Aklın Durduğu Nokta
Haftalar içinde sanat harikası bir esere, düzgün ve mükemmel yapılı bir insana dönüştürmesi; her şeyin sahibi ve yaratıcısı, en güzel isimlerin sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, ilmi ve sanatından başka hiçbir şeyle açıklanamaz!
Beşinci günde rahme gelip yuvalanmaya başlayan zigotun bir kısım hücreleri, iç duvardaki damarları kemirerek derinlere doğru beslenmek için kök salarken, zigot da bütünüyle sıkı sıkıya rahme bağlanır.
Anne rahmine gelip tutunan yapının gelişmesi, ilmî olarak; ilk 2,5 hafta “embriyo öncesi dönem”, 2,5-8 hafta “embriyo dönemi”, 8. haftadan sonra ise “fetal dönem” olmak üzere 3 ayrı safhada incelenmektedir. Ayrıca anne rahmine tutunan bebek, biri anneye, ikisi bebeğe ait olmak üzere 3 katmanın içinde yer almaktadır. 3 kat tabaka ve 3 ayrı safhada gelişmesini tamamlayan tohum, bu karanlıkların içinden “insan yavrusu” olarak dünyaya gözünü açmaktadır. Zümer Sûresi 6. âyet-i kerîmede bu hâdise, mûcizevî bir şekilde şöyle anlatılmaktadır:
“…Sizi annelerinizin karınlarında, üç katlı karanlık içinde, çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?!”
İLK DÜZENLEMELERİN BAŞLANGICI
Embriyonun gelişiminin sekizinci gününde, hücreler farklılaşmaya başlayarak “iç” ve “dış” olmak üzere iki tabakalı bir görünüş kazanırlar. Bu tabakanın iç kısmındaki hücreler, dış hücrelerden kendisini ayırır. Sadece ileride yeni gelişecek olan plasenta (bebeğin eşi) ve embriyo arasındaki bağlantıyı sağlayacak göbek kordonu olacak bölge kalır ve ileride insanı inşâ edecek olan hücreler, yassı bir şekil oluşturarak yeni bir isim (embriyonik disk) alırlar. Daha sonraki büyüme, bu diskin iki tarafında simetrik olarak meydana gelir. Bu faaliyetler, insan vücudundaki ilk düzenlemelerin başlangıcıdır.
Simetrik parçaların her iki tarafında dış (ektoderm), iç (endoderm), ikisi arasında da orta (mezoderm denilen) tabakalar oluşmaya başlar. Bu üç katmanın her biri, daha sonraki aşamalarda bebek vücudunun ayrı ayrı bölümlerinin oluşmasını sağlayacaktır.
Embriyo, artık her bir hücresi ile hummalı bir faaliyet yürütmektedir. Birbirinin aynı olan hücreler, belli bir süre sonra bölünerek çoğalmakta ve bu hücrelerin bazıları, diğerlerinden farklı bir yapıya bürünmeye başlamaktadırlar. Hücreler, çok süratli ve programlı bir şekilde ileride teşekkül edecek insanın doku ve organlarının inşasında vazife alırlar. Bütün hücreler, âdeta görev yerine dağılan işçiler gibi bölük bölük hareket ederler. Sonra aynı organı oluşturacak hücre grupları birbirine yapışarak birikir, katlanır ve organları oluşturmak için hazırlanırlar.
Bu yoğun faaliyetler sonunda; en dışta kalan hücre tabakasından, beyin, omurilik, işitme, görme, koklama, tatma ve dokunma organları oluşur. Deriyi, deri ile alakalı olarak saçları, tırnakları, ter bezlerini yapmak da bu tabakanın vazifesidir.
İRADEMİZLE HAREKET EDEN VE ETMEYEN KASLARIN OLUŞUMU
Embriyonun en iç tabakası karaciğer, akciğer, pankreas gibi sindirim ve solunum sistemini oluşturan organlar ile bu organlarla ilgili tiroit, timüs, prostat gibi bezler, idrar torbası ve kanalının ortaya çıkmasını ve gelişimini üstlenmiştir.
Mezoderm olarak adlandırılan üçüncü tabaka ise, bu iki tabakanın arasında oluşur. Bu tabakadan irâdemizle hareket eden ve etmeyen kaslar, kalp, damarlar, üreme cihazlarının büyük bir kısmı, kemik ve kıkırdaklar yaratılır.
Bu üç tabakanın da başlangıcı, döllenmiş olan yumurta hücresidir. Tek bir hücreden kopyalanarak çoğalan hücreler, günler içinde farklı hücre tiplerine dönüşmektedir. Bu dönüşümün temeli, hücrenin ürettiği protein yapısının farklı olmasıyla açıklanmaktadır. Farklı proteinleri üreten iki hücre, yapı olarak da farklılaşır. Bu hâdise, evrim mekanizmalarıyla aslâ açıklanması mümkün olmayan, tam bir yaratılış mûcizesidir.
Evrimin ısrarlı savunucularından Alman bilim adamı Hoimar von Ditfurth, anne karnındaki esrarengiz gelişmeden şöyle bahseder:
“Tek bir yumurta hücresinin bölünmesinin, nasıl olup da birbirlerinden öylesine farklılaşmış sayısız hücrenin doğuşuna yol açtığı, bu hücreler arasında kendiliğinden olan iletişim ve işbirliği, bilim adamlarının akıl erdiremediği olayların başında gelmektedir.”
HAFTALAR İÇİNDE SANAT HARİKASI ESERE DÖNÜŞEN İNSAN
Hakikaten de toplu iğnenin ucu kadar bile olmayan bir hücrenin, içinde kütüphaneler dolusu bilgiyle yuvarlanarak rahme doğru ilerlemesi; en uygun yeri tespit ettiğinde etrafında koruyucu bir kalkan oluşturarak sıkı sıkıya oraya yuvalanması; saatler, günler ve haftalar içinde taşıdığı bilginin sadece lâzım olanını ortaya çıkarıp, diğerlerinin üzerini kapatarak, bütün vücut sisteminin oluşturulmasında bir inşaat ustası gibi sistemli, programlı ve işbirliği içinde çalışması, ilk günlerde bile son derece ileri görüşlü hareket ederek sadece 40 hafta sonrasını değil, doğumdan sonraki yılları da görerek, plânlayarak hareket etmesi ve buna uygun olarak gelişip farklılaşması, daha 8. günde iş bölümüne göre farklı bir şekle giren hücrelerin, aşama aşama yüzlerce çeşit hücreye dönüşmesi ve bunların benzer olanlarının bir araya gelerek yeni organ ve sistemler ortaya koyması, câlib-i dikkat olanın da her bir hücrenin bu inşaatta daha ilk tecrübesi olmasına rağmen; ilk günlerde pek de bir şeye benzemeyen bir şeyi, (ilk başta dut küresi, sonra içi mâyi dolu lastik bir top, taşlı bir yüzük, bir disk, belirgin bir C harfi ilh…) haftalar içinde sanat harikası bir esere, düzgün ve mükemmel yapılı bir insana dönüştürmesi; her şeyin sahibi ve yaratıcısı, en güzel isimlerin sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın kudreti, ilmi ve sanatından başka hiçbir şeyle açıklanamaz!
Yaratılışı gölgelemeye kasteden bütün iddialar, akıl ve mantık dışı teoriler, rahme doğru ilerleyen âciz hücre topluluğunun gün gelip de gören göze, işiten kulağa, tat alan dile, dokunan, hisseden tene, konuşan, akleden, fikreden muhteşem bir varlığa nasıl dönüştüğünü açıklayamaz!. Hiçbir selîm akıl ve vicdan, böylesine plânlı ve programlı yaratılışın tesadüfen gerçekleştiğini kabul edemez.
ANLATMAYA SÖZLER NOKSAN KALIYOR
İlâhî esmânın tecellî mekânından biri olan insanda sergilenen sanat karşısında, kalemlerin yazacağı, dillerin söyleyeceği sözler noksan kalacağından, bu sanat karşısında yürekten bir “Sübhânallah” çekerek acziyetimizi itiraf etmek pek yerinde olacaktır, diyelim ve bu ayki yazımızın da sonlarına gelelim.
Belki de okuyucular olarak, bu yazıların ne zaman nihayete ereceğini merak etmektesiniz. Hatta zaman zaman soranlar da olmuyor değil; “İki senedir niye bitmedi, bu yazı dizisi” diye… Ancak ailesinde tıp fakültesinden geçmiş birileri olanlar daha iyi bilirler; insan sağlığını konu edinen bu ilmin tahsili, onlarca yıl sürüyor. İhtisasların üzerine yan dal ihtisasları ekleniyor; bir ömür tüketiliyor da bazen insanın bir hücresinin bile tahsili bitirilemiyor. Her gün yeni buluşlar için çalışıldığını da göz önünde bulundurunca, iki-üç sayfa yazıyla bizlerin yaptığı sadece okyanustan sahile vuranları derleme çabasıdır. Benzer araştırmalar ve yazılar pek çok yerde bulunabilir. Bizimkinin ilk olmadığının da farkındayız. Ama nasıl ki insan bir şeyi beğenip heyecanlandığında onu yakınlarıyla, sevdikleriyle paylaşırsa; biz de Şebnem ailesi ve okuyucularıyla öğrencilikten beri süren bu heyecanı paylaşmak istedik. Hatta bu konuda kalem oynattığımız ilk yazıda bunu dile getirdik.
Ne diyelim, ilim, Allâh’ın sıfatı ve insan bundan bir zerreyi bile okumaya ömür yetiremiyor. Nerede kaldı, onu birkaç sayfayla anlatabilmek… Yüce Rabbimiz inşâallâh bu satırlarla, gönüllerimizde tefekkür pencereleri açılmasını hepimize nasip eylesin.
Allâh’ın sanatı üzerinde tefekkür, kulu O’na yaklaştıran kıymetli bir ibadet... Ama çağımız “hız ve haz” çağı olduğundan, insan şöyle bir durup düşünemeden bakıyor ki, zaman hızla geçip gitmiş. Şimdi yazının son satırlarındaki hikmetli beyitleri okuduğumuzda gözlerimizi kapatalım ve yürekten bir “Sübhânallah” diyerek iç âlemimize yönelelim. Her şeyin sahibi ve yaratıcısı olan yüce Rabbimizi tesbîh edelim…
Bu kârgâh-ı sun’ aceb dershânedir
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir
Çeşitli eserlerin vücuda getirildiği kâinat hayret edilecek bir dershânedir. Kâinâttaki her nakış, bir ledün (Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim) kitabından işarettir.
Sübhâne men tahayyera fî sun’ihi’l-ukûl
Sübhâne men bikudretihî ya’cizü’l-fühûl
(Ziya Paşa)
Sanatıyla, eserleriyle akılları hayrete düşüren; kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allah Teâlâ’yı tesbîh ederim.
Kaynak: Dr. Betül Nefise İnal, Şebnem Dergisi, 140. Sayı