Al-i İmran Suresinin 159. Ayeti Ne Anlatıyor?
Al-i İmran suresinin 159. ayetinde ne anlatılmak isteniyor? Kalpleri kazanmanın yolunu bildiren ayet; Al-i İmran suresinin 159. ayetinin meali ve tefsirini yazımızda okuyabilirsiniz...
Ayet-i kerimede buyrulur:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّٰهِ لِنْتَ لَهُمْۚ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَل۪يظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَۖ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْاَمْرِۚ فَاِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِۜ
Sen onlara sırf Allah’ın lütfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlarla istişare et, karar verince de Allah’a tevekkül et. (Âl-i İmrân, 3/159)
KALPLERİ KAZANMANIN YOLU: YUMUŞAK DAVRANMAK
Bilgi
Peygamberimiz, Yüce Allah’tan aldığı dini tebliğ ederken birçok sıkıntıyla karşılaşmıştır. Buna rağmen o yılmamış ve insanlara yumuşak davranarak onları kazanmaya çalışmıştır. Doğrusu, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) en önemli özelliği âlemlere rahmet olmasıdır.
Nitekim Allah Resûlü hayatı boyunca, kendisinden korkulan bir kişi değil, merhametine sığınılan bir dost olmuştur. O, insanların kalbini hoş tutmak için, hatalarını affetmeye ve önemli işlerde onların fikrini almaya gayret etmiştir. Bu sayede Resûlullah’ın etrafında, onu seven ve ona sıkı sıkıya bağlı bir sahabe topluluğu meydana gelmiştir.
Mesaj
Birlik ve beraberliği sağlamada en etkili yöntem, çevremizdekilere değer vermek ve yumuşak davranmaktır.
Kelime Dağarcığı
İstişâre: Görüş alışverişinde bulunma, danışma.
Kaynak: Diyanet, Kur'an-ı Kerim'den Serlevha Ayetler
TEFSİR
- Allah tarafından lutfedilen bir rahmet sâyesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, insanlar etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları affet, onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et! Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a güvenip dayan! Çünkü Allah, kendisine güvenip dayananları sever.
Bir insan bütün güzel hasletlere sahip olmakla birlikte kaba ve katı kalpli davransa, çevresindeki insanlar ondan uzaklaşır ve dağılıp giderler. Resûlullah (s.a.s.), Allah’ın lûtfettiği güzel ahlâkın bir tezâhürü olarak dâimâ insanlara af ve merhametle muamele etmiştir. Uhud gibi ağır imtihanlara uğramalarına sebep olan okçulara karşı bile bu güzel ahlâkını değiştirmemiş, kusurlarını yüzlerine vurmayarak onlara yumuşak ve nâzik davranmıştır. Şâirin terennüm ettiği:
“Her dem güşâde-çihre-i feyz-î beşâşet ol
Gösterme halka rûy-i huşûnet kerîm isen.” (Hersekli Ârif Hikmet)
“Gerçekten âlicenâp isen etrafındaki insanlara karşı sert ve kaba muamelede bulunma. Dâimâ sevimli ve güleryüzlü olmaya çalış” ifadeleri, en derin mânasıyla Efendimiz (s.a.s.)’de tezâhür etmiştir.
Lügavî inceliklerden hareketle âyet-i kerîmeden, “Allah’ın rahmetindeki mükemmelliğe hayranlık” mânası çıkaran âlimler olmuştur. Bu durumda âyette:
“Öyle bir rahmet ki, seni bu derece müşkil durumda bile hatalı kişilere yumuşak davranmaya sevkediyor! Bu ilâhî teyide şükretmek gerekir” denilmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 51; Elmalılı, Hak Dini, II, 1212)
İlâhî rahmetin enginliğini gösteren bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz rahmet var etmiştir. Her bir rahmet göklerle yer arasını dolduracak enginliğe sahiptir. Bunlardan sadece bir rahmeti yeryüzüne indirmiştir. İşte anne yavrusuna bu sâyede şefkat gösterir. Yabani hayvanlar ve kuşlar bunun sonucu olarak birbirlerine merhamet ederler. Allah Teâlâ kıyamette bu biri, doksan dokuza katarak rahmetini yüze tamamlayacaktır.” (Müslim, Tevbe 21)
Allah’ın rahmetinden çok cüz’î bir kısma mazhar olmak bile insana ne büyük faydalar sağlamaktadır. Bu merhamet sâyesinde kişi, insanları affetmekle kalmayıp bir de onlar için Allah’a istiğfar eder. Cenâb-ı Hak, daha önce geçen 152 ve 155. âyetlerde Uhud’da hatâ yapan mü’minleri affettiğini iki defa haber vermişti. Üçüncü olarak da burada Resûlullah (s.a.s.)’e onları affetmesini ve onlar için istiğfarda bulunmasını emir buyurmaktadır. Hakikaten ne ulvî ve ne engin bir rahmet!
Resûlullah (s.a.s.), Uhud’a çıkarken ashâbıyla istişare etmişti. Ancak başlarına pek çok sıkıntı geldi. Bu hâdiselerin ardından hemen istişâre emrinin gelmesi son derece mânidardır. Efendimiz’in müslümanlarla istişâreye devam etmesi, onlara karşı sergilediği affın tam olduğunu gösterdi. Bilgi ve tecrübelerine mürâcaat edilen müslümanlar da kendilerine değer verildiğini anlayarak memnûn oldular ve Allah Resûlü’ne karşı muhabbetleri arttı. Böylece Resûlullah (s.a.s.) ümmetini en güzel şekilde terbiye etti ve onlara emsalsiz bir örnek şahsiyet oldu.
Buradan şu da anlaşılır ki hüsn-i niyetle görüş ifade ettikten sonra nihâyetinde bunun yanlış olduğu ortaya çıksa bile, herhangi bir mesuliyet söz konusu değildir.
İstişâre veya müşâvere; herhangi bir hususta işin ehli olan veya o hususta görüş bildirebilecek kimselerin fikirlerine mürâcaat etmek, onlarla görüş alış-verişinde bulunmak demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, kullarının istişâreye önem vermelerini arzu buyurmaktadır. Diğer bir âyette de şöyle buyrulur:
“O mü’minler aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler.” (Şûrâ 42/38)
Âlimler, burada emredilen istişarenin vâcip mi yoksa mendup mu olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmâm Şâfiî mendup olduğunu söylemekle birlikte çoğunluk vâcip olduğu görüşündedir. Peygamber Efendimiz için müşâvere mendup olsa da ümmeti için vaciptir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, IX, 55)
Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur:
“İyi bilin ki Allah ve Rasûlü’nün müşâvereye ihtiyacı yoktur. Ancak Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru ve yerinde hareket etmekten mahrum olmaz. Her kim de istişareyi terk ederse hatâdan kurtulamaz.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, VI, 76)
“İstişâre eden pişmân olmaz.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, II, 280)
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallah! Kur’ân’da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle karşılaştığımızda ne yapalım?” diye sorulduğunda:
“–Onu, fakihlere ve sâlihlere sorun ve onların istişâresine arz edin! O konuda şahsî görüşünüzle amel etmeyin!” buyurmuştur. (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 178)
Ebû Hüreyre (r.a.):
“Resûlullah (s.a.s.)’den daha fazla ashâbıyla istişâre eden bir kimse görmedim!” demiştir. (Tirmizî, Cihâd 35/1714)
Hz. Süleyman (a.s.) da, oğluna nasihat ederken:
“Yavrucuğum! Ehil bir kimseyle istişâre etmeden kesinlikle bir iş hakkında karar verme! Şâyet böyle yaparsan sonunda üzülmezsin!” demiştir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 110)
Hz. Ömer (r.a.), toplumu ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanlarla istişare ederdi. Genç, yaşlı bütün âlimler Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. (Buhârî, Tefsir 7/5, 110/4; İ‘tisam 2)
Onun, zor bir mes’eleyle karşılaştığında çocuklarla ve gençlerle istişârede bulunduğu ve onların akıllarının keskinliğinden istifade ettiği de rivayet edilir. (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 113)
Hasan Basrî Hazretleri şöyle der:
“Bir topluluk istişare yaparlarsa, doğru dürüst iş yapma imkânı elde ederler.” (İbn Ebî Şeybe, V, 298/26275; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 258)
Ömer b. Abdülazîz, halîfe seçildiğinde, kendisine dâimâ doğruyu ve iyiyi tavsiye edecek bir istişâre heyeti kurmuş, onlar da halîfeyi îkaz ve nasîhatleriyle yanlışlıklardan korumaya çalışmışlardır. (Bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 110)
İstişâre edilecek kişilerin sâlih, müttakî, emîn ve işin ehli olmalarına dikkat edilmelidir. Zira Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:
“Kendisiyle istişâre edilen, güvenilir bir kimse olmalıdır” buyurmuşlardır .(Tirmizî, Edeb 57/2822)
Hz. Ömer de şöyle demiştir:
“…Yapacağın işlerde, Allah’tan korkan kimselerle istişare et!” (İbn Ebî Şeybe, Mûsânnef, VIII, 147)
İstişâre eden kimseyi yanıltmak, büyük bir ihânettir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim doğru olmadığını bildiği hâlde müslüman kardeşine bir işi tavsiye ederse, ona ihânet etmiş olur.” (Ebû Dâvud, İlim 8/3657)
“Kime müslüman kardeşi bir mes’ele danışır, onunla istişâre eder de o da kardeşine yanlış yolu gösterirse, ona ihânet etmiş olur.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 259)
“Senin doğru söylediğine inanan ve sözünü tasdik eden bir din kardeşine yalan söylemen, ne kadar büyük bir hıyânettir!” (Ebû Dâvud, Edeb 71/4971; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 183; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no: 393)
İstişare neticesinde ortaya çıkan görüşe uymak zarûrî değildir. Ancak bir karar verildiğinde Allah’ın yardımına, tevfîkine ve muhâfazasına itimad edip güvenmek îcâb eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, “Kesin kararını verince de, yalnız Allah’a tevekkül et!” (Âl-i İmrân 3/159) buyurmuştur.
Azim ve tevekkül, müslümanın sahip olması gereken iki mühim esastır. İkisi birlikte bulunmalıdır. Ancak tevekkülü yanlış anlamamalıdır. Tevekkül, insanın kendisini ihmâl etmesi değil, zâhirî sebeplere sarılmakla birlikte kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ’nın muhâfazasına sığınması demektir. (Râzî, IX, 55) Yani tevekkülün hakiki mânası, meşrû bir gâye ve maksada doğru yürürken hiç fütur getirmemek, ilâhî yardımın tecellî edeceğinden emîn olarak sürekli ilerlemektir. Kazâ ve kader inancı, cebrîlikle karıştırılmadan doğru bir şekilde anlaşılabilirse; azim, tevekkül, cesâret, kahramanlık ve dünyaya değer vermemek gibi üstün ahlâkî seciyelerin tamamı bu inancın etrafında pervâne gibi dönmeye başlar. Âyet-i kerîmede, tevekkülün, istişâre emri ve azimle birlikte zikredilmesi de onun atâletten ne kadar farklı ve uzak olduğunu göstermektedir. Bir bedevî:
“–Yâ Rasûlallah! Hayvanımı bağlayıp da mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cevâben:
“–Önce bağla, sonra tevekkül et!” buyurdu (Tirmizî, Kıyâmet 60/2517)
Yemenliler hacca giderken yanlarına yol azığı almaz ve bunun tevekkül olduğunu zannederek:
“–Biz Allah’ın evini ziyârete gidiyoruz; O bizi doyurmaz mı?” derlerdi. Mekke’ye varınca da insanlardan bir şeyler istemek durumunda kalırlardı. Bunun üzerine; “...Bir de yolculuk için yanınıza azık alın…” (Bakara 2/197) âyeti nâzil oldu. (Bk. Buhârî, Hacc 6; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 63)
Çalışıp gayret etmeden işi tembelliğe vardıran, sonra da; “Biz tevekkül ehliyiz” diyen kimseleri Hz. Ömer (r.a.):
“Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen yiyicilersiniz. Hakiki mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır” diye azarlamıştır.[1]
Cenâb-ı Hak, âyetin sonunda tevekkül ehlini, yani üzerine düşenleri hakkıyla yaptıktan sonra Allah’a güvenip teslim olanları sevdiğini beyân etmiştir. Öyleyse mü’minler, Allah’a yönelip O’nun hâricinde her şeyden yüz çevirmelidirler.
Dipnot:
[1] İbn Receb el-Hanbelî, Câmiu’l-ulûm ve’l-hikem, Ammân 1990, s. 650.
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri, kuranvemeali.com