Açık Davet Dönemi
Peygamberimiz (s.a.v.) İslam’a açık davete (açık davet dönemi) ne zaman hangi ayetle başlamıştır? İslam’da açık davetin başlaması ve müşriklerin Müslümanlara yaptığı eziyetler.
Üç yıl süren gizlilik devrinden sonra, yâni peygamberliğin dördüncü yılında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
AÇIK DAVET DÖNEMİNİ BAŞLATAN AYET
“(Ey Rasûlüm! Artık) Sana emrolunanı açıkla! Müşriklerden yüz çevir. Alay edenlere karşı Biz Sana yeteriz!” (el-Hicr, 94-95)
Bu âyet-i kerîmelerle, teblîğin artık açıktan yapılması emredilmiş oluyordu.
Bir başka âyet-i kerîmede de bu husus daha açık, hattâ îkaz mâhiyetinde şöyle ifâde buyrulmuştur:
“Ey Rasûl! Sana indirileni teblîğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun! Allâh Sen’i insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allâh, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 67)
Yine Cenâb-ı Hak şöyle emretti:
“De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben, Allâh’ın hepinize gönderdiği Rasûlü’yüm. Allâh ki, bütün göklerin ve yerin sâhibidir. O’ndan başka ilâh yoktur. O hem diriltir, hem öldürür! Öyle ise Allâh’a ve (O’nun) ümmî olan Rasûlü’ne -ki O, Allâh’a ve O’nun sözlerine inanır- îmân edin ve O’na tâbî olun ki, doğru yolu bulasınız!” (el-A’râf, 158)
PEYGAMBERİMİZ İSLAM DAVETİNİ İLK OLARAK KİMLERE YAPMIŞTIR?
Daha sonra insanları açıktan İslâm’a dâvet etmeye nereden ve nasıl başlanacağına dâir şu âyet-i kerîmeler geldi:
“Önce en yakın akrabânı inzâr et! (Âhiret azâbıyla uyar.) Sana tâbî olan mü’minlere (merhamet) kanadını indir! Şâyet Sana karşı gelirlerse: «Muhakkak ki ben, sizin yaptıklarınızdan berîyim!» de! Sen, O mutlak gâlip ve sonsuz merhamet sâhibine tevekkül et! O ki, kalktığın zaman Sen’i görüyor!” (eş-Şuarâ, 214-218)
Bu âyet-i kerimelerin bulunduğu Şuarâ sûresinde, nübüvvetinin bidayetinden Benî İsrail ile birlikte hicretine kadar Hz. Musa’nın (a.s) kıssası anlatılır. Firavun ve kavminden kurtuluşları, Firavun ile ehlinin boğulmaları zikredilir. Hz. Mûsâ’nın Firavun ve kavmini Allah’a dâvet merhalelerinin hepsini ihtivâ eder. Böylece Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e ve ashâbına bir örnek takdim edildiği gibi daha evvelki peygamberleri yalanlayanların âkıbetleri de gözler önüne serilir.
Efendimiz (s.a.v), mükellef olarak birinci derecede kendi şahsından mes’ûl idiler. Herkesten evvel kendileri îmân edip İslâm’ı yaşamalıydılar. Her bir mükellef insan, bu hususta Allah Rasûlü (s.a.v) ile müşterektir.
İkinci derecede âile reisi olarak âilesinden ve akrabalarından mes’ûldüler ki bütün âile reisleri bu mes’ûliyette Efendimiz (s.a.v) ile müşterektirler. Yani İslâm’ı, âile ve akrabalarına öğretip yaşatmaya gayret etmelidirler.
Üçüncü olarak Allah Rasûlü (s.a.v) bütün insanlara İslâm’ı tebliğ etmekle mes’ûldüler ki bu vazifede de âlimler ve idâreciler O’nunla müşterektirler.[1]
İnsanın içinde bulunduğu akrabâ çevresi, onun anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabûl ederler. Bir de dâveti kabûl edenlerin akrabâları hesâba katıldığında, İslâm’ın cemiyete bu yolla daha kısa bir zamanda ulaşabileceği âşikârdır. Şâyet dâvetçinin akrabâları kendisine inanıp onu desteklemezlerse diğer muhâtapların îman ve îtimâd etmesi daha zor olur. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz (s.a.v), emr-i ilâhîye de ittibâ ederek teblîğ faâliyetine yakın akrabâlarından başladılar.
Diğer taraftan, peygamberlerin teblîğ vazîfesinde muvaffak olabilmeleri husûsunda, yakınlarından görecekleri destek ve yardımların büyük ehemmiyeti vardır. Nitekim bu hakîkat, geçmiş peygamberlerden misâllerle Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmektedir:
“Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu Sen’i aramızda zayıf görüyoruz. Eğer akrabâların olmasaydı Sen’i taşlardık!” (Hûd, 91)
Hz. Lût (r.a) da kavminin sapıklıkları karşısında çâresiz kaldığında, kendisine destek verecek yakınlarının bulunmamasından mahzûn olarak şöyle demişti:
“…Keşke benim size karşı (koyacak) bir kuvvetim olsaydı veya güçlü bir yere sığınabilseydim.” (Hûd, 80)
Diğer taraftan İslâm, akrabâları koruyup kollamaya ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Sıla-i rahim, İslâm’ın getirdiği ilk emirler arasında yer almaktadır. Bu sebeple kişi, insanların îman nîmetiyle şereflenmesini arzu ediyorsa, her şeyden önce kendi âilesini ve akrabâlarını düşünmelidir.
Nitekim Allâh -azze ve celle- şöyle buyurmuştur:
“…Akrabâlar da Allâh’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır...” (el-Ahzâb, 6)
İslâm, ataları körü körüne taklid etmeyi yasakladı. İyi mi kötü mü olduğunu düşünmeden geçmişlerin örf, âdet ve göreneklerine körü körüne bağlı kalmak isteyen müşrikleri ayıpladı. Beşerin saâdeti için, İlâhî esaslara müstenid yeni bir nizâm getirdi.
Dipnot:
[1] el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre, s. 74.
Kaynak: Dr. Murat Kaya, Siyer-i Nebi.