Alime Hürmet Göstermenin Fazileti
İlimden nasıl nasip alınabilir? Kitapların/eserlerin miadı doldu mu? Hangi kitabı niçin okumalı? İlmin ve alimlerin kıymeti nedir? Mehmet Büyükmutu yazdı.
İlim tahsili ile meşgul olmak Allah Teâlâ’nın bu dünyada insana verdiği büyük ikramlardan biridir. Özellikle mesleği gereği kitap, kütüphane, öğrenci yetiştirme, mütalaa ve müzakere gibi hususiyetlerle meşgul oluyor olmak, maddi kaygıların artıp dünyevileşmenin matah olduğu bir zaman dönemde insanın kendisini Ashâb-ı Kehf gibi hissettireceği ikramlardır. Bu sebeple dünyevileşme veya maddi imkânları artırma gibi bir maksatla yapılan ilim tahsilinde neticenin elde edilmesi mümkün değildir.
Kadim ulemadan nakledilen “’Fakirliğe sen nerede yaşarsın, yerin-yurdun neresidir?’ diye sordum, fakirlik de ‘Âlimlerin sarığında yaşarım, yerim yurdum ilim erbabının yanıdır.’ diye cevap verdi.”[1] şeklindeki hissedar benzetme ilim ile meşgul olanların maddi kaygılar gütseler dahi bunun mümkün olmayacağını göstermektedir. Nitekim günümüze gelinceye kadarki süreçte katlar-villalar-saraylarda yaşayıp da ilim tahsilinde arpa boyu yol kat edip bununla iftihar eden tek bir âlim dahi olmamıştır. Bununla alakalı âlimlerin hayatlarından nakledilen kıssalar hep ibretlik olmuş, bugün rahat imkânlar içinde kolayca erişebildiğimiz tefsir, hadis, fıkıh ve diğer şer'î metinlerin bize ulaşıncaya kadarki serüvenleri hep yokluk, zorluk, fedakârlık ve zahmet ile yoğrulmuştur.
İLİMDEN NASİP ALMAK
"Şayet ilimden bir nasip elde edilmek isteniyorsa fakirliğin tadına bakılmadan bu mümkün olmaz." diyen hicret yurdu Medine-i Münevvere’nin imamı İmam Mâlik'in fakirlik ve imkansızlıktan dolayı evinin damından bazı ağaçları çıkarıp sattığını, elde ettiği üç-beş kuruşluk gelirle ilim tahsiline temin etmek zorunda kaldığı nakledilmektedir.[2]
Ömer b. Hafs'ın naklettiğine göre hadis yazmak için Basra’da bulunan İmam Buhârî’nin bir süre gözlerden kaybolduğunu, arayıp soruşturduktan sonra İmam Buhârî’yi elinde-avucunda hiçbir şeyin kalmadığı için küçük bir evde üzerinde kıyafet yokken bulduklarını, bunun üzerine birkaç kimseden topladıkları ufak bir meblağ ile ona kıyafet aldıklarını ve İmam Buhârî’nin bu kıyafetler sonrası Basra’da hadis yazmaya devam ettiğini nakletmektedir.[3] Aynı şekilde Ebu İshâk eş-Şîrâzî'nin ne yiyecek ne de giyecek bir şeyinin olmadığı nakleden Ebü'l-Abbâs el-Cürcânî bir gün Bağdat'ta Ebû İshâk eş-Şîrâzî'nin yanına gittiklerini, ancak üzerinde vücudunu tamamen örten düzgün bir kıyafet olmadığı için tam doğrulamadan gelen misafirlerini ağırlamak durumunda kaldığını nakletmektedir.[4]
KİTAPLARIN MİADI DOLAR MI?
Kadim medeniyetimize ait ilmî birikimin kıyamet arifesinde yaşayan ahir ümmet olan bizlerden beklediği tek şey vefa, hassasiyet, hamiyet ve gayrettir. Ulemamızın manevi mirasını maddi beklentilere değişmemek, onları tahkir-tezyif etmemek ve küçük görmemektir. Kadim ulemadan bize ulaşan her bir eserin arka planında gösterilmiş binlerce zahmet ve fedakârlığın olduğunu göz önünde bulundurarak “Artık bu eserlerin miadı doldu, bunlarla bir yere varamayız. Bu zamanda da Râzî, Gazzâlî, Beydâvî mi okunur, Hangi yüzyıldayız?” gibi zülfüyâra dokunacak sözlerle fildişi kulelerimizden “adalet dağıtmak” (!) ulemaya yapılacak en büyük vefasızlıklardan biridir.
Açıkçası konfor alanlarımızdan çıkma ve ilave zahmete girme kaygısıyla normal rutinden farklı olarak bir saat daha az uyumayı dahi göze alamazken “Geceleri binek edin ki seni menziline ulaştırsın.” yaklaşımını[5] düstur edinen vefakâr ulemanın vebaline girmek, ilmî-fikrî-irfânî ve ahlâkî kazanımları kendilerine borçlu olduğumuz ulemaya yapılan vefasızlığın ötesinde birer zulümdür. Elbette kadim olan eserlerle yeni hadiseleri mezcetmek, karşılaşılan hadiselere karşı yeni argümanlar üretmek gereklidir; ancak bu argüman “kadim olanın reddi” ile yahut “redd-i miras” ile değil; keşf-i kadim” ile mümkün olacaktır. Kendi tarihiyle bağları tamamıyla kesilmenin ötesinde diline, kültürüne, mirasına, ecdadına ve efkâr-ı umûmiyesine düşman edilmiş bedbaht bir kavmin kaçak güreşle ve kimi zaman statükonun engelleriyle ayakta kalmaya çalışan fertleri olarak bizler bedbin bir yaşam süremeyiz.
HANGİ KİTABI NİÇİN OKUDUN?
Bugün modernitenin pragmatist ve bencil rüzgarına kapılıp “Bu vakte kadar Seyyid Kutup, Muhammed Gazzâlî, Hasan el-Bennâ okuduğum için siyasal İslamcı (!) oldum. Onun yerine felsefe, kelam, akâid veya başka ilimler okusaydım veya Cüveynî, Gazzâlî ve Râzî okuyup dilci, akılcı ve mantıkçı olsaydım.” gibi yaklaşımlar ortaya koyan kimselere ne okudukları ne de okumayı isteyip de okumaya yanaşmadıkları fayda vermemektedir. Bilinmelidir ki Seyyid Kutup ile Gazzâlî birbirinin muadili veya alternatifi değildir. Râzî ile Cüveynî okumak modern metinler okumaya engel değildir. Bir ilimde derinleşmek ve ihtisas sahibi olmak başka fenlerde ve ilimlerde okumalar yapmaya veya fikir sahibi olmaya mâni değildir. Buna rağmen popülist hareket edip herkesin davrandığı gibi davranan, kendisine hazırlanan ruhsuz ve duygusuz kitap listelerine aldanıp kendisi için bir anlam ifade etmeyen kitaplarla meşgul olan yahut okuduğu için allame olacağını vehmettiren eserlerle zaman kaybeden kimselerin vakti zamanında okumayı kendine yakıştıramadığı, beğenmediği (!) veya başka sâikler sebebiyle Gazzâlî-Râzî okumamalarının faturasını ömrünü şehadet atmosferinde tamamlayan kimselere kesmesi derdi ilim olan bir Müslümana yakışmaz. Bu sebeple hangi eseri niçin okuyacağını bilmeyen yahut neyi nerede bulacağından haberdar olmayan bir kimsenin ciltler dolusu eserler okuması bu kimseye arpa boyu dahi mesafe kat ettirmeyeceği de malumun ilamıdır.
Maksadına matuf ve mahalline masruf olmayan okumalar nefis taşıyan ve içinde bulunduğu zamanın algılarına teslim olan insana haddi aşan sözler söylettirmektedir. Hayatını İslam’ı anlamak ve anlatmak üzere teksif eden ve bu uğurda ömrünü tamamlayan kimselerin “kalemine mürekkep yerine ciğerinden kan çekerek “ telif ettikleri eserleri tahkir etmek kadim ulema için güneşi balçıkla sıvamaya benzer. Zararı onlara değil, sözün sahibine dokunur.
ALİMİN ETİ ZEHİRLİDİR
Unutulmamalıdır ki İbn Âsâkir “Âlimin eti zehirlidir.” demektedir. Bu sebeple kasten veya sehven hazer etmeden eti yenilen, hakkına girilen ve ardından atıp tutulan ulemanın, şühedanın, ömrünü İslam düşmanlarına cevap üretmekle ifa etmiş samimi insanların “âhı, manevi mirası” o kişiyi zehirler, Gayretullâh’a dokunur, iş işten geçtiğinde telafisi de olmaz.
Bu türlü bir tavır içinde olmak maalesef manevi bir hastalıktır. Çözüm arayışında olanların, derdine derman olmak isteyen kimselerin öncelikli olarak “hakkın teslimi ve vefanın ifası” için Abdülfettâh Ebû Gudde merhumun “Sahahât min sabri’l-ulemâ” (Ulemanın İlim Yolunda Gösterdikleri Gayretler-Geçirdiği Safhalar) kitabına bakmaları ve reçetelerini burada aramaları en azından çözüm için önemli bir merhale olacaktır.
Allah Teâlâ bizleri, kendileriyle aramızda akide ve iman farkı olan kimselerin dümen suyuna girmekten muhafaza buyursun. Kadim ulemanın iman, ilim, irfan ve fikir hassasiyetine sahip olmayı, vefadan ayrılmamayı, izzetli duruştan taviz vermemeyi cümlemize en az kadim ulemanınki kadar nasip etsin.
Dipnotlar: [1]Muhammed İsmail, Silsiletü uluvvi’l-himme, XI, 25. [2] Abdülfettâh Ebû Gudde, Safahât min sabri’l-ulemâ, 168. [3] Abdülfettâh Ebû Gudde, Safahât min sabri’l-ulemâ, 236. [4] Abdülfettâh Ebû Gudde, Safahât min sabri’l-ulemâ, 248. [5]Ebü'l-Fazl el-Meydânî, Mecmeu’l-emsâl, I, 135.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 459