Ailede İyi Geçinmenin Kuralları

Aile Hayatımız

Evliliklerde geçimi temin etme vazifesi erkeklerindir. Peki, âilenin iktisada ve tasarrufa riâyeti, geçimi hususunda da sorumluluk sadece erkeğe mi aittir? İşte ailede iyi geçinmenin kuralları...

İslâm dini, âilenin geçimine dâir masrafları karşılama vazifesini erkeğe yüklemiştir. Ama bu, onun âile fertlerinin her türlü isteklerini hemen yerine getirmesi mânâsına gelmez. Meşrû ve zarûrî ihtiyaçlar, imkânlar ölçüsünde temin edilmelidir. Hattâ zengin bile olunsa, insanın olur-olmaz her isteğinin karşılanmaması lâzımdır. Zira her istenileni yapmak, zamanla istek ve iştihâları kabartır ve nefsin tatminsizliğine, azgınlık ve hattâ isyanına sebep olabilir.

Böyle bir nefis gitgide bencilleşerek sahibini yalnız kendini düşünme girdabında helâk eder. Bütün bir âileyi kendisine esir zanneder. Her şeyi istismar etmeye başlar. Kısacası imkânı çok olup da bu imkânlarını nefsinin arzuları istikametinde kullanan insanın nefsi âdeta gem kabul etmeyen bir “aygır”a dönmüş demektir.

VARLIKTA SABIR

Bu sebeple ekseriyâ imkânı olduğu hâlde bazı aşırı istekleri ertelemek, insanın mânevî olgunluğu, ayaklarının yere basması, hayatın gerçeklerini görmesi ve Allah’ın rızâsını kazanması için şarttır. Unutmamalı ki, asıl sabır, varlıkta sabırdır. Çünkü varlık devamlı olarak tahrik unsurudur.

Her istenileni hemen yapmayıp insanı olgunlaştırma yolunda bir eğitim metodu tâkip etmek, aynı zamanda ilâhî bir hikmettir. Cenâb-ı Hak, kullarının talep ve duâlarını bazen kabul etmemekte, bazen ertelemekte, bazen de kabul buyurmaktadır. Bundan maksat, kulların şu fânî dünyaya tamamen bağlanmamaları ve nîmetler içerisinde şımarıklığa düşmeden Hakk’a muhtaçlığını kavramasıdır. Çünkü insan, binbir sıkıntı içinde iken ve emellerine kavuşamamışken bile dünyadan kopmak istemiyor.

Bir de her arzusu yerine gelse, bütün hayallerine ulaşsa, bu dünyadan ayrılmayı hiç istemez ve daha büyük hatâlara, hattâ isyana sürüklenebilir. Nitekim Âdem -aleyhisselâm-, cennetten ayrılmak istemediği için “zelle” işlemiş ve dünyaya indirilmiştir. O bakımdan çocukları eğitmede ve onların isteklerini yerine getirmede, hem onların ileride karşılaşabilecekleri zor anları, hem de hesap gününü göz önünde bulundurarak hareket etmelidir.

NE İSRAF NE CİMRİLİK ORTA YOLU TUTMAK

Tabiî ki, harcamaları haddinden fazla kısarak işi cimriliğe vardırmak ve hayatî-zarûrî birtakım ihtiyaçları karşılamaktan yüz çevirmek de doğru ve kabul edilebilir bir davranış değildir. Bu iki hâl arasında orta yollu bir çizgi tâkip etmelidir. Âyet-i kerimede buyurulur:

(O kullar) harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisinin arasında ortalama bir yol tutarlar.” (Furkân, 67)

Bu orta yol, hayatın dengesidir. Cimrilik ne kadar kötü ise israf, yani saçıp savurmak da o kadar kötüdür. Erkek veya kadın, imkânları geniş olsa bile aslâ saçıp savurmaya, hoyrat bir israf savurganlığı hakkına sahip değildir. Kimse: «Mal benim, istediğim gibi harcarım…» diyemez. O malı kendilerine emânet olarak veren Allah kıyâmet günü: «Malını nerelerde ve nelere harcadın?» buyurup her çeşit harcamanın hesabını tek tek soracaktır. Nitekim âyet-i kerimede buyurulur:

“Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!.. Zira böylesine saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşlarıdır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” (el-İsrâ, 26-27)

İslâm, israfın her çeşidini, herkes için yasaklamıştır. Âile içindeki savurganlık da, erkek veya kadından olması fark etmez, engel olunması gereken kötü bir hastalıktır. Bu hastalık, bir insanın rûhuna işlemişse, o şahsın huzur ve rahat içinde yaşaması zorlaşır.

"TÜKETİM ÇILGINLIĞI" İHTİRASI NORMALLEŞTİRMEKTE

Günümüzde “tüketim çılgınlığı” denilen bu iptilâ, var olanla yetinmeyerek yeni ve değişik her şeye tamah ve ihtirası normalleştirmektedir. Ev eşyası, telefon, kıyâfet, araba ve benzeri daha bir çok sahada, herhangi bir ihtiyaç olmadığı hâlde elindekini yenileriyle değiştirmek, “moda” diye yeni yeni kıyâfet ve eşyalar almak, sadece birtakım markalardan giyinmeye çalışmak hep bu hastalığın pençesindeki insanların zaaflarıdır. Neticeler ise hüsran! Kendi imkânları yetersiz kalınca borç alarak, kredi kartları kullanarak ve bilhassa fâize bulaşarak, arzu ve heveslerini tatmin etmeye çalışanların âkıbetleri çok kötü olmaktadır. Böyleleri üstelik bir de borç batağına gömülmelerinden dolayı etrafını: “Bana yardım etmiyorlar!” yaklaşımlarıyla itham etmeye kalkar. Bu hâl, aklı ve duyguları dengeli kullanamamanın hazin bir neticesidir.

Dolayısıyla harcama çılgınlığı yerine sabrın bereketine yönelmek lâzımdır. Çünkü Allah, azlığı da çokluğu da insanlara dâima bir hikmete, imtihana, dolayısıyla sabra ve şükre vesîle olması için bahşeder. Düşünmeli ki, dünyevî olarak güçlü bile olsa imkânların azlığı, kulu Rabbine daha çok yaklaştırır. Dâima imkânlarının tükendiği yerde insan: «Aman yâ Rabbi!» der ve Allah’ı hatırlar. İnsanı, insan yapan acziyetini hissetmesidir. Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz: «Yâ Rabbi, Seni lâyıkıyla tanıyamadım, sana lâyıkıyla kulluk yapamadım.» diyerek acziyet içinde Rabbine ilticâ etmiştir.

KILIK KIYAFET ÖLÇÜSÜ

Hak dostları, mü’minlerin kalbî seviyelerine göre kılık kıyâfet ölçülerini şöyle belirlemişlerdir:

–Şeriatte kıyâfet, helâl ve haram açısından haddi aşmamak,

–Tasavvufta kıyâfet, ihtiyaç sınırlarından öteye geçmemek,

–Hakîkatte ise, elbise ve giysilere aşırı bir muhabbet ve alâka göstermemektir. Yani temiz ve sade giyinmek, bununla da kalbi meşgul etmemektir…

Eğer insan, gerçekten parasını harcayacak yer bulmakta zorlanıyor ve bu sebeple israfa yöneliyorsa, kendisinden daha muhtaç insanlara yardım eli uzatmayı hatırlamalıdır. Zaten yardım ediyorsa, bunu daha da fazlalaştırmalıdır. Zira bu, hem insanlık, hem de dînin îcâbıdır. Kazanmış olduğu parada fakir, muhtaç ve yetimlerin de hakkı olduğunu düşünen bir insan, servetini hovardaca tüketemez. İslâm, paranın kazanılacağı yerleri belirleyen prensipler koyduğu gibi, harcanabileceği ve harcanmasının yasak olduğu sahaları da tayin etmiştir. Âyet-i kerimede buyurulur:

“Allah yolunda harcayın! Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Yaptığınızı güzel yapın! Allah, (yaptıklarını) güzel yapanları sever.” (el-Bakara, 195)

İnsanların açlık ve sefâlet içinde çırpındığı bir zaman ve mekânda israfa harcanacak bir tek kuruşun bile ağır bir âhiret hesabı olduğunu unutmamalıdır.

HER GÜN UYKUYA DALMADAN ÖNCE TEFEKKÜR VE ŞÜKÜR

Bu itibarla insan, nâil olduğu nîmetleri her gün uykuya dalmadan önce şöyle bir tefekkür etmeli ve bunlardan dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Düşünmeli ki:

Dünyada nice insanlar aç ve susuz vaziyette iken tok olarak uyumak, tehlike veya ihtiyaç içinde kıvranan sayısız kimseler varken ihtiyaçsız ve emniyet içinde bulunmak, felâketler sebebiyle bu kış mevsiminde sıcak bir barınaktan mahrum binlerce insan Himalaya Dağları’nın eteklerinde gecelerken rahat yatağına uzanmış olmak, hem ne büyük bir nîmet, hem de ne büyük bir mes’uliyettir.

İşte her gün yatmadan önce yapılacak böyle bir muhâsebenin tefekkür hayatımızda ihmal edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim: “Hesaba çekilmeden evvel nefsinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25/2459) buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:

“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesabını Ömer’den sorar.” “Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle nefsini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.

Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla meşgul olan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik?

İşte bu nefsini muhâsebe duygusunu içinde canlı tutan insanlarda rûhî huzur ve emniyeti temin eden bir özellik ortaya çıkar ki, o da “kanaat”tir!..

EN BÜYÜK ZENGİNLİK: KANAAT

Kanaat, en büyük zenginliktir. Bir kişinin gönül zenginliğinin seviyesi, ancak onun kanaatiyle ölçülür. Kanaatkâr olan insanlar, sahip oldukları imkânlarla yetinmesini bilirler. Daha fazlası konusunda aşırı ihtiraslı olmazlar. Bu da onların rûhen rahatlamasına ve kadere râzı olmasına sebep olur. Fakat bu kesinlikle tembellik ve çalışma hayatından yüz çevirmek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine söylemek istediğimiz şey, meşrû ve dengeli ölçüler içerisinde çalıştıktan sonra Allah’ın lütfettiğine râzı olmaktır. Elde olana râzı olan, gücü ölçüsünde başkasına da yardım etmeye çalışır. Ama elindekini yeterli görmeyen kimse, her zaman daha fazlasını ister ve bırakın başkasına yardım etmeyi, her an kendisine yardım edilmesini bekler.

Bütün bu saydıklarımızın ve daha nice fazîletlerin yaşandığı asr-ı saâdet toplumu, “vuslat” ufkuna ulaşmış bir toplum idi. O devir, Allah Teâlâ’yı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından ve gönülden tanımanın feyizli devriydi. O toplumda kalpten dünyevî menfaatler, ihtiraslar çıkarıldı. Mal ve can, sadece Allah ve Rasûlü’ne bir yakınlaşma vasıtası olarak kullanıldı. Îman, bir lezzet hâline geldi ve merhamet enginleşti. Allah’ın mahlûkâtına hizmet, bir hayat tarzı oldu. Allah Rasûlü’nün hâlleriyle hâllenme, ashâb-ı kiram’ın en büyük ideali oldu. Allah Rasûlü’nün buyurmuş olduğu herhangi bir tavsiye ve îkaz, mukaddes bir emir olarak hürmet ve îtinayla ebediyyen baş tâcı edildi.

EVLATLAR ARASINDA ASLÂ AYRIM YAPILMAMALI

Bütün bir toplum, kanaat ölçüleriyle yaşadı. Aşırı tüketim, lüks, israf, oburluk ve gösteriş, sahâbe çevresinin ve toplumun tanımadığı bir hayat tarzı idi. Gönüller, “yarın bu nefsin konağının mezar olacağı” hakîkatini idrâk etti. Dostluğun merkezine Mevlâ ve Rasûlü yerleştirildi. Daha evvel okuma-yazma bilmeyen bir toplum, İslâm ve îman okuluna kaydolunca medeniyette zirveleşti. Bütün kalpler: “Allah bizden ne ister? Rasûlullah bizde ne görmek ister?” duyguları içinde yaşadı. Hayat, Allah rızâsına bağlandı. Merhamet ve şefkat derinleşti; hak ve adâlete hassâsiyet ise zirveleşti. Sahâbe için hayatın en zevkli ve mânâlı anları insan nesline vahyin mesajlarını ilettikleri zamanlar oldu. Bugün biz de, onların bu fazîlet kervanını tâkip ederek mânevî yükselişe, cemiyet olarak aynı huzur ve güzelliklere ulaşmalıyız.

Anne ve babalar, işte bu mükemmellikler ile yoğrulmalı ve evlâtlarını da aynı şekilde eğitmelidirler. Bilhassa evlâtları arasında aslâ ayırım yapmamalıdırlar. Gerek erkek ve kız arasında, gerekse aynı cinsten çocuklar arasında adâlet ve eşitliği gözetmelidir. İnsanın içindeki sevgiyi sınırlaması belki mümkün olmayabilir, ama en azından bunun yansımasında farklılık ortaya konulmamalıdır. Meselâ birine aldığını diğerine de almalı, birini öptüğünde diğerini de ihmal etmemelidir. Hâsılı hiçbir şekilde çocukların arasında kıskançlık tohumlarının yeşermesine sebep olmamalıdır.

Komşularını da iyi insanlardan seçmeli, kötü ahlâklı ve dînî zaafları olan komşu ve akrabalarıyla münâsebetlere dikkat etmelidir. Yani onları irşâd ve îkaz etmeyi düşünürken, kendi çoluk çocuğunu tehlikeye atmamalıdır.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Huzurlu Aile Yuvası, Erkam Yayınları, 2013