Allah Çalışanı Sever
İnfak, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için kendi emeğinden, alın terinden hak sahiplerine (muhtaçlara) vermektir. Peki Allahʼın sevdiği kul nasıl olunur? Sahabe nasıl infak ederdi? İnfak kime yapılır? Dünya malı biriktirmek sakıncalı mıdır? İslam servete sınır koyar mı? Ahiretʼin müflis dilencileri kimlerdir? Bu soruların cevapları haberimizde.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“«Çalışıp kazanan, Allâhʼın sevgilisidir.» buyruluyor. Hakîkatte Allâhʼın sevgilisi olan; çalışıp Allâhʼın hoşnutluğunu kazanandır. Yoksa sırf mal biriktirmek için çalışıp dünya serveti kazanan değil.”
Müʼmin, her hususta Allah rızâsını hedeflemelidir. Kendi alın teriyle maîşetini temin edip Allahʼtan başka hiç kimseye el açmamalı; alan el değil, veren el olabilme gayretiyle çalışıp, ihtiyacından fazlasını infâk etmelidir. Bu şekilde niyet ve gâyesini ıslâh eden bir kulun bütün gayretleri, Allâhʼın rızâsını ve muhabbetini celbeder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:
“Allah Teâlâ, kulunu helâl peşinde koşmaktan yorulmuş vaziyette görmeyi sever.” buyrulmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 65)
SAHABE NASIL İNFAK EDERDİ?
İnfâkı emreden âyet-i kerîmeler nâzil olmaya başladığı zaman, verecek hiçbir şeyi bulunmayan fakir sahâbîler bile dağlardan sırtlarında odun getirip satmış, kazandıklarıyla infâk edebilmenin vicdan huzurunu yaşamışlardır. Böylece infâk ehli olabilmek için lâzım gelen asıl sermâyenin, gönül zenginliği ve cömertlik olduğunu fiilen tebliğ etmişler, Allah -celle celâlühû- ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe olan muhabbetlerini bu amel-i sâlihleriyle ispat ederek, âdeta canlı bir Kurʼân olmaya gayret göstermişlerdir.
Diğer taraftan, kendisi ve âilesinin geçimini temin için elinden gelen bütün gayreti gösterdiği hâlde kifâyet miktarı bir rızık kazanmaya muvaffak olamayan bîçâre din kardeşlerimizi de görüp gözetmemiz zarûrîdir. Zira müʼmin, müʼmine zimmetlidir.
Şeyh Sâdî ne güzel söyler:
“Arkadaş! Merhamet ve şefkat ehli ol da, sâlih kişilerin yolunu tut! Sen ki ayaktasın, düşmüş insanı kaldırmak için onun elinden tutuver!”
SEN ONLARI SİMALARINDAN TANIRSIN
Muhtaç durumdaki din kardeşlerini bulup onlara yardımcı olmak, müʼminler için bir vicdan borcudur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirlere olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zannederler. Sen onları sîmâlarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” (el-Bakara, 273)
Demek ki bir müʼminin gönlü incelip zarifleşerek öyle bir rikkat ve hassâsiyet kazanmalı ki, âdeta mânevî bir röntgen gibi, karşısındaki müʼminin duruşundan onun hâlini anlamalı ve kendisini, onun eksiklerini telâfîye mecbur hissetmelidir.
Velhâsıl, âile efrâdına, civârındaki muhtaçlara infâk etmek ve Allah yolundaki hizmetlere destek olup rızâ-yı ilâhîyi kazanmak için çalışan kimse, Allâhʼın sevgili kuludur. Yoksa bütün gâye ve çırpınışı, mal-mülk ve servet biriktirip ten rahatlığına ulaşmak olan hodgâm ve hasis kimseler değil.
MEVLANA HAZRETLERİNİN İNFAKA TEŞVİKİ
Hazret-i Mevlânâ, dünya serveti biriktirmekle yükseleceğini zanneden ve sırf kendisi için mal toplayan cimrileri, infâka teşvik için şöyle îkâz eder:
“Dünya hayatı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sahibi olmak, rüyâda define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır.”
Öte yandan, îmânın en büyük meyvesi olan merhamet; sadece zayıfa, fakire ve kimsesizlere acımak değildir. Bir zulüm karşısında asıl acınacak hâlde olan, mazlumdan ziyâde zâlimin taş kesilmiş vicdânıdır. Bu dünyada asıl acınacak kimseler, daha fazla kazanma hırsıyla işçisinin, müşterisinin hakkını yiyen zâlim patronlardır. Asıl zavallı durumunda olan, fânî saltanatlarının esiri olmuş zâlimlerin kirlenmiş ruhlarıdır. Bir zulüm ve haksızlık rejimi olan kapitalist sistemde mazlum fakirlerden önce, mütekebbir varlıklıların sefih ruhlarına acımak ve onların âkıbetlerinden ibret almak gerekir.
Ayrıca müʼminlere düşen, onların gelgeç ihtişâmına gönlünü kaptırmak değil, bilâkis onları yumuşak ve münâsip bir lisanla îkaz ve irşâd ederek ıslah olmaları için çalışmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, küfürde Firavun derecesinde olan bir kulunun bile îkaz, irşad ve tebliğden mahrum bırakılmasına râzı olmamış, ona bile Musâ -aleyhisselâm-ʼı gönderip “leyyin” yani gönül alıcı, yumuşak bir üslûpla konuşmasını emretmiştir.
Zulme mânî olmak, hakkı tutup yüceltmek, her Müslümanın vazifesidir. Âdeta selde sürüklenen kütükler misâli istikāmetini kaybetmiş kimselere, suyun akışı gibi ferahlık veren bir lisanla yön vermeye çalışmak, bir îman mesʼûliyetidir.
AHİRETʼİN MÜFLİS DİNLENCİLERİ
Unutmamak gerekir ki bu fânî dünyanın maddî saltanatına ulaşmak için ilâhî hudutları çiğneyen servet sahipleri, -hâllerini ıslah etmedikleri takdirde- Ahiretʼin müflis dilencileri olacaklardır. Böyle muhterisler için şu ilâhî îkazlar ne kadar da şiddetlidir:
“…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!” (et-Tevbe, 34)
“(Vay hâline o kimsenin) ki o, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Hayır! Andolsun ki o, Hutameʼye atılacaktır. Hutameʼnin ne olduğunu bilir misin? Allâhʼın, tutuşturulmuş, (yandıkça) tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşidir.” (el-Hümeze, 1-7)
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları
YORUMLAR