Alimlerimizi Bekleyen Büyük Tehlike!
Âlimleri bekleyen en büyük tehlike, halkın itibarı karşısında şımarmak ve şöhret sevdalısı hâline dönüşmektir. Hatta bilerek ya da bilmeyerek ilahlaşma ve Rableşme temayüllerinin nefislerine sirayet etme ihtimalidir.
Kur’an’da ‘ilm kelimesi, zannın, tutarsız sahte bilginin zıddı olup tam olarak istikrar kazanmış, eşyanın hakikatine dair doğru ve sağlam bilgiyi ifade eder. Bu anlamda Allah’tan gelen ve Allah’ın insana öğrettiği bilgi en üstün ilimdir. Hatta Kur’ân’a göre ilmin yegâne kaynağı ancak Allah’tır. İnsan, Allah’ın kendisine lütfettiği göz, kulak, gönül ve idrâk kabiliyetleri ile O’nun kevnî ve kelâmî âyetlerini (işaretlerini), doğru kavrayabildiği ölçüde ilimden nasip almış demektir. Kevnî âyetler, esasen yaratılan tüm varlıktır. Okuyup anlayabilecek olanlara, yerlerde, göklerde ve insanın kendi öz benliğinde nice nice âyetler söz konusudur.
Kelâmî âyetler ise peygamberler vasıtası ile gönderilen sözlü âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerim bu anlamda Rabbimizin insan ve cin topluluklarına yönelik son mesajıdır. İşte âlim dediğimiz kimseler, bu bilgilerden nasipleri ölçüsünde âlimdirler. Bu bilgi, ön yargılardan arınmış tertemiz fıtratla buluşunca, kişide Allah’a karşı marifet, muhabbet, hayret, tazim, takvâ ve haşyet (korku ve ürperti) oluşturur. İlimden ve âlim olmaktan gaye, öncelikle Hakk’ın rızasını tahsil, Hak ve hakikate dair gerçek bilgiye erişme, sonra da bu ilmî zemine uygun bir şekilde yeryüzünün Allah’ın razı olacağı bir şekilde ve muhtevada imarı, halkın da hem dünyalarının ve hem de âhiretlerinin saadetine vesile olabilmektir.
"PEYGAMBER VARİSLİĞİ"
İlmi bu anlamda öncelikle kendisine faydalı olan kimseler, hem Hak katında hem de halk nezdinde şerefli ve saygın kimselerdir. İlmiyle âmil bu nasipli kullar, ihlaslı bir şekilde bir de emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğe engel olma) vazifelerini yerine getirip, ilimleri ile halka faydalı olabiliyorlar ise artık böyleleri “Rabbânî âlim” vasfını alırlar ki “peygamber vârisliği” kıvamı da budur. Böyleleri mesajları ve davranışları ile birleştiricidirler. İmhâ ve ifsad edici değil, inşa ve ihyâ edicidirler. Bu âlimler yaşadıkları zaman ve mekâna, nübüvvet ışığını taşıyan kandiller mesabesindedir. Tevazu, vakar, dirayet ve engin gönülleri ile toplumun hasbî müsteşarları gibidirler.
Bu âlimleri bekleyen en büyük tehlike, halkın itibarı karşısında şımarmak ve şöhret sevdalısı hâline dönüşmektir. Hatta bilerek ya da bilmeyerek ilahlaşma ve Rableşme temayüllerinin nefislerine sirayet etme ihtimalidir. Diğer taraftan sağlam bir nefs mücahedesi ile tezkiye, terbiye ve edeb noktasında yeterli bir özdenetim geliştirememişler ise zamanla nefsin hevâsının tuzağına düşebilecek ve dünyaya saplanıp istikametten ayrılma tehlikesine düçar olabileceklerdir. Bel’am b. Bâura misali tarihte böylelerinin birçok örneğine rastlanmış ve kıyamete kadar da rastlanabilecektir. Zira ilim de bir güçtür ve kontrol edilemeyen her gücün saptırıcılığı gibi ilim de bu yönüyle esbâb-ı tuğyandan sayılabilir. Bu itibarla ehl-i ilmin gündeminde muhasebe-i nefs ve mürakabe-i Hak duygusu daimî olmalıdır.
DİNİ MESELELERİ HANGİ ÂLİMDEN ÖĞRENMELİ?
İlmi kendisine fayda vermeyen ve bilgisini daha çok makam, mevki, menfaat, gösteriş vb. maksatlarla kullanan kimseler, âlim kisvesi altında çoğu zaman nifak, fesat, fitne ve yıkım memuru gibi çalışan bir zümredir ki, hem böylelerinden hem de bilgilerinden Allah’a sığınmalıdır. Bu güruhta bulunanlar, bildikleriyle amel etmekten ziyade işi daha ziyade teorisyenliğe döker ve halkın gönlünde imanı artırmak yerine şüpheyi ve bulanıklığı artırırlar. Selef-i salihine de sevgi saygıları yoktur.
Dini meseleleri, Allah’tan korkan, ilmiyle âmil salih âlimlere sorup öğrenmelidir. İlmin hâlini ve vakarını üzerinde taşımayan kimselere ise ne kadar güzel konuşurlar ise konuşsunlar iltifat etmemelidir.
Sağlam bir itikat ve sahih bir ilim temelinde, farz ve nâfilelerle Hakk’a kurbiyyet kesbetmiş, ahlâk-ı hamide sahibi, kendini ve Rabbini tanıyan, diğer bir ifadeyle marifetullah ilminde derinleşmiş kimselere de kültürümüzde “ârif” ismi verilmiştir. Böyleleri müminlerin gönüllerinde, tabii bir sevgi ve saygıyla yer bulmuşlardır. Kendilerini tanıyan müminlerin kahir ekseriyeti, onlar hakkında “Allah dostları” hüsn-i zannına sahiptir. Onlara bu ünvanın verilmesine sebep, kavî (yakinî) imanları ve takvâ dairesinde bir hayat sürmeleridir. Böyleleri ruhsatlardan ziyade azimetle amel etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. Takvâları neticesinde firâset ve basiretleri açılmış, söz ve davranışlarında hak üzere hareket eden hikmet ehli hakîmler olmuşlardır. Bildikleri ile amel etmelerinin bir bereketi olarak, bilmedikleri nice hususlara dair Allah tarafından ilim ve irfan sahibi kılınmışlardır. Bu yönüyle ilm-i ledün sahibidirler.
NEBEVİ İRŞAD
Ârifler bu güzel hâlleriyle, halk üzerinde dönüştürücü ve tekâmül ettirici bir etkiye sahip olmuşlardır. İslâm’ın ebedî mesajlarının bilgiden hâle dönüşmesinde, diğer bir ifadeyle Müslüman şahsiyetin inşasında, bu irfân ehlinin rolü asla küçük görülemez. İşte böyle bir alt yapıya sahip ve Allah’ın kullarına hem Allah’ı sevdirmek, hem de onların kulluğunu geliştirmelerinde yardımcı olmak maksadıyla, irşad ve manevî terbiye hizmetine layık görülmüş ve bu uğurda kendilerini Hak yoluna adayan kimselere de mürşid diyoruz.
“Mürşidler, dînin zâhir ve bâtınını lâyıkıyla mezcederek şahsiyetlerine nakşetmiş, zühd ve takvâ yolunda kalben merhaleler kat ederek davranış mükemmelliğine ve “peygamber vârisliği” şerefine ermiş bahtiyar kullardır. Onlar, nebevî irşad ve davranış mükemmelliğinin âdeta zamanlara ve mekânlara yayılmış temsilcileridir. Onların, rahmet lisânıyla gönülleri ihyâ eden irşad ve nasihatleri de, esâsen nebevî menbâdan süzülüp gelen rûhâniyet şebnemleri mesâbesindedir. Yani onların tavsiye ve nasihatleri, Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem-’in sohbetlerinden akseden bir feyiz tecellîsidir. Bunun içindir ki, onların hâl ve tavırlarını kalbî bir rikkat ve muhabbetle seyredenler, onların âleminde nebevî ahlâkın zarif tecellîlerini müşâhede ederler.”1
Bütün bu güzellik ve derinliklerine rağmen hiçbir âlim, ârif ve mürşid, peygamber seviyesinde ve hatta ehl-i sünnet âlimlerimize göre sahabe derecesinde bile değerlendirilemez.
ARİFLER VE MÜRŞİDLER
Ârif ve mürşidler de hatasız ve yanılmaz kabul edilemez. Mâsum değillerdir. Ancak masum değillerdir demek, mutlaka hata ve günaha düşecekler anlamına da gelmez. Rabbimizin kendisine tam bağlanan kullarına yönelik hıfz ve hidâyetinin olacağı da Kur’ân-ı Kerim’de vaadedilmiştir. Kulun terakki ve tekâmülü hangi seviyede olursa olsun, şer’î mükellefiyetler kendisinden asla kaldırılmaz. Onlar için de en büyük rütbe, kulluk rütbesidir. Son nefes endişesi hiç şüphesiz onlar için de söz konusudur. Herkes için olduğu gibi bu zümre için de en önemli vasıf istikamettir. Keşif ve kerâmet, bir ikrâm-ı ilâhî olmakla birlikte istikâmeti belirleyen yegâne ölçü değildir.
Talim ve terbiye maksatlı kendilerine öğrenci, tâlip ve mürid olanlara gerekli olan; muhabbet, saygı, itaat ve teslimiyet duyguları içinde istifade ve istifaza için kendileriyle ülfet oluşturmaktır. Ancak bilmelidir ki mutlak teslimiyet, yalnız Allah’adır. O’nun dışındaki itaat ve teslimiyet ifadeleri, Hakk’ın murâdına ve emrine muhalif olmadıkları müddetçe geçerlidir.
1) bkz. Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, 8; 53-61.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Altınoluk Dergisi, 369. Sayı