Akıl, Bilgiye Ulaşmada Tek Başına Yeterli mi?

Hakîkaten toplumlar, kütüphanelerin tozlu raflarında kalmış olan kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin fikirleriyle selâmete kavuşamaz. İnsanlığı hakîkî saâdet ve selâmete çıkaracak olan; Kur’ân-ı Kerîm ve onun canlı bir şerhi mâhiyetindeki Sünnet kültürüyle yoğrulup ilâhî hikmet ve hakîkatlerle kemâle ermiş mü’minlerin tebliğ, îkaz ve irşadlarıdır.

Yarattığı kullarının husûsiyetlerini hiç şüphesiz ki onlardan çok daha iyi bilen Allah Teâlâ, aklın hakîkate ulaşmadaki zaaf ve kifâyetsizliğini telâfî için, insanlık tarihi boyunca -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber göndermiş, vahyettiği suhuf ve kitaplarla da insanlığı hakîkate ulaştırmak için büyük yardımlarda bulunmuştur. Bu keyfiyet bile, aklın hakka ve hayra, yani doğruya ve gerçeğe ulaşmada tek başına kâfî olmadığını göstermektedir.  Akıl bu hususta yeterli bir vâsıta olsaydı, Cenâb-ı Hak insanlığa bunca peygamber ve kitap göndermezdi.

Öte yandan, hayat şartları ne olursa olsun bütün insanlık, “ölüm” gerçeği karşısında müşterek bir ürperti içindedir. Hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, gönülleri derinden derine sızlatmaktadır.

Zihinlerde âdeta zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve kımıldadıkça insanı tedirgin kılan “ölüm” ve “sonrası”na dâir meçhuller, -vahyin ve peygamber- lerin irşâdından uzak kalanlar tarafından- her devirde türlü bâtıl telâkkîlerle susturulmak, bastırılmak veya şuuraltına hapsedilmek istenmiştir. İşte beşer düşüncesiyle kavranması mümkün olmayan bu istikbal düğümünü, ancak vahyin sesi çözebilir.

AKLA VE KALBE YOL GÖSTEREN KİTAP

Bu fânî hayat yolculuğunun meçhullerini mâlûm kılan, muammâlarını çözüme kavuşturan, karanlıklarını aydınlatan, akıl ve kalp için her bakımdan en tatminkâr delilleri ihtivâ eden yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Yüce Rabbimiz, bizleri pek çok âyet-i kerîmede insanın yaratılışındaki hikmetleri, kâinattaki hârikulâde nizâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in bir beyan mûcizesi olduğunu düşünmeye dâvet etmektedir. İnsanlık haysiyetine lâyık bir şekilde yaşamak isteyenler, Kur’ân-ı Kerîm’in istikâmetlendirdiği bu tefekkür dünyasına girmek mecbûriyetindedirler.

Zerre kadar bir çınar tohumunun münbit bir toprak vâsıtasıyla koca bir ağaç hâline gelerek kazandığı muazzam haşmet gibi, bizdeki tefekkür, tahayyül ve hissiyâtın Kur’ân’la beslenip güçlenmesi neticesinde ulaşılabilecek kalbî duyuş ve hakîkatler de sonsuz ve muhteşemdir. Bu itibarla Kur’ân’ın, o bitip tükenmez feyzi ve yüce irşâdı olmasaydı, tefekkür ve duygularımız, münbit topraktan mahrum, kuru bir tohum gibi kalırdı.

Dolayısıyla bizler için, Kur’ân-ı Kerîm sâyesinde gerçekleşen ilâhî ikrâmın yüceliğini ve azametini idrâk etmekten daha büyük bir nîmet olamaz.

BÜYÜK HAKİKATLERİ ÖĞRENMENİN YOLU

İlâhî beyanlar rehberliğinde terbiye edilmeyen bir akıl, âdeta azgın bir at gibidir. Onunla hedefe ulaşmak mümkün olmadığı gibi, uçurumlardan yuvarlanıp helâk olmak da muhakkak ve mukadderdir. Bu yüzden, nasıl ki vahşî bir atın enerjisinden en güzel bir şekilde istifâde etmek için ona gem vurup ehil hâle getirmek gerekliyse, aklı da Vahy’in ve onun îzâhı mevkiinde olan Sünnet’in mânevî terbiyesi altına alarak “akl-ı selîm” hâline getirmek zarûrîdir.

Felsefî ekoller, ilâhî te’yîde mazhar olan peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmaksızın hakîkati anlamak iddiâsındadırlar. Fakat en büyük hakîkatler, Allâh’ın kendilerine peygamberlik lûtfettiği müstesnâ kullarının aracılığı olmadan öğrenilemez.

Bu hakîkati Mevlânâ Hazretleri şöyle ifâde eder:

Çocuk aklı bile; «Kitapla meşgul ol!» der. Fakat çocuğun kendi kendine kitaptan bir şey öğrenmesi mümkün değildir. Hastanın aklı da onu hekime çeker, götürür. Ama aklı kendisine ilâç olamaz.

Allâh’ın fazl u keremine her boşboğaz yol bulsa idi, Cenâb-ı Hak bu kadar peygamber gönderir miydi?

Peygamberler, bütün insanlık için, Allâh’ın en büyük nîmetidir. Peygamberlerin, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında verdikleri muhteşem ilmin cüz’î bir kısmını bile, insanlar, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede ve nefsi arındırma yoluyla elde edemezler.

PEYGAMBERLER OLMADAN ALLAH'IN VARLIĞI İDRAK EDİLEBİLİR Mİ?

Bu hususta İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de şöyle buyurur:

Peygamberler âlemlere rahmettirler. Allah Teâlâ bu yüce insanlar aracılığıyla bizim gibi cüz’î akıl sahiplerine kendi Zât’ını ve sıfatlarını bildirmişve bizleri anlayışımız nisbetinde Zât’ına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden haberdar etmiştir. Yine peygamberler vâsıtasıyla nelerden râzı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizle re bildirmiş, dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkânı bahşetmiştir. Eğer peygamberler olmasaydı, beşer aklı, ne Allâh’ın varlığını (kâmilen) idrâk edebilir, ne de O’nun yüceliklerini kavrayabilirdi.”(Mektûbât, c. III, 23. Mektup.)

Aklın tâkat ve salâhiyetinin tükendiği noktada, hakîkatlerin de nihâyete ereceği iddiâ edilemeyeceğine göre, o noktadan itibâren sonsuza doğru teselsül edip giden gerçeklere ulaşma temâyülü de bertaraf edilemez. Çünkü bu, fıtrî bir ihtiyaçtır. Bundan dolayı gerek dinde, gerekse din dışı tefekkürlerde, gerçeklerin bu kısmına ilgisiz kalınmamıştır. Metafizik meselelere âit felsefî düşüncelerin muazzam bir külliyat teşkil ettiği, herkesin mâlûmudur.

Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, ilâhî menbâdan feyizlenen peygamberler, hep birbirlerini te’yîd edegeldikleri hâlde, aklı temel alan filozoflar, tenâkuzlardan kurtulamamış ve ortaya çıkan her filozof, kendinden öncekileri red ve tenkitle işe başlamıştır.  Bunda benlik duygusunun ve nefsânî iddiâların ön plânda bulunmasının büyük bir rolü varsa da, asıl sebep, aklın tenâkuzlardan sâlim kalamama özelliğidir.

Hakîkaten, aklın ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, hatâ, noksanlık, unutma ve yanılma tehli kelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin, az ya da çok, ama mutlakâ tesiri altında kalır. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkar.

KAYNAK: Osman Nûri TOPBAŞ, İslâm Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.