Âl-i İmrân Suresi 28. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Âl-i İmrân Suresi 28. ayeti ne anlatıyor? Âl-i İmrân Suresi 28. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Âl-i İmrân Suresi 28. Ayetinin Arapçası:
لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ وَمَنْ يَفْعَلْ ذٰلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللّٰهِ ف۪ي شَيْءٍ اِلَّٓا اَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقٰيةًۜ وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُۜ وَاِلَى اللّٰهِ الْمَص۪يرُ
Âl-i İmrân Suresi 28. Ayetinin Meali (Anlamı):
Mü’minler, sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanız ölçülü bir şekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü sonunda dönüş, yalnız Allah’adır.
Âl-i İmrân Suresi 28. Ayetinin Tefsiri:
Âyet-i
kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu olaylar nakledilir:
·
Medine’de bir kısım yahudiler, belki dinleri hakkında fitneye
düşürürüz arzusuyla Ensâr’dan bazı müslümanlarla dostluk kuruyorlardı. Rifâa b.
Munzir ve Abdullah b. Cubeyr gibi sahâbeler Ensâr’dan o kişilere: “Bu
yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte bulunmaktan ve onlara dost olmaktan
sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler” dediler. Fakat onlara dostluk
beslemekte ve onlarla birlikte olmakta ısrar ettiler. Bunun üzerine bu âyet
indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 309; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s.
104)
·
Bu âyet, münafıklardan Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşları hakkında
nâzil olmuştur. Onlar, yahudileri ve müşrikleri severler, onlara dost olurlar,
belki Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’e karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların
haberlerini onlara taşırlardı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)
Âyet-i
kerîmenin, bu ve benzeri olaylar gibi, iniş sebebi hususi olsa da hükmü ve mânası
umûmîdir. Kıyâmete kadar bu muhtevâya dâhil olabilecek bütün grup ve şahısları
içine aldığında hiç şüphe yoktur.
Bir
mü’minin, küfrüne râzı olmak sûretiyle bir kâfirle dost olması kesinlikle
yasaktır. Çünkü bu tarz bir davranış, kâfiri dininde ve inkârında tasvip etme mânası
taşır. Küfrü tasvip ise küfürdür. Ancak başka bir kısım âyetlerin (bk. Mümtehene
60/8) ve Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının gösterdiği gibi dünyevî
meselelerde kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak caizdir. Müminler, hiç
kimseye karşı iyi davranmaktan, adâlet ve ihsandan menedilmiş değillerdir.
İnsan haklarına riâyet, ahde vefâ, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında
imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat bu,
mânevî değerleri zedelemeyecek, İslâm’ın insana bakışını, ona sevgi, hoşgörü ve
iyilik duygularıyla yaklaşma anlayışını simgeleyecek ve dünya hayatının barış
ve istikrara kavuşmasına yardımcı olacak bir tarzda olmalıdır. Burada çok
hassas bir denge vardır. O dengenin iyi korunması ve müslümanların fert ve
toplum olarak hiçbir zarar görmeyecekleri bir usulün takip edilmesi gerekir.
Bu
bakımdan âyet-i kerîmede bahsedilen dostluk “inanç birliği veya yakınlığı
sebebiyle muhabbet besleme, gönül verme, güven duyma ve bel bağlama” mânasında
kullanılmıştır. Çünkü âyetin devamında gelen “Kim böyle yaparsa, artık onun
Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur” (Âl-i İmrân 3/28) tehdidi,
yasaklanan dostluğun İslâm’ın ruhuyla bağdaşmayan, imanı tehlikeye sokan ve müslümanların
zararına olan dostluklar olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı
kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan
sakınmalıdırlar.
Ancak
mü’minlerin, kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korunabilmek için
kalplerindeki imanın kıvâmına dikkat ederek “takiyye” yapmaları mümkündür.
Takiyye, “insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden
onların arzusuna uygun hareket etmek” demektir. Nitekim “Kalbi imanla
dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu
ancak diliyle yapan hâriç; bu durumda kalan kimse inkâr sözünü söyleyebilir”
(Nahl 16/106) âyeti de bu hususa dikkat çekmektedir. Nitekim şu hadise burada
sözkonusu edilen takiyyenin boyutlarını daha net ortaya koymaktadır:
Yalancı
peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l-
Kezzâb, ashâb-ı kirâmdan iki kişiyi yakaladı Onlardan birisine: “Sen,
Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” deyince o: “Evet,
evet, evet!” dedi. Müseylime: “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eder
misin?” deyince, o sahâbî bu soruya da “Evet” diyerek cevap verdi. Bunun
üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve: “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna
şehâdette bulunur musun?” dedi. Sahâbî, “Evet” dedi. Daha sonra, “Benim de
Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdette bulunur musun?” deyince, o sahâbî üç kere,
“Ben sağırım...” dedi. Müseylime bunun üzerine onu öldürdü. Hâdise Allah Resûlü
(s.a.s.)’e intikal edince şöyle buyurdu: “Öldürülen kimseye gelince, o
yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, Allah mübârek etsin. Diğeri ise Allah’ın
tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur.”
(Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 12)
Dolayısıyla
âyette bahsedilen takiyye, zarûretten doğan ve ruhsat ifade eden istisnâi bir
durumdur. müslüman, mecbur kalmadığı sürece bu yollara tevessül etmemelidir.
Zira bu zaruret sınırını aşıp alışkanlık hâline gelmeye başladığında imanın
zâfiyete uğramasına, müslümanın şahsiyetinde bozulmalara ve beşeri
münâsebetlerde güven bunalımına yol açabilir. Bu bakımdan Allah, nihâî dönüşün
kendisine olduğunu hatırlatarak azâbına uğramaktan kullarını sakındırmaktadır.
Şimdi
gelen âyetlerde de benzeri uyarı ve sakındırmalar devam ediyor:
Âl-i İmrân Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Âl-i İmrân Suresi 28. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...
YORUMLAR