Allah Bize Yeter O Ne Güzel Vekildir
Kul, Allâh’ın lûtfettiği muvaffakıyetleri kendisine isnâd etmeyecek, şımarmayacak. Nasr Sûresi’nde emredildiği gibi; hamd, şükür ve istiğfar hâlinde yaşayacak. Taşkınlık göstermeyecek. Diğer taraftan, sabırların zorlandığı ağır imtihanlar karşısında da tahammül edecek, râzı olacak ve Cenâb-ı Hak’tan mükâfâtını umacak…
Çünkü kul gaybı bilmez. Kendi nefsinin de husûsiyetlerini en iyi şekilde Rabbi bilir. Eğer başına gelen mukadderâta, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı istikametinde, muvâzeneyi bozmadan itaat hâlinde yaşarsa, kendisi için en hayırlı yolda yürümüş olur.
Kul kendini abd-i âciz olarak görecek… Karşılaştığı her şeyi Cenâb-ı Hakk’ın takdiri olarak idrâk edecek. Zira gaybı bilen Cenâb-ı Hak’tır. Kul için gayb bir meçhuldür.
Diğer taraftan Allâh’ın verdiği muvaffakiyetleri de kendisine isnâd etmeyecek, şımarmayacak, Nasr Sûresi’nde emredildiği gibi şükür, hamd ve istiğfar hâlinde yaşayacak. Taşkınlık göstermeyecek. Diğer taraftan sabırların zorlandığı imtihanlar karşısında da tahammül edecek. Râzı olacak. Cenâb-ı Hak’tan mükâfâtını umacak.
Meselâ insanın zenginlik talebinde ısrar etmesi hatalı olabilir; çünkü belki de zenginlik onun için şerli, muhtaçlık hayırlıdır.
Bu sebeple;
Şu âyet-i kerîmede, insanın mal edinme arzusunun ve fakirliğe rızâsızlığının gafleti şöyle ifade buyurulmuştur:
“Rabbi, insanı denemek için ikram ve değer verip, nimetlere gark edince o; «Rabbim bana değer verdi.» der. Ama yine denemek için nasibini daraltınca o; «Rabbim bana ehemmiyet vermedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)
İNSANA DÜŞEN VAZİFELER
İnsanda akıl mevcut olduğu ve gaybı bilmediği için, vâkıf olamadığı şeylerde teslîmiyet göstermekte zorlanır. Hâlbuki, kader gibi ilâhî veçhesi olan sahalarda akıl ve şüphelerinden sıyrılıp, kalbin tevekkül ve teslîmiyetinde emniyetle ve hikmetle yol almak gerekir. Bu yolun kolaylığı hikmete vâkıf olanlar içindir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in tebliğ ve tezkiyesinden sonra ümmetinin terbiyesine dair vazifesinin son merhalesi ise, kullara kitabın derinlik ve inceliklerini, hikmetin de sırlarını tâlim etmesidir. Hikmet ki, vâkıaların ve hâdiselerin sırrî tarafıdır.
Akılla çözülmesi mümkün olmayan nice sırlar, ancak hikmetle çözülür. Bu hâl ise, ancak kemâle ermiş ve seçilmiş mü’minlerin mânevî seviyesine göredir.
Meselâ ashâb-ı kiramda, İslâm’la şereflendikten sonra takvâda kat ettikleri merhalelere göre derin derin tefekkür başladı. İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, koca bir ağacın ve meyvelerinin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin tefekkürler başladı. Hikmete âşinâlık ve vukûfiyette zirveleştiler.
HZ. MUSA VE HIZIR (AS) KISSASI
Hızır -aleyhisselâm- ve Hazret-i Musa kıssası da teslîmiyet mevzuuna güzel bir misaldir:
Hızır -aleyhisselâm-; ledünnî ilimde merhale kat etmiş ve zâhirde meçhul, bâtında mâlûm nice husûsî vazifeleri olan bir şahsiyetti. Derin hikmetlere memurdu.
Hazret-i Musa ise, toplumuna şerîat vaz etmiş idi.
Cenâb-ı Hak, ilâhî lütuftan ibaret muvaffakıyetleri karşısında Musa -aleyhisselâm-’ın kendi nefsinde bir benlik hissetmemesi ve her hâlükârda acziyetini idrâk etmesi için onu Hızır’a gönderdi. O ulü’l-azm peygamberi, Hızır’daki hikmetlerin eşiğinde âdetâ talebe eyledi. Hızır ona;
“‒Ey Musa! Allah sana bir ilim verdi, o ilim bende yok. Bana bir ilim verdi, o ilim de sende yok!..” dedi.
Musa -aleyhisselâm- sırlar deryâsından nasip almak istediği zaman, Hızır -aleyhisselâm- ona;
“Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin.” dedi. Hazret-i Musa ısrar edince de, ona;
“Sen içyüzünü bilmediğin (gaybî) hâdiseler karşısında nasıl sabredeceksin?” (el-Kehf, 68) dedi. Demek ki teslîmiyet, çok zordur.
Bu sebeple, dergâh levhalarından biri de;
اٰه تسليميت!
“Âhh teslîmiyet!”tir.
Çünkü gafil insanın aklı devreye girer, itiraz ettirir. İçyüzünü bilmediği hâdiseler karşısında bomboş aklî kıyaslar meydana getirir.
Meselâ bir kişinin çocuğu olmazsa büyük bir teessüre kapılıyor. Kendisinde bir eksiklik varmış duygusuna düşerek, akranlarına mahcubiyet hissediyor. Hâlbuki, hâdiseye hikmet nazarıyla baksa şu tefekkürle teselli bulacaktır:
Evlâdı bahşeden Cenâb-ı Hak’tır. O; dilerse verir, dilemezse vermez.
Evlât verdiklerinin de kimisi sağlamdır, kimisi hasta yahut sakattır.
Bazısı uzun ömürlü olur, bazısı kısa…
Mânen de bazısı saîddir, bazısı şakîdir.
Kimisi anne-babaya ağır bir imtihan olur.
Nasıl yokluk bir imtihan olduğu gibi, varlık da çok zor bir imtihansa; evlât da verilip verilmemesiyle de, sonrasıyla da bir imtihan vesilesidir. Kişiye düşen, takdirden râzı olarak, hikmete râm olmaktır.
Zira gaybı bilen ve tanzim eden Cenâb-ı Hak’tır.
EVLÂDI OLMAYAN HANIMLARA BİR MİSAL
Şu da bilhassa evlâdı olmayan hanımlara bir misaldir ki:
Hazret-i Âişe, hanımları içinde Peygamberimiz’in en çok alâka duyduğu zevcesiydi. Fakat Cenâb-ı Hak, ona evlât vermedi. O da asla bu hususta teslîmiyetsizlik göstermedi. Boş kıyaslara girmedi. Bu da ümmete bir misal olmalıdır.
Hikmet-i ilâhî, bir tarafta evlâdı olmadığı için, sanki bu bir suçmuş gibi aşağılık kompleksine kapılan ve ifrat hâlinde üzülen insanlar varken; diğer tarafta, hamile kaldığı evlâdı; «Bakamam!» veya benzeri hükümsüz bahanelerle doğurmak istemeyip, onu kürtaj kasaplarına teslim eden zalimler var.
Teslîmiyetsizliğin ne fecî bir âkıbete götürdüğünü düşünmek lâzımdır!..
Hâlbuki hikmete râm olsa, kendisine yük olacağını zannettiği o evlâdı, belki de âhir ömründe kendisine baston olacaktı? Onu yalnızlıktan kurtaracak bir rahmet olacaktı? Fakat onu katletmek, büyük bir vebal oldu!
Bu bir câhiliyye âdetinin günümüzde aynı şekilde devamıdır. Bu, toplumda vicdanların merhamet ve şefkat itibarıyla iyice kuruduğu, tamamen dumûra uğradığı bir devredir. Bu katliâma karşı Cenâb-ı Hak;
وَإِذَا الْمَوْؤُودَةُ سُئِلَتْ بِاَىِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْ
“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9) buyurmakta.
Günümüzdeki kürtaj kasaplarını da bu ilâhî tehdit ekseninde hazin bir âkıbet beklemektedir.
Teslîmiyete güzel bir misal de Hudeybiye Musâlâhasıdır.
PEYGAMBERİMİZ (SAV) VE ASHABDAN ÖRNEKLER
Peygamberimiz’in hicretin 6. yılında, ashâbıyla yaptığı umre seferi, Mekke müşrikleriyle bir sulh antlaşmasıyla neticelenmişti. Zâhirine bakılırsa bazı maddeler, müslümanların aleyhine idi. Şer gibi görünüyordu. Umre, ertesi seneye bırakılıyordu. Mekke’de zor durumdaki müslümanların Medine’ye hicretine müsaade edilmiyordu.
Bu sebeple bazı sahâbîler; hikmeti göremediler, çok üzüldüler, infial gösterdiler:
“‒Biz güçlüyüz, neden çekiniyoruz?” dediler.
“‒Bu nasıl fetih?” dediler.
Fakat iki sene içinde aleyhteki maddeler bizzat Mekkeliler tarafından kaldırıldığı gibi, bu sulh devri İslâm’ın intişârına büyük bir hizmette bulundu ve Peygamberimiz, 2 sene evvel umre için sulhen girmekte zorlandığı Mekke’ye, feth-i mübîn ile galip bir kumandan olarak kolayca girdi. Çünkü arzu edilen gönüllerin fethiydi.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- der ki:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu antlaşmaya itiraz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allah Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvâmına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
Kaynak:
Yıl: 2016 Ay: Ekim Sayı: 140
YORUMLAR