Ahireti Unutturan Mecrâlar

VİDEOLAR

Osman Nûri Topbaş Hocaefendi zor zamanlarda Allah'a kulluk yapmaktan ve ahireti unutturan yanlış sokaklardan bahsediyor.

“ÜF” DEMEDEN KULLUK EDİLMELİDİR

Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, ufak tefek bir sıkletlere katlanmak dolayısıyla “üf, of” dememek, “yâhu bana ne kadar ağır yük geldi” dememek.

Cenâb-ı Hak yine Bakara Sûresi 214. âyetinde:

(Ey müʼminler!) Yoksa siz, sizden önce gelenlerin durumu başınıza gelmeden Cennetʼe gireceğinizi mi sandınız!?.” buyruluyor. “Onların (durumu) başınıza gelmeden siz Cennetʼe gireceğinizi mi zannediyorsunuz?..” buyuruyor.

Yani Cenâb-ı Hak dâimâ bize (imtihan için) iptilâlar vereceğini (bildiriyor). Hayat med-cezirler içinde; zaman zaman bir rahmet tecellîleri, zaman zaman da bir imtihan tecellîleri…

O rahmet tecellîleri sırasında nasıl Cenâb-ı Hakkʼa kul yaklaşacak? Zor zamanlarda nasıl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edecek?

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bir, hep safha safha:

Bedir Harbi var, bir zafer; Uhud Harbi var, ortada. Diğer seferleri de öyle.

Cenâb-ı Hak; “döndürürüz” buyuruyor. Dâimâ “devrettiririz” buyuruyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 140)

Yani kader İslâmʼın lehine döndüğü zaman gayretimiz nasıl artacak? Kader İslâmʼın aleyhine döndüğü zaman gayretimiz ne şekilde artacak?

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Efendimiz buyuruyor ki:

“Ümmetim yağmura benzer, önü mü sonu mu hayırlıdır, bilinmez.” buyuruyor. (Tirmizî, Edeb, 81)

Şimdi, ilk devre baktığımız zaman, bir câhiliye devri. İnsanlığın insanlığını kaybettiği, insanlığa vedâ ettiği bir devre. Ahlâksızlığın, edepsizliğin (artıp), hak-hukukun kaybolduğu bir devir. Bir “câhiliye devri” deniyor.

Peygamber geliyor, o câhiliye devrinden insanları çıkartıyor, insanları fazîlette zirve bir ahlâka, ahlâkla müzeyyen hâle getiriyor. Ki en bâriz misal, asr-ı saâdet.

Yani o câhiliye insanı, Efendimizʼin terbiyesinde, o yarı vahşet yaşayan insan, nasıl bir fazîletler medeniyeti inşâ etti? Kıssaları devam ediyor. Kıyamete dek kıssaları devam edecek.

Efendimiz; “başı da sonu da” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Edeb, 81)

Demek ki sonu da bir câhiliye devrine girecek insanlar. Bu câhiliye devrinde de bir yağmur damlası, bir rahmet damlası olabilmek…

Bugün baktığımız zaman yine bugüne, o 1400 sene evvelkiyle bugünkü arasında ne fark var? Bir şekil farkı var, geometri farkı var; başka bir fark yok. Yani bugün bir rahmet damlası olabilmek…

Televizyon var, sayısız kanallar var; nefsânî bir dünya telâkkî ettiriliyor, âhireti unutturuyor.

İnternet, isteyene yanlış adresler veriyor. Bu yanlış adreslerde insanlar helâk oluyor, insanlığını kaybediyor, insanlığa vedâ ediyor, hayvânî şekilde bir yaşama tarzına doğru gidiyor.

Modalar var; bu da çılgın tahrikler. Birtakım karteller, tröstler ne şekilde mal satacaklar? Onun için devamlı değişiyor moda. Renkler moda oluyor, şekiller moda oluyor vs. Hattâ hattâ pasaklılık moda oluyor. Yırtık pantolonla gezmek moda oluyor. Kirli boyalı, ağarmış elbiselerle gezmek şey oluyor.

Reklâmlar oluyor. Reklâmlar bir kandırmaca oluyor. Ve insanımızı bir robot hâline getiriyor. Aynı, çocukların uzaktan kumandalı oyuncakları gibi, selde sürüklenen kütükler gibi, insanlık sürüklenip gidiyor. Bir câhiliye devri. İkinci bir câhiliye devri. O zaman kızları diri diri gömmek vardı. Bugün de diri diri rahimden alıp parçalayarak çıkartmak ve parçalamak var.

O zaman da âhiretsiz bir dünya isteniyordu. Onun için ilk Kur’ân-ı Kerîm bir âhiret haberi veriyordu:

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

“Büyük haber…” (en-Nebe, 2)

Öyle bir endişeleri yoktu.

اَلَّذِى هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ

((İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri.” [en-Nebe, 3])

Hemen tartışma başladı; “Ya varsa, ya doğruysa ne yapacağız?” diye.

Bugün de aynı şey bazı kesimlerde. Bir kabristanda;

كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ

(“Her canlı ölümü tadacaktır.” [Âl-i İmrân, 185]) yazıyor. Onu çıkartmak istiyorlar.

“‒Bu (diyorlar) bizim moralimizi bozuyor.” diyorlar.

Bir caminin yanında bir yer almak istemiyor bir kesim. Orada cenâzeyi görecek, ölümü hatırlayacak, karamsar olacak kendi tâbiriyle.

Velhâsıl, bu zamanda da ümmete büyük iş düşüyor.

Cenâb-ı Hak:

“Sizler, insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor.

Demek ki mârufu emredecek, münkerden nehyedecek vâsıtaları kullanabilmek. Bu hususta bir insan yetiştirebilmek. İnsana emek vermek. İslâmʼa hizmet eden müesseselere emek vermek. Dergiler, kitaplar, yayınlar, bunlara emek verebilmek.

Demek ki bu zamanın da hedefi bu olması lâzım.

Bir şükür borcu içinde olmamızın idrâki içinde olmamız lâzım. Zira Cenâb-ı Hak bizi meccânen, hiçbir dahlimiz olmadan, bizi 124.000 küsur peygamberin en yücesine ümmet kıldı. Biz kendi peygamberimizi kendimiz seçmedik. Bu da çok büyük bir lûtuf. Bunun da bir şükür borcu var.

Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ buyuruyor.

“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Başka bir kavimde, başka insanlar arasında gelebilirdik. Cenâb-ı Hak Âl-i İmranʼda Efendimizʼin vasıflarından bahsederken, orada;

لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ

(“Yemin olsun, Allah (müʼminlere) bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor.

En büyük bir nîmet olduğunu, Rasûlullah Efendimizʼin en büyük bir nîmet olduğunu. Fakat bu nîmete bir şükrâne içinde olmamız, bu nîmete şükrâne içinde, teşekkür içinde olabilmek için de Oʼnun rehberliğinin izinden gitmemiz lâzım.

Cenâb-ı Hak bize:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Hem takvâ sahibi olacağız, hem de takvâ sahibi olmaya (ilâveten), yaşayışımızla, hâlimizle, bir de takvânın rehberi olacağız.

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi her hususta örnek almak mecburiyetindeyiz. Yani yalnız namaz kılmakta değil. Namaz da en zor iş. Beş vakit cemaatle kılmak mümkün mertebe.

Diğer ibadetlerimiz, öyle bir huşû ile yapılacak ki kalbimizin rûhâniyetini artıracak. Oruç öyle, bütün uzuvlara tutturulacak. Zekât, sadaka, infak, büyük bir neşe ile, sevinçle verilecek.

“–Yâ Rabbi! Bana vermeyi lûtfettin.” diye Cenâb-ı Hakkʼa teşekkür edilecek. Zira;

“يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ”

(“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104])

Sadakaları Cenâb-ı Hak alacak.

Velhâsıl kul, ibadetlerle terakkî edecek. Güzel ahlâk olacak. Bu da kâfi değil. İbadetlerin seviyesinde güzel ahlâk tecellî edecek.

Raûf, rahîm, Efendimiz; çok merhametli, çok şefkatli. Bir müʼmin de çok merhametli, çok şefkatli olacak. Hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Kendi için istediğini kardeşiyle paylaşacak. Muzdariplerin yanıbaşında olacak.

“Bana verdin yâ Rabbi, ona vermedin. Demek ki o bana zimmetlidir.” diyecek. Ondan ecir alacak, kıyâmet selâmetine nâil olacak.

Dâimâ tefekkür edecek insan, bir müʼmin:

“O nasıl yaşadı, Rasûlullah Efendimiz? Oʼnun 23 senesi nasıldı? Benim ömrüm nasıl?..” Kendi kendimizi sorgulayacağız.

En çok üzerinde duracağımız şey de:

Efendimiz Vedâ Haccıʼnda; Kitap ve Sünnetʼi ümmete zimmetli olarak bıraktı. Ve o Kitap ve Sünnet zimmetli hepimize. Bunu yaşamak, yaşatmak ve bunun bir gayreti içinde bulunabilmek. O müesseselere destek olabilmek. Neslimizi o şekilde yetiştirebilmek. Bir Kur’ân ve Sünnet nesli olması. Ve ümmet-i Muhammed olabilmenin sevinç ve şükran duyguları içinde yaşayıp bu nîmetlerin bedelini ödemenin gayreti içinde olabilmek ömür boyu.

Zira:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyruluyor.

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” Efendimiz buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)

Fakat muhabbetin kantarı fedakârlıktır. İşte bir Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz nasıl Oʼnunla beraber olmaya çalıştı? Diğer ashâb-ı kirâm nasıl Oʼnunla beraber olmaya çalıştı? Biz, ibadet, muâmelât, ahlâk vs. ne kadar Oʼnunla beraber olmaya gayret ediyoruz? Sahâbe-i kirâm hiç tâviz verdi mi? İbadette, muâmelâtta, ahlâkta hiç tâviz verdi mi? Emr biʼl-mârûf, nehy aniʼl-münkerʼde bir tâviz verdi mi?..

Efendimiz, insanlığın kurtuluşu için büyük bir fedakârlık sergiledi. En ağır çilelere katlandı. Buna rağmen hiçbir zaman hâlinden şikâyet etmedi. Yedi yavrusunun altısını sağlığında kaybetti, bir şükür hâlindeydi. Zaman zaman gâlip oldu, zaman zaman vasat geçti, zaman zaman şey oldu, devamlı Cenâb-ı Hakkʼa bir ilticâ hâlindeydi. Hiçbir zaman değişen çirkin manzaralar karşısında yüzünü ekşitmedi. İhânetler karşısında münâfıkların ihânetlerinde, yüzünü ekşitmedi. Onların o hâline aldırış etmedi. Karnına taş bağlayarak Ashâb-ı Suffeʼye Kur’ân-ı Kerîm tâlim etti…