Ahiret Hayatına Açılan Kapı
Ölüm, âhiret yurduna inananlar için, bir son değil; bilakis yeni bir başlangıç, bir nevî sılaya dönüştür. Ve ölüm bu minvalde, âhiret hayatına açılan bir “kapı” mesabesindedir. Bu yazımızda, o kapıdan geçiş ânını, o kapıda yaşananları, dünya hayatını geride bırakarak âhiret hayatına başlayacağımız ânı tefekkür edelim istedik.
“Her nefsin muhakkak tadacağı ölüm”[1] hakkında, Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
“Ölüm sarhoşluğu (sekerâtı, baygınlığı) gerçekten gelir de, «İşte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir!» denir.” (Kâf, 19)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ölüm ânı ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz kul, ölüm acısını ve ölüm sarhoşluğunu iliklerine kadar hisseder. Vücut âzâları birbiriyle selâmlaşarak, biri diğerine, «Allah’ın selâmı (rahmeti) senin üzerine olsun; sen beni, ben de seni kıyamete kadar terk ediyoruz.» der.”[2]
Ömrümüzün en son ve en zor hâlidir sekerât (baygınlık) hâli… Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- can emanetini sahibine teslim ediş ânındaki bu hâlin çile ve sıkıntıları için Allah Teâlâ’ya şöyle duâ etmiştir:
“-Yâ Rabbi, bana ölüm sekerâtını kolaylaştır.”[3]
“Allâh’ım! Rûhu sinir aralarından, damarlardan ve parmak uçlarından çekip alan Sensin. Allâh’ım! Ölüme karşı bana yardım et ve onu bana kolaylaştır.”[4]
ÖLÜM ANI
İmam Gazâlî Hazretleri, ölüm ânı ile ilgili olarak şöyle demiştir:
“-Şunu iyi bil ki, miskin ve zavallı olan bu kulun önünde, can çekişmenin dışında, karşılaşacağı keder, korku ve azaptan başka hiçbir şey olmasaydı bile sadece rûhunun çıkış ânındaki sancılar, onun hayatını zehir etmeye, neşesini kaçırmaya, onu gafletten uzaklaştırmaya yeterdi. Bu, insanın üzerinde uzun uzun düşünüp çare araması ve en büyük hazırlığı yapması gereken bir hâldir. Özellikle bu hâl, insanın (bilgisi ve yetkisi dışında) her nefes önüne çıkabilecek bir iş olunca, durum daha nâzik olmaktadır.
Hayret etmemek elde değil! Eğer insan bir eğlence yerinde zevk ü safa içerisinde eğlenirken bir asker gelip kendisine üç-beş sopa vursa, hayatı zehir olur, ağzının tadı kaçar, zevki kalmaz. Aynı insan, her nefes alıp verişinde ölüm meleğinin her an canını alması tehlikesiyle karşı karşıya iken bundan gâfildir. Bunun tek sebebi, cehalet ve içinde bulunduğu hayat ile aldanıştır.
Şunu da iyi bil ki, ölüm sancılarının verdiği acıyı, onu tadandan başkası bilemez. Ölüm sancılarını tatmayanlar ise, onu çektiği diğer acılara kıyas ederek ya da insanların son nefeslerini verirken geçirdikleri hâllere bakarak anlamaya çalışırlar.”[5]
Sevgililer Sevgilisi Efendimize, ölüm ve şiddeti sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“-Ölümün en hafifi, yünün içinde bulunan pıtrağa benzer. Hiç pıtrak, yünsüz çıkar mı? Elbette ki onunla beraber yün de gelir.”[6]
Hazret-i İsâ -aleyhisselâm- ashâbına şöyle demiştir:
“-Ey havâriler! Allâh’a duâ edin de şu ölüm sancılarını bana hafifletsin. Ben ölümden öyle korktum ki, korkum beni ölümden ölüme sürükledi.”
BU BAĞRIŞMALAR NİYE?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Azrâil -aleyhisselâm- arasında geçen şu konuşmada da mü’minler için türlü ibretler vardır:
“Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ölüm döşeğinde yatmakta olan ensârdan bir adamın başucunda ölüm meleğini gördü. Ona:
“-Ashabıma karşı yumuşak davran; zira o mü’mindir.” dedi. Ölüm meleği:
“-Ey Muhammed! Sana müjdeler olsun. Ben bütün mü’minlere yumuşak davranırım. Allâh’a yeminle söylüyorum ki, ben bir insanın rûhunu alırım. Birinin rûhunu alıp da onun âilesinden biri, bağırıp çağırdığı ve kendini yerden yere vurduğu zaman şöyle derim:
«-Bu bağrışmalar niye? Vallâhi biz ona ne zulmettik, ne de ecelini ileri ya da geri aldık. Onun rûhunu almakla da hata etmiş değiliz. Eğer Allâh’ın işine rızâ gösterirseniz karşılığında sevabını alırsınız. Yok, râzı olmaz da öfkelenir, kendinizi âdeta parçalarcasına bağırıp çağırırsanız, bu yaptığınızdan dolayı günah kazanırsınız. Biz şimdilik size bir sıkıntı verecek değiliz. Ama sizden de bir alacağımız var, onu almak için geri döneceğiz. O zaman Allah Teâlâ’nın yasakladıklarından sakının ve emirlerini yerine getirin.
Evlerde oturanlar olsun çadırlarda yaşayanlar olsun; karada veya denizde nerede bulunuyorlarsa bulunsunlar, ben herkesin yüzünü günde en az beş defa sıvazlarım. Onların büyüğünü, küçüğünü, hülâsâ hepsinin kim olduğunu kendilerinden daha iyi bilirim.
Ey Muhammed! Allâh’a yemin ederim ki, şayet ben bir sivrisineğin canını almayı istesem, Allah Teâlâ onun canını almamı emretmedikçe hiçbir şey yapamam.”[7]
MÜSLÜMAN OLARAK CAN VERMEK
Kuşeyrî Risalesi’nde şöyle bir kıssa geçmektedir. Dostlarından biri sefere çıkacağı zaman Süfyân-ı Sevrî’ye gelip:
“-Bizden istediğiniz bir iş ve hizmet var mı?” diye sorduklarında:
“-Eğer ölümü bulursan benim için satın al (ölüp sevgilime kavuşmayı özledim)!” derdi. Sevrî’nin vefatı yaklaşınca:
“-Biz ölümü temenni ediyorduk, fakat o şiddetli ve zor bir şeymiş!” demiştir.
Hâk Teâlâ Hazretleri, Âl-i İmrân Sûresi’nin 102. âyetinde, son nefesi müslüman olarak vermenin ne kadar önemli olduğunu bizlere bildirmiştir:
“Ey îman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”
Bu sebepledir ki, ölümü yaklaşan kişiye müslümanlığın ve Allâh’a îmanın tam bir göstergesi olan “Kelime-i Şehâdet” ve “Kelime-i Tevhid” telkin edilir. Fakat bunda herhangi bir zorlama yapılmaz. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ölmek üzere olanlarınıza «Lâ ilâhe illallâh» demeyi telkin ediniz.”[8] buyurmuşlardır.
Allah dostları buyurmuşlardır ki:
“-Kişi hayatını sürdürürken kalp neyi söylerse, son nefeste de dil onu söyler. Hâsılı can bedende iken kalbimize sıkça Allah Teâlâ’nın esmâsını, Kelime-i Tevhid’i ve Kelime-i Şehâdeti söyletmek gerektir… Kalp Allah derse, dil Allah der. Kalp Kelime-i Tevhid’i söylerse, dil de son nefesinde onu söyler… Son nefeste Kelime-i Tevhid’i söylemek, umulur ki kişinin âhiret yurduna îmanlı göçmesine vesîle olur.
Rabbimiz, cümlemize er ya da geç geçeceğimiz o kapıdan hayırlı ve kolay bir şekilde geçmeyi nasip eylesin. Âmin!
DİPNOTLAR
[1] Bkz: Âl-i İmrân, 185; el-Enbiyâ, 35; el-Ankebut, 57.
[2] Müttakî-i Hindî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 42183; Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s: 66.
[3] Tirmîzî, Cenâiz, 8; İbn-i Mâce, Cenâiz, 64; Hâkim, el-Müstedrek, 2/465. Bkz. Buhârî, Rikâk, 41.
[4] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 5/186; Kenzü’l-Ummal, nr. 3768
[5] İmâm-ı Gazâlî, Âhiret Hayatı, Semerkand, sh. 59-60.
[6] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 5/186.
[7] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 2/325-326; Kurtubî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 14/92; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 6/361; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nr.4188; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr.42810.
[8] Müslim, Cenâiz, 1; bkz: Ebû Dâvud, Cenâiz, 16; Tirmîzî, Cenâiz, 7.
Kaynak: Merve Güleç, Şebnem Dergisi, 154. Sayı
YORUMLAR