Ahir Zamanın En Mühim Alâmetlerinden Biri

Cemiyet Hayatımız

Ahir-zamanın en mühim alâmetlerinden biri, haramların yayılması ve haramla iştigal eden, kul hakkı yiyen, fitne-fesat peşinde koşanların, toplum nezdinde îtibar bulmasıdır.

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

  Müselmanlar, zamâne yatlı oldu,
  Helâl yenmez, haram kıymetli oldu…
  Haram ile hamir tuttu cihânı,
  Fesat işler eden hürmetli oldu…

Ahir-zamanın en mühim alâmetlerinden biri, haramların yayılması ve haramla iştigal eden, kul hakkı yiyen, fitne-fesat peşinde koşanların, toplum nezdinde îtibar bulmasıdır.

Hâlbuki haramlar; kulun mâneviyâtına zehir saçan, dolayısıyla ebedî hayatını azap faslına çeviren felâketlerdir. Yine haramlar; dıştan câzibeli görünen, iç yüzü ve neticesi derin pişmanlıklarla dolu olan, ağır bir hüsran sebebidir. Bu itibarla haram yollardan dünyalık elde etmeye çalışanların kalpleri kördür. Nitekim Ömer bin Abdülazîz g buyurur ki:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun rahle-i tedrîsinde yetişen ashâb-ı kirâmın bu husustaki örnek davranışları, bizler için hayat düstûru olmalıdır.

YAZIKLAR OLSUN SANA! NEREDEYSE BENİ HELÂK EDİYORDUN!

Meselâ şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Çok aç olduğu bir gün Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a bir yiyecek ikram edilir. O da açlığının şiddeti sebebiyle, o gıdanın nereden geldiğini sormadan, bir lokma alıverir. Fakat o lokmanın haram veya şüpheli bir yoldan kazanılmış olduğunu öğrenince, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkarır. O yiyeceği getiren kimseye de;

“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” der.

Kendisine:

“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevâbı verir:

“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«Haramla beslenen vücudun müstahak olduğu yer, Cehennem’dir!» buyurdular.”[3]

Bugün -maalesef- âhirzaman fitneleri zuhûr etti. Hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak! Kişi doğrudan yemese bile ona tozundan bulaşacak.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331)

Hakîkaten, haramların türlü adlar altında her tarafa yayıldığı, -Kur’ânî ifadesiyle- “şeytanın mallara ve evlâtlara ortak olduğu”[4] günlerde yaşıyoruz. Kredi kartlarının düşüncesizce kullanılması, banka promosyonları vs. sebebiyle, pek çok kimsenin doğrudan veya dolaylı olarak faize bulaştığı bir zamandayız.

Sadece kazanç ve rızık noktasında değil, karma eğitimle başlayıp sosyal hayatta da devam eden kadın-erkek ihtilâtları, lâubâlîlikler, göz, kulak ve gönül münâsebetlerinde haram-helâl ölçülerine riâyetsizlik, had safhaya ulaştı. Neticede ise toplumun çekirdeği olan aile müessesesi zaafa uğradı, boşanmalar arttı, çocuklar sahipsiz ve başıboş kaldı.

Böyle bir zamanda ilâhî hudutlara riâyet etmek, helâli aramak ve onunla iktifâ edebilmek, düne göre çok daha zordur. Fakat buna dikkat etmek, dünkünden çok daha mühim ve mânen kazançlıdır. Zira hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş hâlde görmeyi sever.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)

Zor zamanlarda helâl ile yetinerek temiz kalabilmek, elbette Allah katında daha kıymetlidir. Dolayısıyla bugün -işçi olsun, işveren olsun; memur olsun, âmir olsun- her mü’min, helâl kazanabilmenin ve kazancını helâl ettirebilmenin gayret ve endişesi içinde bulunmalıdır.

İŞÇİSİNİN HAKKINI ALNININ TERİ KURUMADAN VER

İşçi; zamanını ve emeğini vererek maîşetini kazandığı için, mesâisine titizlik göstermeli, vazifesini de lâyıkıyla îfâ etmelidir.

İşveren, ümmet-i Muhammed’in ve insanlığın faydasına olan işlerle iştigâl etmeli, İslâm’ın uygun görmediği bir sahada iş yapmaktan, meselâ lüks ve israf ekonomisine hizmet etmekten sakınmalıdır.

İşçisinin hakkını geciktirmeden -hattâ meşhur tâbiriyle- alnının teri kurumadan vermelidir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefatından önce, fem-i muhsinlerinden son olarak sâdır olan; “Namaz, namaz! Emriniz altındakiler hakkında Allah’tan korkun!”[5] nebevî tâlimâtına riâyet etmelidir.

Allâh’ın haram kıldığı faizden, karaborsacılıktan, ihtikârdan, yalan-dolandan, sahtekârlıktan, müşterisinin bilgisizliğini fırsat bilerek gabn-i fâhiş, yani aldatarak aşırı kâr elde etmekten uzak durmalı, hattâ kendi hakkı kadar müşterisinin de hakkını düşünmelidir.

Şu hâdise, bu hususta ne kadar ibretli bir misaldir:

Bir kadıncağız, ticaretle de meşgul olan İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne, satmak için ipekli bir elbise getirmişti. İmâm-ı Âzam, elbisenin fiyatını sordu. Kadın:

“–Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” dedi.

Ebû Hanîfe buna îtiraz etti:

“–Hayır, bu daha fazla eder.” buyurdu.

Kadın şaşırdı. Fiyatı yüzer yüzer artırarak dört yüz dirheme kadar yükseltti. Fakat İmâm-ı Âzam yine:

“–Hayır, bu dört yüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız hayretle:

“–Yâ İmâm! Siz bana şaka mı yapıyorsunuz?” demekten kendini alamadı. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, kadına malın hakikî fiyatını göstermek için işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı Âzam, onu bu fiyattan satın aldı.[6]

İşte İslâm ahlâkının ticârî hayattaki “kul hakkı” hassâsiyeti… Demek ki hak-hukuk düşünmeden; “Müşteriden ne koparabilirsem kârdır.” zihniyetiyle yapılan bir ticaret, kula ağır bir âhiret vebâlinden başka bir şey kazandıramaz!..

Yine bir müslüman -her hususta olduğu gibi- ticârî hayatında da verdiği sözü muhakkak tutmalıdır. Şayet bu hususta bir hatâ yaparsa, bunun yüce dînimiz İslâm’a da fatura edilebileceği endişesiyle, herkesten daha dikkatli davranmalıdır.

Yine İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin şu kıssası da mühim bir ders mâhiyetindedir:

Ebû Hanîfe Hazretleri, geçimini ticaretten temin eden zengin bir kimse idi. Ancak ilimle meşgul olduğundan, ticârî işlerini vekili vasıtasıyla yürütür, kendisi de yapılan ticaretin helâl dairesi içinde olup olmadığını kontrol ederdi. Bu hususta o derece hassastı ki, bir defasında ortağı Hafs bin Abdurrahman’ı kumaş satmaya göndermiş ve ona:

“–Ey Hafs! Malda şu şu özürler var. Onun için bunu müşteriye söyle ve şu kadar da ucuza sat!” demişti.

Hafs da, malı İmâm’ın belirttiği fiyata satmış, ancak ondaki özrü müşteriye söylemeyi unutmuştu. Durumu öğrenen Ebû Hanîfe Hazretleri, Hafs bin Abdurrahmân’a:

“–Kumaşı alan müşteriyi tanıyor musun?” diye sordu.

Hafs’ın, müşteriyi tanımadığını belirtmesi üzerine İmâm, helâl kazancının lekeleneceği endişesiyle, sa­tı­lan mal­dan el­de edi­len otuz bin dirhemlik ka­zan­cın ta­mamı­nı sa­da­ka ola­rak da­ğıt­tı ve ortağından ayrıldı.[7]

Ecdâdımız Osmanlı’nın helâl-harama riâyet hususundaki ahlâkî yüceliğini gösteren şu hâdise de çok ibretlidir:

Osmanlı ordusu Mısır’a giderken, Gebze civârında, bağlık-bahçelik bir yerden geçmişlerdi. Yavuz Sultan Selîm Han:

“Acaba askerlerim, sahibinden müsâadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.” diye düşüncelere daldı.

Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı:

“–Ağa, fermanımdır: Bütün yeniçeri, sipâhi ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.

Yeniçeri ağası, bütün heybelere baktırdı. Daha sonra Sultân’ın huzûruna gelerek:

“–Sultânım, koparılmış hiçbir meyve izine rastlamadık!..” dedi.

Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık kalktı. Sonra ellerini açarak:

“–Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin!..” diye duâ etti ve yeniçeri ağasına:

“–Şâyet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.

Yavuz’un bu gönül hassâsiyeti bereketiyle ilâhî nusret ve inâyet tecellîleri dâimâ ona yâr oldu. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn, yani iki mukaddes belde Mekke ve Medîne’nin hizmetkârı ve İslâm halifesi olan ilk Osmanlı sultânı olma şerefine erişti. Hak ve adâleti tevzî hususundaki müstesnâ dirâyeti dolayısıyla; “اَلسُّلْطَانُ ظِلُّ اللهِ فِي الْاَرْضِ” yani “(Âdil) sultan, Allâh’ın yeryüzündeki gölgesidir…”[8] ifadesi, onun hakkında da iltifaten söylenir oldu.

Babası Yavuz’un izinden giden Kânûnî de Süleymaniye Câmii ve Külliyesi’ni inşâ ettirdikten sonra, mimar, kalfa ve bütün işçileri helâlleşmek için topladı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra dedi ki:

“–Ey din kardeşlerim! Bu Câmi-i Şerîf, Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Hatâ ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın! Olabilir ki, o kimse burada değildir. Burada bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler, onlar da gelip bizden haklarını alalar!”

Vesikaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşaatın en zor zamanlarında hayvanlar için dahî bir program yapılmış; çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkının yenmemesine âzamî gayret gösterilmiştir.

İşte Süleymâniyeʼnin mîmârî ihtişâmı kadar, ruhları dinlendiren mânevî ihtişamının temelinde de Kânûnî’nin kul ve hayvanat haklarına gösterdiği bu titizlik bulunmaktadır.

Bugün ecdâdımızdan kalan târihî câmilerde kılınan namazlarla, son devirde inşâ edilen câmilerde kılınan namazlar arasında huzur ve huşû farkı oluyorsa, bunun bir sebebini de, oraya sarf edilen paranın mânevî keyfiyetinde, yani helâliyet derecesinde aramak gerekir.

Tarih boyunca nice büyük tâcirler, servet ve saltanat sahipleri geldi-geçti. Hepsi de unutulup gitti. Fakat İmâm-ı Âzam gibi, Yavuz gibi, Kânûnî gibi, helâl hassâsiyetini maddî menfaatinden önde tutan, kul hakkı yemekten âdeta ateşten kaçar gibi sakınan takvâ ehli şahsiyetler, gönüllerde yaşamaya devam ediyorlar. Onların bu fazîletleri, sonradan gelen nesiller tarafından örnek alındıkça, kendilerine bir sadaka-i câriye olmaya devam ediyor.

Ne mutlu gök kubbede böylesine hoş bir sadâ bırakarak dünya imtihanını tamamlayan bahtiyar kullara!..]

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2020 – ŞUBAT, Sayı: 408

BENZER YAZILAR