Ahireti Unutmanın Tehlikeleri
Gönül pusulamız bizi nereye sevk ediyor? Neler için üzülüp seviniyoruz? Sevinç ve hüzünlerimiz daha çok ebedî hayatımız olan âhiret için mi, yoksa geçici ve fânî olan dünya menfaatleri için mi?
Mevlânâ Hazretleri Mesnevî’sinde şöyle buyurur:
“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin gönül kulağın hangisini almaya kâbiliyetli? O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların, diğeri ise aldananların hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır kesilir.”
Hazret-i Mevlânâ’nın bahsettiği bu iki zıt sesten biri dünyaya meyil, diğeri ise âhireti tercihtir. İnsan bu iki sesin hangisini dinler ve ona icâbet ederse, diğerinin zıddı ve mahrûmu olur. Yani bir gönülde dünyaya davet sesi yer ederse, artık o gönle âhiret nasihati tesir etmez. Fakat âhirete davet sesi bir gönülde yerleşirse, dünyaya davet sesi ona her dâim yabancı gelir.
KENDİ İNSANLIĞINI UNUTMA
Cenâb-ı Hak, göndermiş olduğu kitaplar ve peygamberlerle insanoğluna dâimâ âhireti hatırlatmış ve fânî ömür sermâyesini ebedî saâdet vesîlesi olan Allah yolunda sarf etmesini arzu buyurmuştur. Çünkü âhireti unutan insan, aslında kendi insanlığını unutmuştur. Zira gördüğü bir manzarayı âhiret penceresinden seyredebilme olgunluğuna ulaşamayan bir insan, hayat yolculuğunda iblise yoldaşlık etmekten kurtulamaz. Dolayısıyla gittiği yol her zaman felâkete çıkar. Dâimâ nefsânî arzularının esâreti altında yaşar. Gönül dünyası dünyevî ihtiraslarla perişan bir vaziyettedir.
Âhireti unutan insanın merhametten nasibi yoktur. Kendinden başkasını düşünmez. Bu kimse zenginse, kendisini her şeyin sahibi görür, kimsenin îkâzına îtibâr etmez, kimseye değer vermez. Meselâ bir garip ve yoksul kapısına geldiğinde onunla alay eder, onu küçümser. “O tâlihine küssün!” der, Cenâb-ı Hakk’ın onu kendisine zimmetli kıldığını aklına bile getirmez.
Âhireti unutan insanın adâlet terazisi bozulmuştur. O artık her şeyi dünyevî ve nefsânî menfaatine göre değerlendirir. Sözünde ve hareketlerinde aslâ hakkâniyet, fazîlet, merhamet, cömertlik ve fedakârlık üzere olamaz.
Velhâsıl âhireti unutan insan, firâset sahibi değil, aklı kıt insandır. Zira onun düşüncesinin varabildiği son nokta, bu dünyadaki son nefesidir. Onun ötesi için hiçbir endişesi de hazırlığı da yoktur.
EBEDİ ZENGİNLİĞİN SIRRI
Gâfil insan her zerresi fânîlik mührü taşıyan şu cihanda ebedîliği arzu etmekte, lâkin ebedî saâdetin Rabbimiz’in rızâsı istikâmetinde yaşamakla gerçekleşeceğini unutmakta!
Bu dünyada zenginliğe kavuşmayı arzu etmekte, lâkin ebedî zenginliğin kullukla ele geçeceğini unutmakta!
Bu dünyada huzur ve saâdeti bulmayı ümîd etmekte, lâkin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu şu hakîkati unutmakta:
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar. Artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir.
Kimin hedefi de dünya olursa, Allah onun iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)
Bu sebeple, gönüllerimizin neye ayarlı olduğu üzerinde dâimâ tefekkür edelim. Gönül pusulamız bizi nereye sevk ediyor? Neler için üzülüp seviniyoruz? Sevinç ve hüzünlerimiz daha çok ebedî hayatımız olan âhiret için mi, yoksa geçici ve fânî olan dünya menfaatleri için mi?..
Bu mânâda Lokman Hakîm’in şu sözü ne kadar mânidardır:
“Âhiretin için dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Dünya için âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Yıl: 2017 Ay: Eylül Sayı: 151