Akdeniz’i Osmanlı Gölü Yapan Sır
Akdeniz'i Osmanlı gölü yapan sır neydi? Osman Gazi’nin vefâtından sonra; Orhan Gazi’ye hitâben Alâaddin Bey neler söyledi? İslâm ordularının kumandanıyken yeni kumandan Ebû Ubeyde bin Cerrah Hazretleri’nin emri altında bir nefer olarak vazifeye devam eden Hâlid bin Velid (r.a) bizlere ne mesaj veriyor? Fedâkârlık ve teslimiyetin önündeki en büyük engel nedir?
Barbaros Hayreddin Paşa…
O da, başta Cezayir olmak üzere Kuzey Afrika’nın âdetâ taçsız sultanı durumundaydı. Fakat gönül hedefi sultan olmak değil, İslâm’a daha iyi hizmet etmek olduğundan, emri altındaki toprakları İslâm birliği uğruna Osmanlı’ya bağışladı ve Şimâl-i Afrika hükümdarlığı yerine Osmanlı Kaptan-ı Deryâlığı’nı tercih etti.
Böylece Akdeniz bir Osmanlı gölü hâline geldi. Avrupa korsanları ve müstemlekeci devletleri, üç asır boyunca İslâm beldeleri üzerindeki emellerine ulaşamadılar.
Mü’minleri kardeş îlân eden, onların uhuvvet ve tesânüdünden hoşnut olan Cenâb-ı Hak; böyle tevâzu ve fedâkârlıklara, büyük muvaffakiyetlerle mukabelede bulundu. Büyük bir fütûhat ve nusret tecellî etti.
Alâaddin Bey'in Fedâkârlığı
Babası Osman Gazi’nin vefâtından sonra; Orhan Gazi’ye hitâben;
“–Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun kumandasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana aittir.” diyen Alâaddin Bey yine bu fedâkârlık fazîletinin nümûnelerindendir.
Hâlid bin Velid'in (r.a) Teslimiyeti
İslâm orduları kumandanıyken, Hazret-i Ömer’in tensibiyle vazifeden alınan ve yeni kumandan Ebû Ubeyde bin Cerrah Hazretleri’nin emri altında bir nefer olarak vazifeye devam eden Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- yine bu fazîletin muhteşem bir örneğidir.
Ebû Ubeyde Hazretleri de, Zâtüsselâsil seferinde, böyle bir fedâkârlığı hiç çekinmeden sergilemiştir.
- Makam ve mevki hırsı,
- Kendini ve dâvâsını haklı görme duygusu,
- Çevresindekilerin alkış, tahrik ve ısrarları gibi nice menfî unsur karşısında ferâgat ve fedâkârlık fazîletini sergileyebilmek hakikaten çok zor bir haslettir.
Buna en mühim engel de;
ENÂNİYET MUSÎBETİ
İnsanın en büyük problemi enâniyettir. Benlik veya enâniyet, bir nevî şirktir / ortaklıktır.
Hâlbuki;
İslâm akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Çünkü takdir Cenâb-ı Hakk’ındır. Gücü ve muvaffakiyeti veren de Cenâb-ı Hak’tır. Kula düşen, O’na teslim olmaktır.
Enâniyet, nice gafili cehennem yolcusu eylemiştir.
Meselâ;
Medine’deki yahudi kabîlelerinin reisleri ve hahamları; ellerindeki kitaplarda haber verilen âhirzaman peygamberinin alâmetlerini gördükleri hâlde, mevkilerini kaybetme endişesiyle müslüman olmadılar. O’na düşmanlık edip hüsrâna uğradılar.
Mekke müşriklerinden Velid bin Muğîre de peygamberliğin, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilmesini hazmedemediği için, enâniyete mağlûp olarak küfrün ve hasedin karanlığında kaldı.
Kezâ zamanın Bizans kralı Herakliyus; İslâm davetinin tesiri altında kaldığı ve Peygamberimiz hakkında sorduğu suallere aldığı cevaplar karşısında, risâlet-i Ahmediyye’yi vicdânen kabul ettiği hâlde, enâniyet ve taht korkusu yüzünden, îmandan, dolayısıyla ebedî saâdetten mahrum kaldı.
Hiçliğe Erişme
İnsanın enâniyet ve benlik uçurumlarından kurtulabilmesi için, hiçliğe erişmesi lâzımdır.
Kadîm medeniyetimizin mâneviyat ocakları olan dergâhların duvarlarında dâimâ bir «Hîç» levhası olurdu.
İnsan, bu levhayı görüp hiçliğini idrâk edecek.
Azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür edip hiçliğini anlayacak.
İlk nâzil olan âyet;
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) tâlimâtıdır. İnsan, vukuâtı ve hâdisâtı gönül gözüyle okuyacak. Allâh’ın nimetlerini tefekkür edecek.
“–Aman yâ Rabbî!” diyecek. Hâdiselerin seyrinden ders alacak.
Böylece;
Nefsinin şöhret, şehvet ve servet gibi menfî arzularını dizginlemeyi öğrenecek.
İlâhî takdir karşısında rızâ ve teslîmiyet gösterecek.
Eğer takdîr-i ilâhî ile makam veya servete nâil olursa, onu da Allah yolunda en güzel şekilde değerlendirecek.
En Önemli
Bu mânâda;
En mühim vazifemiz, keyfiyetli ve ideal insan yetiştirmektir.
En çok ihtimam göstermemiz gereken gayret;
- Hiçlik şuuruna eren,
- Mes’ûliyet ve kul hakkı şuuruna sahip,
- Nefsini ayakları altına alıp, rûhunu baş tâcı eden,
- Zillete düşmeden mütevâzı,
- Gurura kapılmadan vakur ve heybetli,
- Kāliyle ve hâliyle İslâm’ı temsil edebilen şahsiyetler yetiştirmektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Mayıs, Sayı: 231
YORUMLAR