadığı takdirde, hayâtiyetini sürdüremez, dolayısıyla var oluş gâyesi olan kulluğu da îfâ edemez. Bu sebeple açları doyurmak ve susuzlara su vermek, en hayâtî hizmetlerden biridir. Zâten İslâm âlimleri de; “İhsan ve ikrâmın en kıymetlisi, yemek yedirmektir. Zîrâ insanın maddî yapısı, yemek ile kâimdir ve hayat da yemek ile devâm eder.” demişlerdir.
AÇLARI DOYURMAK İLE İLGİLİ AYETLER
İctimâî bir ibâdet olan açları doyurmakta derin bir ilâhî sır mevcuttur. Kureyş Kavmi’ne nîmetlerini hatırlatan Allah Teâlâ:
“Onlar, kendilerini açken doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 3-4) buyurarak bunun ehemmiyetine işâret etmektedir.
Cenâb-ı Hak, mahlûkâtı yedirip içirdiğini, kendisinin ise böyle bir şeye ihtiyaç duymadığını bildirerek “doyurmak” fiilini kendisine izâfe etmiştir.[1] O hâlde mü'min, açları doyurmak ve susuzlara su ikrâm etmek sûretiyle, hem büyük bir ecir almış, hem de ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olmaktadır.
Allah Teâlâ, kullarını bu ulvî haslete teşvik ederek kesilen kurbanlar hakkında şöyle buyurur:
“…Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (el-Hac, 28)
“…Onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin...” (el-Hac, 36)
Bâzı şer’î cezâlar da fakirlerin doyurulmasına yönelik konulmuştur. Meselâ yemin keffâreti, on yoksulu;[2] zıhar keffâreti de altmış yoksulu doyurmaktır.[3] İhramlıyken av hayvanını öldüren kimse, cezâ olarak fakirleri doyurur,[4] oruç tutmaya güç yetiremeyen kimse de buna karşılık yine bir fakiri doyuracak kadar fidye verir.[5]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:
“Hastayı ziyâret edin, aç olanı doyurun, esiri kurtarın!” (Buhârî, Cihâd 171, Et’ime 1, Nikâh 71, Merdâ 4)
Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kudsî hadîste açları doyurmayı şu çarpıcı üslûb ile anlatır:
“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde:
«…Ey Âdemoğlu! Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın!» buyurur. Âdemoğlu:
«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der. Allah Teâlâ:
«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdemoğlu! Sen’den su istedim, vermedin!» buyurur. Âdemoğlu:
«–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der. Allah Teâlâ:
«–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)
Demek ki ilâhî irâde her hâlükârda açların doyurulması istikâmetindedir. Cenâb-ı Hak bu mühim ictimâî hizmeti gören ihlaslı kullarını şöyle medheder:
“Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11)
Açları doyurmamak, onlarla ilgilenmemek, Kur’ânî ifâdeyle; “sarp yokuşu aşamamak”tır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 11-16)
YETİMİ VE YOKSULU DOYURMAK
Yetimi ve yoksulu doyurmak, zorluğu nisbetinde bereketli ve feyizli bir hizmettir. Bu bereketli fırsatı kaçırarak sarp yokuşu aşamayanlar, yâni infak fazîletini gösterebilmek için sarp bir yokuş gibi çetin olan nefs engelini bertarâf edemeyenler, âhirette pişman olacaklardır. Onların üzüntü ve pişmanlıklarını anlatan bir manzara âyet-i kerîmelerde şöyle gözler önüne serilir:
“Defteri sağdan verilenler cennetler içindedirler. Günahkârlara:
«–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Suçlular derler ki:
«–Biz namaz kılanlardan değildik, fukarâya yemek yedirmezdik, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık, cezâ gününü de yalanlardık. O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 39-48)
Bir mü’min, imkânları nisbetinde açları doyurmaya bizzat gayret etmekle birlikte, toplumda bu mühim vazifenin yerine getirilmesi için de gayret göstermeli, diğer insanları da bu işe teşvik etmelidir. Zîrâ Rabbimiz, açları bizzat doyurmayan kişiler bir yana, diğer insanları buna teşvik etmeyen kimseleri dahî ihtâr ederek şöyle buyurur:
“Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz!” (el-Fecr, 18)
Yine amel defteri solundan verilip de hüsrâna uğrayan mücrimden bahsedilirken:
“Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi.” (el-Hâkka, 34) buyrulmaktadır.
Âhirete inanmayan kimsenin başta gelen vasıfları sayılırken de yine, “Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.” (el-Mâûn, 3) buyrulur.
Öyleyse âhirete inanan mü’minlerin en bâriz husûsiyetlerinden biri de açları doyurmak, yoksula infâk etmektir. Nitekim bir kimse Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmek ve selâm vermektir.” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân 6, 20, İsti’zân 9, 19; Müslim, Îmân 63)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurur:
“Kırk iyilik vardır ki bunların en üstünü, birisine sağıp sütünden faydalanması için ödünç olarak sütlü bir keçi vermektir...” (Buhârî, Hibe, 35; Ebû Dâvûd, Zekât, 42)
Peygamber Efendimiz, kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de şu tavsiyede bulunmuştur:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed, II, 263, 387)
Allâh’ın rızâsının hangi amelde olduğu bilinmez. Rızâ-yı ilâhî, bâzen küçük görünen bir amelde, bâzen orta, bâzen de büyük bir amelde gizlidir. Dolayısıyla bir açı doyurmayı, bir kişiye su vermeyi küçük görmemek gerekir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlara su vermenin fazîletini şu ibretli hâdiseyle anlatır:
“Kıyâmet günü cennet ehli saf saf olurlar. Derken cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine uğrar ve:
«–Ey filân! Hatırladın mı sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim.» der, (ve bu sûretle şefaat ister). Mü’min de o kimseye şefaat eder…” (İbn-i Mâce, Edeb, 8)
AÇLARI DOYURMAK İLE İLGİLİ HADİSLER
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinden çok ashâbını ve ümmetini düşünürdü. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle O, “Raûf” ve “Rahîm” yâni çok şefkatli ve çok merhametli idi. Ashâbı doymadan Allah Rasûlü ve âilesi doymazdı. Elinde ne varsa muhtaçlara verir, kendi evinde günlerce ocak yanmaz, ekmek bulunmazdı. Bunun pek çok misâli mevcuttur. Onlardan bir kısmı şöyledir:
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a yemin ederim ki, ben bâzen açlıktan karnımı yere dayar, bâzen de mideme taş bağlardım. Birgün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum. Hazret-i Ebû Bekir uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile kendisine Allâh’ın kitâbından bir âyet sordum. Cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Sonra Hazret-i Ömer geldi. Belki beni doyurur düşüncesi ile ona da Allâh’ın kitâbından bir âyet sordum. O da cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımdan geçti ve beni görünce tebessüm etti. Kalbimden geçeni yüzümden anlayarak:
«–Ebû Hüreyre!» dedi. Ben de:
«–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
«–Beni takip et.» buyurdu ve yoluna devâm etti. Ben de peşinden yürüdüm. Hazret-i Peygamber evine girdi. Ben de girmek için izin istedim; izin verilince içeri girdim. Bir kap içinde süt buldu ve:
«–Bu süt nereden geldi?» diye sordu.
«–Falan şahıs onu Siz’e hediye etti.» dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ebû Hüreyre!» diye seslendi. Ben:
«–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim.
«–Suffe ehline git, onları bana çağır.» buyurdu.
Suffe ehli, İslâm misâfirleri idi. Onların ne sığınacak âileleri ne malları ne de bir kimseleri vardı. Hazret-i Peygamber, kendisine bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise, onlara da gönderir, kendisi de ondan bir parça alır ve böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı.
Allah Rasûlü’nün Suffe ehlini dâvet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime; «Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içerek kuvvetlenmek, herkesten çok benim hakkım. Oysa onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmemek de olmaz.» dedim.
Neticede onlara gittim ve kendilerini dâvet ettim. Onlar bu dâvete icâbet ederek içeri girmek için izin istediler. Kendilerine izin verildi, onlar da evde yerlerini aldılar. Hazret-i Peygamber:
«–Ebû Hüreyre!» diye seslendi. Ben:
«–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim.
«–(Sütü) al, onlara ikrâm et!» buyurdu. Ben de süt kabını aldım, sırayla herkese ikrâm etmeye başladım. Verdiğim kişi kanıncaya kadar içiyor, sonra kabı geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum, o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasûlullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp tebessüm etti. Sonra:
«–Ebû Hüreyre!» dedi.
«–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim.
«–Bir ben kaldım, bir de sen.» buyurdu. Ben:
«–Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah!» dedim.
«–Otur da iç!» buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine:
«–Otur, iç!» buyurdu. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz durmadan:
«–İç, iç!» buyuruyordu. Sonunda ben:
«–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.» dedim.
«–Bana ver!» buyurdu. Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti.” (Buhârî, Rikâk, 17)
Açları Doyurmanın Bereketi
Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman -radıyallâhu anhümâ- şu hâdiseyi nakleder:
“Suffe Ashâbı gâyet fakir kimselerdi. Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«–İki kişilik yemeği olan, (Suffe Ashâbı’ndan) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da bir beşincisini ve hattâ altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!»
Babam Ebû Bekir, onlardan üç kişiyi evimize getirdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de on kişiyi hâne-i saâdetlerine götürüp ikrâm etti… Allâh’a yemin ederim ki, yediğimiz her lokmanın ardından yemek daha da artıyordu. Nihâyet misâfirler doydular. Yemek de ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu. Hazret-i Ebû Bekir, yemeğe baktı ve hanımına hitâben:
«–Ey Benî Firâs’ın kızı! Bu ne hâl?» dedi. O da:
«–Gözümün nûruna yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli daha fazla!» dedi.
Babam yemeğin geri kalanını Allah Rasûlü’ne gönderdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yemekten yedi. Kalan yemek, orada sabaha kadar durdu. Biz müslümanlarla bir kabîle arasında anlaşma vardı. Anlaşmanın süresi bittiği için onlar Medîne’ye gelmişlerdi. İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Her biri ile beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi o yemekten yediler.” (Bkz. Buhârî, Mevâkît 41, Menâkıb 25, Edeb 87-88; Müslim, Eşribe 176, 177)
Açları Doyurmak
Açları doyurmanın lüzûmuyla birlikte, güzel bir eğitim metodu da tâlim eden şu rivâyetler oldukça dikkat çekicidir:
Abbâd bin Şurahbil -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bahçe sâhibine:
«–Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.
Sonra bahçe sâhibine torbamı iâde etmesini söyledi.
Daha sonra Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa‘ miktârında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)
Müslümanlar, câhili haramdan sakındırmak için ona öğretmekle mükelleftirler. Açlık ve yokluk da insanı çâresizlik içinde harâma el uzatmaya zorlayabileceğinden, açları doyurmak, en mühim vicdânî vazifelerimizden biridir. Bununla birlikte, yanlış yapanlara dâimâ yumuşak bir lisân ile îkazda bulunmak ve onlar için duâ etmek gerekir.
Açlıktan Midelerine Taş Bağlarlardı
Âlemlerin Efendisi, kendisi ve âilesi de muhtaç olduğu hâlde, evvelâ ashâbının fakirlerini doyurmayı şiâr edinmişti. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Peygamber Efendimiz’in kızı Fâtıma, babasına âilesinin en sevgili olanı idi. Değirmen çevirdiği için elinde, kırba ile su taşıdığı için boynunda yaralar oluşur, evi süpürdüğü için de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Bir ara Allah Rasûlü’ne bâzı savaş esirleri getirilmişti. Fâtıma’ya:
«–Babana gidip kendine bir hizmetçi istesen!» dedim.
Fâtıma gitti, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in, o sırada bâzı kimselerle konuştuğunu gördü ve geri döndü. Ertesi gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Fâtıma’ya gelerek:
«–Kızım ihtiyâcın ne idi?» diye sordu. Fâtıma sükût edip cevap vermedi. Ben araya girip:
«–Ben anlatayım ey Allâh’ın Rasûlü!» dedim ve vaziyeti anlattım. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ey Fâtıma! Allah’tan kork! Allâh’ın farzlarını edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallah, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.» buyurdular.
Fâtıma -radıyallâhu anhâ-:
«–Allah’tan ve Rasûlü’nden râzıyım!» dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hizmetçi vermedi.” (Ebû Dâvûd, Harac, 19-20/2988)
Diğer bir rivâyette Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir:
“–Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan midelerine taş bağlarken ve ben de onlara sarf edecek bir şey bulamazken size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106)
Yemek Bereketlendi
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Üvey babam Ebû Talha, annem Ümmü Süleym’e:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesi kulağıma pek zayıf geldi; kendisinin aç olduğunu da biliyorum. Yanında yiyecek bir şey var mı?” dedi. Ümmü Süleym:
“–Evet, var.” dedi ve arpa ekmeğinden yapılmış birkaç çörek çıkardı. Sonra kendisine âit bir başörtüsü aldı; onun bir tarafına çörekleri sarıp dürdü ve elbisemin altına yerleştirdi. Örtünün bir kısmını da belime sardı, sonra beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdi. Ben ekmeği götürdüm. Allah Rasûlü’nü mescitte, cemaatle birlikte otururken buldum. Ben de yanlarında ayakta durdum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Seni Ebû Talha mı gönderdi?” buyurdu. Ben:
“–Evet.” dedim.
“–Yemek için mi?” buyurdu.
“–Evet.” diye cevap verdim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında bulunanlara:
“–Kalkınız!” buyurdu, onlar da kalkıp yürüdüler, ben önlerinden yürüdüm. Ebû Talha’ya gelerek durumu bildirdim. Bunun üzerine Ebû Talha:
“–Ey Ümmü Süleym! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cemaatle birlikte geldi, oysa bizim yanımızda onları doyuracak bir şey yok?” dedi. Ümmü Süleym:
“–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedi. Ebû Talha da hemen gidip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karşıladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Talha ile birlikte eve girdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Ümmü Süleym! Yanında olanları getir!” buyurdu. O da bu ekmeği getirdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- emir buyurup ekmekleri parçalattı. Ümmü Süleym, yağ tulumunu sıkarak o ekmek parçaları üzerine yağ sürdü. Sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun içine Allâh’ın murâd ettiği duâyı okudu. Bundan sonra:
“–On kişiye izin ver!” buyurdu. Ebû Talha on kişiye eve girmeleri için izin verdi, onlar doyuncaya kadar yediler, sonra çıktılar. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–On kişiye daha izin ver!” buyurdu. Ebû Talha onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar. Hazret-i Peygamber:
“–Bir on kişiye daha izin ver!” buyurdu. Neticede cemaatin hepsi yiyip doydu. Bu cemaat yetmiş veya seksen kişi idi. Sonra Ebû Talha sofrayı yeniden düzenledi. Bir de ne görsün: Yemekler sanki cemaatin yemeğe başladığı andaki gibi duruyordu! Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ev sâhipleri yediler. Yine de komşularına yetecek kadar arttı. (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Eşribe, 142-143)
İkram Edin!
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle der:
Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
“–Siperde önümüze bir kaya çıktı.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Hendeğe ben ineceğim.” buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben:
“–Yâ Rasûlallah! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. İzin verince de eve gidip hanımıma:
“–Ben, Allah Rasûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:
“–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Sonra, ekmek pişmekte, tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gittim.
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Yemeğin ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:
“–Ooo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâba:
“–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr, hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına varıp:
“–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedim. Hanımım:
“–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben:
“–Evet.” dedim.
“–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi.
Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlere:
“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyurdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zevceme:
“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452)
Câbir -radıyallâhu anh- sözünü şöyle tamamlar:
“Gelenler bin kişi idiler. Allâh’a yemin ederim ki böyle. Hepsi de güzelce yediler, hattâ kalanı bırakıp gittiler. Tenceremiz eksilmeden kaynıyor, azalmayan hamurumuzdan da iki hanım tarafından sürekli ekmek yapılıyordu.” (Müslim, Eşribe, 141)
Büyük Sevap Kapısı
Sadece insanları değil, diğer canlıları doyurmak ve sulamak da büyük bir sevap kapısıdır. Sürâka -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Kendi develerimi sulamak için hazırlayıp kenarlarını sıvadığım havuzlarıma, kaybolmuş bir deve gelir ve ben de onu sularsam, bu sebeple bana sevap yazılır mı?” diye sordum.
“–Evet, harâretli her ciğer sâhibine (her canlıya) su vermekten dolayı insana ecir verilir.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Edeb, 8)
Dininden Dönen Kişi
Ebû Zer -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’i görmek ve hakkında bilgi almak için Mekke’ye gelmişti. Zayıf bir kimseye Allah Rasûlü’nü sorunca o da; “–Dîninden dönen kişi!” diye Ebû Zer’i işâret etmiş, müşrikler başına toplanarak onu kıyasıya dövmüşlerdi. Zemzem’den başka hiçbir şey yiyip içmeden tam otuz gün Mekke’de kaldı. Nihâyet Allah Rasûlü ile Hazret-i Ebû Bekir’i gördü. Onlara selâm verip kendini tanıttı. Ebû Zer -radıyallâhu anh- hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ne zamandır buralardasın?” diye sordu. Otuz gündür buralarda olduğumu söyledim.
“–Seni kim doyurdu?” buyurdu. Ben de:
“–Zemzem suyundan başka yiyip içecek hiçbir şeyim yoktu. Bu arada şişmanladım, hattâ karnımdaki kuşak koptu ve hiç açlık da hissetmedim.” deyince:
“–Zemzem, bereketli ve doyurucu bir yemek ve derde devâdır.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu gece onun karnını doyurmak için bana müsâade buyrun.” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Ebû Bekir yola devâm ettiler, ben de onlarla beraber ilerledim. Ebû Bekir bir kapıyı açtı ve bizim için Tâif şırası çıkarmaya başladı. Bu benim Mekke’de yediğim ilk yemekti. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 132)
Şefkat ve merhamet ummânı olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Zer -radıyallâhu anh- ile tanıştığında hemen ona, karnını nasıl doyurduğunu sormuş, Hazret-i Ebû Bekir de bu fırsatı değerlendirerek Allâh’ın aç bir kulunu doyurma fazîletini sergilemiştir.
Yoksul Müslümanlara Yemek Yedirirdi
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, imkân buldukça yoksul müslümanlara yemek yedirir, onları doyururdu. Birgün Ebû Cehil ona:
“–Ey Ebû Bekir, Allâh’ın bu yoksul kimseleri doyurabileceğine inanıyor musun?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir:
“–Evet.” dedi. Ebû Cehil:
“–O hâlde neden onları yedirip açlıklarını gidermiyor?” diye sordu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Allah Teâlâ bir kısım insanları fakirlikle, bir kısmını da zenginlikle imtihan eder. Fakirlere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emreder.” dedi.
Akıl ve mantığı, îmansızlığın zifiri karanlığına gömülmüş olan Ebû Cehil:
“–Vallâhi ey Ebû Bekir, sen olsa olsa büyük bir sapıklık içindesin. Sen sanıyor musun ki Allâh’ın bunları doyurmaya gücü yettiği hâlde bir şey vermiyor da onlara sen yemek yediriyorsun?” hezeyânını savurdu.
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Allâh’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf ediniz, denildiğinde, kâfirler mü’minlere dediler ki: Allâh’ın dilediği takdirde doyurabileceği kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.” (Yâsîn, 47) (Kurtubî, XV, 26)
Görüldüğü gibi, açları doyurmak Hazret-i Ebû Bekir’in güzel bir sıfatı, onlardan yüz çevirmek de Ebû Cehil’in çirkin bir vasfı olmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi Hazret-i Ebû Bekir’in meşrebinden eylesin! Âmîn…
Cafer Ebu Talip'in Cömertliği
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle der:
“İnsanlar, Ebû Hüreyre çok fazla (hadîs) rivâyet ediyor, diyorlar. Hâlbuki bunun sebebi, karın tokluğuna devamlı Hazret-i Peygamber’in yakınında bulunmamdır. Hiç mayalı ekmek yemez, gösterişli elbise giymezdim. Bana kadın veya erkek hiç kimse de hizmet etmezdi. Ve sık sık açlıktan karnıma taş bağlardım. Bir kimseye, beni evine götürüp karnımı doyursun diye ezberimde olduğu hâlde bir âyeti sorar, okumasını isterdim.
Fakirlere karşı insanların en hayırlısı, Câfer bin Ebî Tâlib idi; o bizi evine götürür ve ne bulursa yedirirdi. Hattâ çoğu zaman boş yağ tulumunu bile bize ikrâm ederdi, onu keserdi, biz de içinde kalanı yerdik.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 10)
Ekmek Bağışlayan Adamı Hatırlayın!
Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-, ölüm ânı yaklaştığında oğullarına öğüt vererek:
“–Ekmek bağışlayan adamı hatırlayın!” dedi ve şunları anlattı:
“Bir manastıra çekilerek, hayâtını ibâdetle geçiren bir adam vardı. Yetmiş sene inzivâsını sürdüren bu adam, birgün dışarı çıktı. Yolda şeytan, kadın gibi görünerek onu aldattı. Âbid, onunla beraber yedi gün kaldı.
Sonra şeytan, ona hakikatini gösterdi. Âbid, yaptığına çok pişman oldu. Tevbekâr olarak yollara düştü. Her adımında namaz kılıyor, secde ediyor, Allah’tan af diliyordu. Gece olunca bir eve sığındı. İçeride on iki fakir insan yaşıyordu. Acziyet duygusuyla kendini onların arasına attı.
O bölgede oturan bir râhip her gece bu fakirlere birer tane ekmek gönderirdi. Her zaman olduğu gibi o akşam da hizmetçi ekmekleri getirdi ve herkese birer tane verdi. Fakirlerden sandığı için, tevbekâr adamın önünden geçerken ona da bir ekmek uzattı. (On iki kişi olduklarından, tevbekâr adam ekmeklerden birini alınca, fakirlerden biri ekmeksiz kalmıştı.) Bu sırada kendisine ekmek verilmeyen adam râhibe:
“–Sana ne oluyor? Niçin bana ekmeğimi vermedin?” dedi. Râhip:
“–Sana ekmek vermediğimi mi sanıyorsun? Git oradakilere bir sor bakalım, aranızda iki tane ekmek verdiğim kimse oldu mu?” dedi. Oradakiler:
“–Hayır! Hiçbirimiz iki ekmek almadık!” dediler. Râhip:
“–Benim seni ekmekten mahrum ettiğimi mi sanıyorsun? Vallâhi sana bu gece ekmek yok!” diye çıkıştı.
O anda tevbekâr adam, eline verilen ekmeği, ekmek almayan adama uzattı. Sabah olduğunda tevbekâr ölü olarak bulundu. Tevbekârın yetmiş senelik ibâdetiyle yedi gecelik günahı tartıldı. Yedi gece ağır geldi. Günahları ağır basmıştı. Sonra yedi gecenin karşısına bir ekmek kondu. Bu kez ekmek ağır geldi. Tevbekârın son anlarında bağışladığı ekmek onu kurtarmıştı.”
Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle tamamladı:
“–Oğullarım! Ekmek bağışlayanı hatırlayın ve ibret alın.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 263)
Allâh’ın rızâsı bâzen çok basit gibi görülen bir amelde olabilir. Zaman gelir, bir parça ekmek, çok hayâtî bir kıymet ifâde eder.
Beni Allah Rızası İçin Doyurur musun?
Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatır:
“Bir gün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:
«–Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun?» dedi.
O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:
«–Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Ancak bunun mukâbilinde şu aç insanı doyurur musun?» dedim.
Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.”
Her Canlıya İyilik
Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, her canlıya yapılan iyilik sebebiyle Allah Teâlâ’nın sevap lutfedeceğini bildirdiğinden, Müslümanlar, hayvanları doyurmaya, bitkilere bakmaya bile ehemmiyet vermişlerdir. Buna dâir birkaç misâl şöyledir:
Ecdâdımız, vaktiyle “ciğercilik” diye bir meslek ihdâs etmişlerdi. Bu mesleği icrâ eden insanlar, uzun bir sırığın ucuna taktıkları ciğerleri mahalle ve çarşılarda dolaştırırlar, yolda ciğerciye rastlayan hayırsever insanlar ciğerleri satın alarak etraftaki aç kedi ve köpeklere dağıtır, Allah’tan sevâbını umarlardı.[6]
Köpek Bakıcıları
İtalyan kökenli Ricoldo de Monte Croce, 13. asrın ikinci yarısında İslâm âlemini gezmiş ve gördükleri karşısında hayretler içinde kalarak şöyle yazmıştır:
“Müslümanlar, vakıf kurmada çok cömerttirler. Hattâ hayır işlemek için hristiyan esirleri dahî satın alarak hürriyetlerine kavuştururlar. Sevaplarını da ölmüş ana ve babalarının ruhlarına bağışlarlar.
Müslümanlar, köpeklerin doyurulması için bile mal varlıklarından pay ayırırlar. Türkiye’nin ve İran’ın birçok şehrinde köpeklerin doyurulmasını vasiyet etmiş olanların, vasiyetlerinde köpeklere ayırdıkları payın gâyesine uygun olarak kullanılmasını sağlayan «köpek bakıcıları» mevcuttur.”[7]
Müslüman Türklerin Vasiyeti
18. asırda Osmanlı Devleti’ne gelen Pere Jehammot isimli bir yazar, seyahatnâmesinde şöyle der:
“Türkler, murdar kabûl ederek hiçbir zaman evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veya telef olmalarına meydan vermemek için hergün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılmasını vasiyet ederler ve bu iş için kasaplara bir miktar para tahsis ederler.”[8]
AÇLARI DOYURMANIN FAZİLETİ
Hâsılı, açları doyurmak fazîletli bir ameldir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey insanlar! Birbirinize selâm veriniz, yemek yediriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılınız. Böyle yaparsanız selâmetle cennete girersiniz.” buyurmuştur. (Tirmizî, Et`ime 45, Kıyâmet 42; İbn-i Mâce, İkâmet 174, Et’ime 1)
Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, içinde yemek yenen ve misâfire ikrâm edilen bir evin, hayır, bolluk ve bereket içinde olacağını bildirmiştir. (İbn-i Mâce, Et’ime, 55)
Şeytan, insanı fakir düşme korkusuyla kandırarak hayırlardan uzaklaştırmak ister. Bu bakımdan fukarâ ve muhtâca yedirip içirme husûsunda da bu tuzağa düşmemek îcâb eder.
Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ime, 11; Müslim, Eşribe, 178)
“Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Eşribe, 179-181)
Diğer taraftan açları doyurma fazîleti, sadece insanlara değil hayvanlara da şâmildir. Hadîs-i şerîfler dikkatle incelendiğinde görülür ki, insan olsun hayvan olsun, aç olan ihtiyaç içindeki her canlıyı doyurmak gerekir ve bu, müslümanlar üzerine bir vazifedir. Bir yerde açlıktan ölmek üzere olan bir canlı varsa, onu doyurmak oradaki insanlar üzerine farzdır. Ölüm mevzubahis değilse, onu doyurmak fazîletli bir hayır olur.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-En’âm, 14. [2] Bkz. el-Mâide, 89. [3] Bkz. el-Mücâdele, 4. [4] Bkz. el-Mâide, 95. [5] Bkz. el-Bakara, 184. [6] M. A. Ubucini, Türkiye 1850, Tercüman 1001 Temel Eser, ts. II, 455. [7] Onur Bilge Kula, Alman Kültüründe Türk İmgesi, Ankara 1993, s. 51. [8] İsmail Hâmi Danişmend, Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İst. 1982, s. 182.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR