
Allah Bana Sormadan Beni Niye Yarattı?
Allah -hâşâ- bize sormadan neden bizi yarattı? Hayat kapanına sıkışmış ve çıkması yasaklanmış bir Müslüman genç ne yapmalıdır?
İntihar etmenin, birçok açıdan cehenneme gitmeyi gerektirdiği açık. Fakat kendi irâdesi olmadan dünyaya gözlerini açmış bir insan, öyle ya da böyle yaşamaya zorlanıyor ve bu hayattan çıkmasına hiçbir imkân verilmiyor. Ölene kadar her şeye sabretmesi isteniyor. Hayat kapanına sıkışmış ve çıkması yasaklanmış bir müslüman genç ne yapmalıdır?
(Buna benzer bir başka sual de şu:)
“Allah -hâşâ- bize sormadan neden bizi yarattı?”
Bu nevî suallerin temel sebebi, mârifetullah noksanlığı, yani Allâhʼı kalben tanıyamamak…
Îmân ettiğimiz Allâhʼın zâtını bilmemiz mümkün değilse de sıfatlarını, fiillerini iyi bilmemiz elzem. Aksi hâlde bu nevî sualler, müslümanın da aklını kurcalar.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle mükellef kılar…” (el-Bakara, 286) buyuruyor.
Dolayısıyla Cenâb-ı Hak hiçbir kuluna, tâkat getiremeyeceği bir yük yüklemez. Cenâb-ı Hakkʼın kuluna takdir ettiği çileler, iptilâlar hep bir imtihan mahiyetindedir. Bunu kabullenmeyip intiharı tercih etmek, bir müʼmine aslâ yakışmaz.
Allâhʼın en sevgili kulları olan peygamberlerin ve evliyâullâhʼın hayatları en ağır çileler içinde geçmiştir.
Bakın bugün maddî refâhın zirvesindeki Batıʼda intihar vakaları artarken, Gazzeʼde müʼmin kardeşlerimiz ne büyük acılara katlanmalarına rağmen intihar ediyorlar mı? Aslâ!..
Demek ki müʼmin de, başına gelenlere sabredecek, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına, muhabbetine, mükâfatına nâil olmaya çalışacak.
Kimi insanlarda ise, birtakım rahatsızlıklar olabilir; beyin hastalıkları, şizofreni vs… Rûhî bunalımlar ve birtakım hastalıklar sebebiyle şuur ve idrâk zaafa uğrayabilir. Böyle bir kimsenin intiharı hâlinde, nasıl hukukta cezâî ehliyeti yoksa, uhrevî bakımdan da yaptıklarından dolayı bir mesʼûliyeti olmaz. Zira mükellefiyet, akıl-bâliğ olanadır…
Fakat aklı başında bir insan, herhangi bir zorlukla karşılaştığında sabırsızlık ve tahammülsüzlük gösterirse, bundan mesʼûl olur.
ALLAH BANA SORMADAN BENİ NİYE YARATTI?
İnsan, ancak Rabbini bilip O’nu zikrettikçe huzura kavuşur. Mârifetullahtan hisse aldıkça; kulluk, âcizlik ve hiçliğini idrâki artar.
Bir defa şunu iyi anlamalıyız ki Allah Teâlâ fâil-i muhtardır. Yarattığı mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Buna hiçbir varlık da mânî olamaz, Oʼndan -hâşâ- hesap soramaz.
İnsan bir “hiç” sermaye ile yaratıldı. Meccânen, yani tamamen lûtf-i ilâhî ile yoktan var edildi. Sayısız varlıklar arasında eşref-i mahlûkat olan “insan” kılındı. Bunun için hiçbir bedel ödemedi. Zira ödeyecek bir sermayesi de yok. Çünkü aslı yokluk ve hiçlik.
Kadîm medeniyetimizin mâneviyat ocakları olan dergâhların duvarlarında bir “HÎÇ” levhası olurdu ki insan bu levhayı görüp hiçliğini idrâk etsin. Azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür edip kendi hiçliğini anlasın...
Hâl böyle iken, “Allah bana sormadan beni niye yarattı?” diye bir suâl sormak, son derece abestir.
Bu suâli sorana evvelâ şunu sormak gerekir:
“–Hiçe ne sorulabilir?”
Bir “hiç”, “Sonsuz Kudret” karşısında ne ifade eder?
Sonra, hiç kusursuz olan yüce bir irâde sahibinin, birçok noksanlık ve kusurla mâlul bulunan bir “hiç”e bir şey sorması ne kadar mantıklıdır?
Sen hiç sahip olduğun bir eşyaya bir şey sorar mısın? Onun hakkında bir tasarrufta bulunmak için ondan izin ister misin?
Yediğin yiyeceklere; “Bana rızık olur musun?” diye soruyor musun? Onlardan hiç tasdik alıyor musun? Kime sordun da onları çiğniyorsun?..
İşlediğin, kestiğin ve doğradığın eşyaya, etinden-sütünden istifade ettiğin veya derisinden giysiler yapmak için canını aldığın hayvanlara sen soruyor musun? Onların rızâlarını alıyor musun? Zevkin için dalından kopardığın o zarif çiçeklere sen hiç soruyor musun?..
İnsan da Cenâb-ı Hakkʼın yoktan var ettiği bir varlıktır. Onu var etmek ve dilediği gibi tasarruf etmekte hürdür. Oʼnun irâdesini kısıtlayacak hiçbir şey yoktur. Evvelâ bu hakîkati iyi idrâk etmek gerekir.
Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, insanı muhatap alıp ona müstesnâ bir değer vermiş. “Elest bezmi”nde insandan ahd ü mîsâk almış.
Yani sormaya hiç mecbur olmadığı hâlde Cenâb-ı Hak yine de kullarına değer verip; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorma lûtfunda bulunmuş. İnsanlar da “Evet, şâhit olduk ki Rabbimizʼsin.” diyerek tasdik etmişlerdir. (Bkz. el-Aʻrâf, 172)
Cenâb-ı Hak bu ahitleşmeyi peygamberler ve kitaplar göndererek insanlara tekrar tekrar hatırlatmıştır.
Yine Rabbimiz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etmiş, onlar bunu yüklenmekten çekinmiş, mesʼûliyetinden korkmuş, fakat onu “insan” kabul etmiştir. (Bkz. el-Ahzâb, 72)
Yani Cenâb-ı Hak mecbur olmadığı hâlde yine de insana kitap ve peygamber göndererek soruyor:
“‒Ey insan, Cennetʼi mi istiyorsun, Cehennemʼi mi?”
Senin irâdene bırakıyor. Gideceğin yer Cennet mi olsun, Cehennem mi? Yani tercih sana ait.
Kurʼânʼda bildirildiği için, müʼminler olarak bütün bu ilâhî hakîkatleri kalben tasdik, dilimizle ikrâr ediyoruz.
Dolayısıyla insan, Allah Teâlâ’nın kendisine tanıdığı bu tercih hakkını görmeyip de; “Yaratırken bana sormadı.” diye boşu boşuna cehâlet lâkırdıları savurmamalı.
Allâh’ın yarattığı şu âlemde, her türlü tasarruf senin için hak da, onları da seni de yaratan Allah için mi hak değil?
Bu bir küstahlıktır! Bu ancak şeytanın aldattığı bir nefsin, kendine sahte bir muâfiyet uydurma çabasıdır!
Bu lâfları söyleyenlere, gerçekten sorulsa idi, onlar yokluğu mu seçeceklerdi? Yoksa sonsuz Cennetlere mi tâlip olacaklardı?
Bu hususta bir sual de biz soralım:
Niçin Allah kullarına sormak zorunda olsun? Nazarî/teorik olarak bile, böyle bir mecburiyeti yoktur.
Şöyle ki; trafiğe çıkanlar, otomatik olarak trafik kâidelerini kabul ediyorlar. Bir ülkede doğan vatandaşlar, otomatik olarak o ülkenin kanunlarına tâbî oluyorlar. Hayata gelen insanlar da hayatın kâidelerine karşı çıkamıyor, mecburen teslim oluyorlar.
Hiç kimsenin; “Ateş niçin yakıyor, soğuk niçin donduruyor?” diye fizik kanunlarını sorgulama hakkı var mı?
Bütün bunlar, kabul edilmesi mecburî esaslar olarak benimseniyor.
Fakat iş, ilâhî hakîkatlere gelince, saçma sapan bir gaflet felsefesi yapılarak bu lâkırdılara sığınılıyor.
İnsan, hayat nîmeti başta olmak üzere Rabbinin sayısız lûtuflarına nankörlük ederek ısrarla Cehennem yolcusu olmayı tercih ederse, kendi kendisine zulmetmiş olur.
Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı Cennet’e girer.” buyurmuştu. Bunun üzerine:
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Cennet’e girmeyi kim istemez ki?” denildi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Bana itaat edenler Cennet’e girer; bana karşı gelenler, Cennet’i istememiş demektir.” (Buhârî, İ‘tisâm, 2)
Cenâb-ı Hak, îmansızlık veya şirkin en büyük zulüm olduğunu bildirmiş. Buna rağmen insan inatla ateist, deist, münâfık, kâfir veya müşrik oluyorsa, bunun suçlusu insanın kendisidir. Doktor hastaya ilacı verir, fakat hasta ilacı kullanmayı reddedip iyileşemezse, bunun suçlusu doktor değil, tedaviyi reddeden hastadır…
Velhâsıl hayat, bir müslüman için aslâ bir hapis veya tuzak değildir. Bilâkis ebedî saâdeti kazandıracak olan muazzam bir fırsat ve imkândır… Bunun için Cenâb-ı Hakkʼa ancak medyun ve müteşekkir olmak îcâb eder.
Diğer taraftan, intihar hususunda dînimizin beyanları gayet açık. Allâhʼın verdiği bir cana, -kendi canın bile olsa- haksız yere kıyamazsın. Bu bir cinayettir, katʼiyyen yasaktır. Çünkü can da Allâhʼın sana bir emanetidir. İntihar ise bu emânete hıyânettir.
Her insan zaten vakti saati geldiğinde gayr-i ihtiyârî ölümü tadacak. İntiharı düşünen şunu çok iyi bilmeli:
İntihar, hiçbir problemi yok etmez, bilâkis problemi daha da büyütür. Zira ölüm, bir bitiş ve yok oluş değildir. Acılarını dindirmek veya istemediği bir hâlden kurtulmanın yolu ölüm değildir.
Ölümle her şeyin biteceği zannı, şeytanın insanı kandırmak için ona kurduğu bir tuzaktır. Ölüm, ancak bir âlemden başka bir âleme geçişten ibaret. Kabir ve âhiret, kendine has şartları olan, ölüm sonrasındaki yeni hayat safhaları... Fakat bunların Cennet bahçelerinden bir bahçe mi, yoksa Cehennem çukurlarından bir çukur mu olacağı, bu dünyada yapıp ettiklerimize göre şekillenecek.
Dolayısıyla dünyanın ufacık bir ânı bile son derece kıymetli. Zira o kısacık bir anda Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanıp ebedî hayatımızı kurtarma imkânı mevcut.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri şöyle buyurur:
“Dünyanın bir saati, âhiretin bin senesinden daha hayırlıdır. Zira orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”
Yine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın veciz ifadesiyle:
“Bugün amel işleme günüdür, hesap yoktur. Yarın ise hesap vardır, amel işleme imkânı yoktur.” (Buhârî, Rikāk, 4)
Hayatı ve kâinâtı yoktan var eden Rabbimiz, ilâhî nizâmını böyle kurmuş ve bu nizamda huzurun yolunu bildirmiş. Müʼminlere ancak Allâhʼın emrine uymak düşer. Zira inkâr edip yok saymakla, kabir ve âhiret hayatı yok olacak değil.
İntihar eden, ancak kendini kandırmış olur. İnsanı cehennemlik etmek için çırpınan şeytanı sevindirmiş olur. Yani kendisini ebediyyen ağlatmak pahasına, en azılı düşmanı olan şeytanı güldürmüş olur…
Velhâsıl burası bir imtihan âlemi. Hiçbir talebe, “Ben sınava girmeyeceğim!” deme hakkına sahip değildir. İmtihan olunmayı reddetmek bir hak değil, bilâkis haksızlıktır…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Toplumu Hayırlı Gençlik 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR