Âl-i İmrân Suresi 134. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Âl-i İmrân Suresi 134. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrân Suresi 134. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Âl-i İmrân Suresi 134. Ayetinin Arapçası:
اَلَّذ۪ينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّٓاءِ وَالضَّرَّٓاءِ وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِۜ وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَۚ
Âl-i İmrân Suresi 134. Ayetinin Meali (Anlamı):
O takvâ sahipleri, bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcar, öfkelerini yutar ve insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever.
Âl-i İmrân Suresi 134. Ayetinin Tefsiri:
Âyette
geçen اَلسَّرَّاۤءُ (sarrâ), sürûr ve sevinç veren, اَلضَّرَّاۤءُ (darrâ) ise zarar ve sıkıntı veren durumları
ifade eder. الْغَيْظُ (gayz), hoşlanmadık
bir şeye karşı insanın duyduğu öfke demektir. كَظْمُ
الْغَيْظِ (kazmu’l-gayz) ise öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü
kimselere karşı kudreti bulunduğu halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş
olmayacak bir davranış göstermeyip hazmetmek ve sabretmektir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân,
IV, 124)
Burada
ilk olarak cennet ehli olan müttakîlerin üç önemli özelliğine dikkat çekilir:
Birincisi;
genişlik ve darlıkta, varlıkta ve yoklukta, sürûr ve gam halinde devamlı verirler.
Bolluk ve surûr hali onları şımartıp bencilleştirmediği gibi, darlık ve
zorluklar da onlara vermeyi unutturamaz. Devamlı ganî gönüllü ve iyilik eder
halde bulunurlar. Şu misal darlık zamanlarında bile Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in
nasıl bir cömertlik ve infak seferberliği halinde olduğunu göstermeye yeter:
Bir
gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah
Resûlü:
“–Yanımda
sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde
öderim” dedi. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hz. Ömer:
“–Yâ
Resûlallah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah seni gücünün yetmeyeceği şeyle
mükellef kılmamıştır” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in, Hz. Ömer’in bu sözünden
hoşnud olmadıkları, mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir
zât:
“–Anam,
babam Sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ver! Arşın sahibi azaltır diye korkma!”
dedi. Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:
“–Ben de bununla emrolundum” buyurdu. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 242)
İnfakın
genişlikle-darlıkla, malla-varlıkla değil, gönlün cömertliğiyle alakalı bir
durum olduğunu şu misalle daha iyi anlamak mümkündür:
8
Ekim 2005 târihinde Pakistan büyük bir depremle sarsılmıştı. yetmiş binden
fazla insan vefât etti. Geride kalanlar da açlık ve yoklukla baş başa kaldılar.
Türkiye’den müslüman bir yavru, 24 Kasım’da şu mektup ile malının yarısını
müslüman kardeşlerine infâk etti ve îsârın zirvesini gösteren bir misal
sergiledi:
“Ben
fakir bir evin oğluyum. Babam yok, annem hasta. İki milyon (iki lira) ekmek
paramız vardı, bunun size bir milyonunu gönderiyorum. Çünkü ben bugün çöpten
ekmek buldum. Akşam iftarı onunla yapacağız. Bu bir milyon ile, depremde zarar
gören çocuklara ekmek alın. Bu para helâldir. Pul parası da vereceğim için
paramın hepsini gönderemedim. Özür dilerim.”
Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s.), cennete girebilmede cömertliğin ehemmiyetini şöyle beyân
eder:
“Cömert kul Allah’a yakındır,
cennete yakındır, insanlara yakındır, Cehennemden de uzaktır. Cimri kul ise
Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, Cehenneme de yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
İkinci
olarak bu seçkin kullar öfkelerini yutarlar. Onlar, takvâdan doğan mânevî bir
kuvvet ile, nefsin zaruri arzuları seviyesinden daha yüce bir ufka yükselir,
böylece büyük bir ruhî güç kazanarak öfkeyi yenmeyi başarırlar. Peygamber
Efendimiz, öfkeyi yenebilmenin faziletiyle ilgili şöyle buyurmuştur:
“Gerçek pehlivan güreşte rakibini yenen değil, kızdığı zaman
öfkesine hâkim olandır.” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107)
“Kızgınlığını tatbik etme kudreti varken öfkesini kontrol edeni
Allah, kıyamet günü bütün insanların ön tarafına çağırır ve onu hurilerden
dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3; Tirmizî, Birr 74)
Şâirin
şu beyti, olayın psikolojik boyutunu şöyle ifade eder:
“Âlâmını kalbinde tutup, kimseye açma.
Zira elemin zikri de bir başka elemdir.” (Ferit Kam)
Şeyh
Edebali Hazretleri’nin Osman Gâzi’ye verdiği şu öğütler de bu ve benzeri
âyetlerin birer yansımasıdır:
“Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana. Güceniklik
bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik bize, yanılgı
bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar
bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana.
Ey Oğul!
Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize;
uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana...”
Ancak
öfkeyi yenmek birinci safha olup tek başına yeterli değildir. İnsan bazan hınç
almak ve şiddetli kin beslemek için öfkesini yutabilir. Bu durumda bir anlık
öfke korkunç bir intikama, dışa vurmuş bir kızgınlık ise gizli bir kine
dönüşür. Halbuki öfke ve kızgınlık, hınç ve kine nispetle daha pâk ve daha
temizdir. Bu yüzden, ayeti kerîme muttakîlerin ruhlarındaki, bu mağlup edilmiş
öfkenin ulaşması gereken sonucunu göstermekte ve bunun affetme ve müsamaha
olduğunu şöyle bildirmektedir:
Üçüncü
olarak onlar, kendilerine kötülük edenlere karşı da af ile muamele ederler.
Öfke kontrol edildiği zaman, ruh üzerinde bir ağırlık, kalbi yakıp kavuran bir
alev ve vicdanı kaplayan bir duman haline gelir. Fakat insan, bu noktadan bir
adım daha ileri atarak affedebildiği takdirde gönlü açılır ve ruhu
ağırlıklardan kurtulup nurlu ufuklara açılma imkânı bulur. Kalp, kavurucu
alevlerin etkisinden kurtularak huzur, sukûnet ve itminana kavuşur. Bununla
birlikte affedip şefkat ve merhametle davrandığı karşısındaki insanın da doğru
yolu bulmasına yardımcı olur.
Rivayete
göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın
hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer
Hazretlerinin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de,
öfkeyle kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle:
“–Efendim!
Kur’ân’da öfkelerini yenenler takdir ediliyor!” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık
Hazretleri:
“–Öfkemi
yendim!” dedi. Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da
aynı yerde insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdir ediliyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi
bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle:
“–Âyetin
sonunda; «Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!» (Âl-i
İmrân 3/134) buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi
git, hürsün artık; seni Allah için âzâd ettim!..” dedi.
Nitekim
şu misâl de ne kadar ibretli ve takdire şâyandır.
Merhum
Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran
sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan
kişi:
“−Bu
ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve
bîçâre adamcağız:
“−Beni
merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile
getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o
gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne
olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu
ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla
sâlihler zümresine dâhil olur.
Önceki âyette birinci grup müttakîlerin
hususiyetleri beyân edildikten sonra şimdi burada ikinci bir müttaki grubundan
bahsedilmektedir:
Âl-i İmrân Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Âl-i İmrân Suresi 134. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...