Ahirete Hazırlık Nasıl Olmalı?

Ahirete hazırlık nasıl olur? Bizi kalben Allah’a yaklaştıran merhamet ile ilgili ibretlik kıssa.

Merhamet, îmânın en büyük lûtuf meyvesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de, kendisini bizlere en çok “Rahmân” ve “Rahîm” esmâsıyla tanıtan Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’i de “Raûf” ve “Rahîm” yani çok şefkat ve merhamet sahibi olarak takdîm etmektedir. Böylece O’nun ümmetinin de merhamet sâhibi olmasını arzu buyurmaktadır.

Âyet-i kerîmede: “…Mü’minlere (şefkat ve tevâzû) kanadını indir.” (el-Hicr, 88) buyurmak sûretiyle Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in şahsında mü’minlerin de birbirlerine karşı çok şefkatli ve merhametli olmalarını emretmiştir. Ayrıca “Allah” diyen bir kalbin; merhametten ve onun fiilî tezâhürleri olan infâk ve hizmetten nasipsiz olması düşünülemez. Kâmil bir mü’min, başta insan olmak üzere mahlûkattan hiçbirinin sesli veya sessiz feryâdına bîgâne kalamaz, elinden gelen hiçbir şeyi esirgeyemez.

BOSTAN’DAN HİKAYELER

Bu hususta bir mü’minin sahip olması gereken kalbî derinlik ve inceliği, Sâdî, Bostan bir hikâye ile şöyle îzah etmektedir:

“Bir yıl Şam’da öyle bir kıtlık oldu ki, âşıklar aşkı unuttular. Gökyüzü yeryüzü ne karşı öyle hasis davrandı ki, ekinler ve hurma ağaçları dudaklarını bile ıslatama dılar. Ne kadar pınar varsa hepsi kurudu. Yetimlerin sıcak gözyaşlarından başka bir damla su kalmadı. Bulutlar, sanki buhar olmuştu. Bacalardan tüten ise yoksulların âhından başka bir şey değildi. Ağaçlar kurumuş, çıplak fakirlere dön müştü. Güçlü, kuvvetli kişiler tâkattan düşmüş, âciz kalmışlardı. Bahçelerde göl ge ve dağlarda yeşillik kalmamıştı.

Vaziyet böyle iken, bir gün yanıma bir dostum geldi. Bir deri bir kemik kalmıştı. Hâlbuki zengin, kudretli, şan ve şeref sahi bi, hem de cüsseli bir insandı. Bu sebeple hâlini görünce çok şaşırdım. Kendisine:

«–Ey güzel huylu dostum; ne oldu, nasıl bir felâkete uğradın? Gördüğüm bu zayıf, bitkin ve kederli hâlinin sebebi nedir?..» diye sordum. Dostum ise bana hayret içinde derin derin baktı. Sonra üzgün bir şekilde şöyle cevap verdi:

«–Dostum! Kederimin sebebini bilmi yorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan niçin soru yorsun? Görmüyor musun ki, felâket son raddeye vardı. Ne gökten yere yağmur iniyor, ne yerden göklere, âh edenlerin feryâdı yükseliyor!» Ona dedim ki:

«–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki? Zehir, panzehirin bulunmadığı yerde adam öldürür. Başkası yoksulluktan ölebilir. Fakat sen yoksul değilsin ki... Senin her şeyin var. Dünyayı tufan kaplasa bundan ördeğe bir zarar gelir mi?» Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, âlimin câhile bakması gibi, önce beni baştan aşağı süzdü ve sonra da bana pek gücenmiş olduğunu da ifâde edercesine, mânâlı mânâlı dedi ki:

«– Farz et ki ben denizin kıyısındayım ve çok sevdiğim dostlarım da denizde boğuluyor. Söylesene, bu durumda müsterih olabilir miyim? Yüzümün solgunluğu yoksulluktan değildir. Benim yüzümü sarartan, yoksulların ızdırabıdır. Akıllı bir insan ne kendisinde ne de başkalarında bir yara görmek ister. Hamdolsun benim bir yaram yok, ama başkalarında bir yara gördüğüm vakit titriyorum, vücudum sarsılıyor. Zira vicdan sahibi olan, kendi âzâsında bir yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Bir düşünsene, bir hastanın yanında bulunan kimse sıhhatte bile olsa içi rahat edebilir mi? Zavallı, fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her bir lokma bana zehir oluyor, dert oluyor. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda eğlenebilir mi hiç? Zira ağlayan birini gördüğümde, benim de gözüm nemleniyor.»”

Unutulmamalıdır ki merhamet, îmânımızın bu âlemde şahidi olan ve bizi kalben Rabbimiz’e yaklaştıran ilâhî bir cevherdir. Merhamet, bizlere ihsân ve ikrâm edilmiş olan her nimeti, bu nîmetlerden mahrum olan kimselerle gönül hoşnutluğu içinde paylaşabilmektir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfî için, gece gündüz demeden onların yardımına koşmaktır. Bu sebeple denilebilir ki; dertli bir insan karşısında gönlün ızdırap duyması ve merhamet duygularının coşması, insanda hassas bir kalbin varlığının ilk alâmetidir.

AHİRET HAYATINA HAZIRLIK

Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’in, bu hâlin müstesnâ bir zirvesini teşkil ettiğini Cerir bin Abdullah şöyle anlatmaktadır:

“Bir gün erken vakitlerde Resûlullah’ın huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler. Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kâmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu:

«Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının! Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1) Sonra da şu âyeti okudu: «Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18) Daha sonra:

«–Her bir fert altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69)

Şu fânî hayatın sonsuz zevkini tadabilmek, Resûl-i Ekrem Efendimiz gibi, gönül bahçelerinden şefkat, merhamet, cömertlik ve fedakârlık rayihası çıkarabilmekle mümkündür. Bu sebeple bizler de elimizdeki nîmetleri muhtaçlarla paylaşalım ki, memnun ve mesrûr ettiğimiz gönüller, dünyada gönül feyzimiz, âhirette imdâdımız, Cennet’te saâdetimiz olsun. Zira kardeşlik de bunu gerektirir.

MÜSLÜMAN MÜSLÜMANIN KARDEŞİDİR

Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)

Bir Müslümanın ihtiyacını gideren kimsenin ihtiyaçlarını da Cenâb-ı Hakk’ın gidereceğinin vaad edilmesi, bu davranışın ne kadar faziletli olduğunu anlamamıza yeterli bir delil teşkil etmektedir. Diğer bir hadîs-i şerîflerinde de Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Cennetlikler üç gruptur. Bunlar: –Âdil ve hizmetli bir devlet başkanı, –Yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kişi ve –Âilesi kalabalık olduğu hâlde haram kazançtan sakınıp kimseden bir şey istemeyen adamdır.” (Müslim, Cennet, 63)

MERHAMETİN BAŞ DÜŞMANI

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin.” Yine Rasûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyuruyorlar:

“Hayâtım sizin için hayırlıdır; bazı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfar ederim.” (Heysemî, IX, 24) Bu sebeple bize düşen, amellerimizin arz edildiği Âlemler Sultânı Efendimiz’i hoşnûd edecek olan güzel ameller sergileyebilmektir. Çünkü O’nu tebessüm ettirebilmek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olmak demektir. Baktığımız zaman bütün evliyâullâhın fârik vasfının da, şefkat ve merhamet olduğunu görürüz. Merhametin baş düşmanı ise, israf ve pintiliktir. İsraf, sadece kendine ve aşırı derecede harcamaktır. Bu sebeple denilmiştir ki; «İsrafta hayır, hayırda ise israf yoktur.» Hazret-i Ali (r.a.) da şöyle buyurmuştur:

“Zenginlerin israfı ölçüsünde fakirler aç kalır.” Cimrilik ise aslî ihtiyacından fazlasını kendine biriktirmektir. İkisi de bencillik ve hodgâmlık tezâhürüdür. Dünya malının, ilk insandan beri kimseye yâr olmadığı bir hakikatken, insanoğlunun birkaç günlük tasarrufuna verilmiş olan mâl ile kibirlenmesi ve bunun neticesinde de ya cimriliğe kalkışması ya da isrâfa sürüklenmesinin, kişiyi son derece kötü bir âkibete dûçâr edeceği muhakkaktır. Hikmet ehli bir zât bunu şöyle açıklar: “Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:

Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden tek tek hesâba çekilmesidir.” Bir insan için, üstelik kendisine yarar sağlamayan bir maldan dolayı hesâba çekilmek ne kadar da hazin bir durumdur. Efendimiz bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur:

“Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle (kazandıklarının hesap yüküyle) varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693) Yani mîrasçılarına büyük bir servet bırakır, fakat kendisi, malı helâl yoldan kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için huzûr-i ilâhîye günahkâr bir şekilde çıkar.

İslâm âlimleri de, yeryüzünün herhangi bir bölgesinde zulüm gören, esir olan veya ezilen din kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmeyen Müslümanların, büyük bir günâha girecekleri husûsunda ittifak hâlindedirler. Velhâsıl Yüce Rabbimiz, kulundan merhamet, şefkat, diğergamlık, cömertlik ve hizmetle müzeyyen bir kulluk hayatı arzu etmektedir.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hüdâyî Bülteni, Sayı: 1

İslam ve İhsan

AHİRET YOLCULUĞU

Ahiret Yolculuğu

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.