Allah'ı Zâtı Hakkında Düşünmek

Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri yoktan var eden kâinatın hâlıkı Allâh Teâlâ’yı kâmil mânâda idrâke insanın aklı kâfî gelmez ve âciz kalır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ı zâtı itibarıyla düşünüp tefekkür etmeye kalkışmak, birtakım hayaller ve evhamlardan öte bir şey kazandırmaz ve sâlim inancı zedeler.

Allâh Teâlâ, her insanın fıtratına, inanma ve hakîkati arama ihtiyacını rekzetmiş olduğundan îmân ve hakîkatten habersizlik veya kopukluk, ancak rûhî bir körlük ve sağırlık dolayısıyladır. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da Allâh’ı idrâke hazırdır veya idrâk hâlindedir, ama bu husûsiyeti mânevî körlük ve sağırlığı sebebiyle şuûr üstüne çıkaramamaktadır. Tıpkı görülüp de hatırlanmayan rü’yâlar gibi...

ALLAH'I (C.C) DÜŞÜNMEK

Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ın nîmetlerini (yarattıklarını, kudret ve azametini) düşünün! (Ancak) Allâh hakkında (yâni O’nu zâtı itibarıyla) düşünmeye kalkmayın! (Zîrâ hiçbir varlık buna muktedir değildir.)” (Kitâbü’l-Erbaîn, c. I, s. 90)

Onun için tasavvuf büyükleri bu hususta öz olarak:

“Yâ Rab, sen kendi indinde nasılsan öylesin, bizim bütün mâlumâtımızdan hattâ tenzihimizden dahî münezzehsin!” demişlerdir. Gerçekten de insanın Cenâb-ı Hakk’ın zâtı hakkında bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Zîrâ onu idrâke beşer takat ve istidâdı yetmez. Bu bakımdan zât-ı ilâhîyi kavramak, mümkün olmaz. Bu yol bize kapalıdır. Ancak sıfattan mevsûfa, eserden müessire, san’attan san’atkâra ve sebepten müsebbibe doğru giden idrâk yolları açıktır. Eğer idrâk, selîm bir irâde ve temiz bir tefekkürle Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun münkir olması aslâ düşünülemez. Zîrâ inkâr, zihnî ve fikrî faaliyet ile kalbî tahassüsün bozulduğu yerde başlar. Yâni eğer zihin ve kalb selîm fıtratını muhâfaza ederse, bir şahsın küfre sürüklenmesi mümkün değildir. Eğer küfür âleminde gözünü açmış bir kimse ise, küfürden kurtulma ihtimâli çok yüksek olur. Buna örnek olarak Hazret-i İbrâhim’in müşrik bir çevrede doğup büyümesine rağmen sırf zihnî ve kalbî melekeleriyle Allâh Teâlâ’nın varlık ve birliğini hissederek O’nu tevhîd etmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de sarâhatle beyân buyurulur.

Bu itibarla mutlak münkir olmak, düşünen bir beyin için mümkün değildir. Zîrâ bir şeye yok demekle işin içinden çıkılmaz. İknâ edici, doğru delil ve isbatlar gerekir. Hayât, kâinât ve ölüm ötesi muammâyı çözememiş olanlar, sadece yok demekle neyin delil ve isbatındadırlar? Bu durum, midesi aç olup da vücud sıhhati bozulduğu için bunun farkında olmayan kimselerin durumuna benzer ki, onların aç oldukları hâlde aç değilim demeleri, ancak hastalıklarının isbat ve delili olur. Eğer bir kimse, bütün his ve duygu sistemi felç olmuş veya narkoze edilmiş bir şahsın vücuduna batan çivinin, uzuvlarını bir kumaş gibi kesip biçen bıçağın farkında olmaması gibi yüce hakîkatlere karşı rûhunu hasta etmiş de bunun farkında değilse, onun ve onun gibiler için Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmede:

“Körler, sağırlar...” tabirlerini kullanır.

Zîrâ Allâh Teâlâ, her insanın fıtratına, inanma ve hakîkati arama ihtiyacını rekzetmiş olduğundan îmân ve hakîkatten habersizlik veya kopukluk, ancak rûhî bir körlük ve sağırlık dolayısıyladır. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da Allâh’ı idrâke hazırdır veya idrâk hâlindedir, ama bu husûsiyeti mânevî körlük ve sağırlığı sebebiyle şuûr üstüne çıkaramamaktadır. Tıpkı görülüp de hatırlanmayan rü’yâlar gibi...

Dolayısıyla mes’uliyet ve iktidarımız kadar bizleri yoktan var eden Allâh’ı bilmek ve mârifetullâh ile irfâna ererek vâsıl-ı ilâllâh olmak için O’nun sıfat ve fiillerine doğru bir şekilde vukûfiyet elzemdir.

Dikkat edilirse beşerî ve semâvî dînlerin hepsinde “Allâh inancı” vardır. Ancak bu inanç, muhtevâda çeşitli yanlışlıklar arzetmektedir. Bu yanlışlıklar sebebiyle İslâm nazarında geçerli kabul edilmezler. Zîrâ onların inancı, kâinatın yegâne yaratıcısının noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf bir müteâl, yâni hayâl ötesi mükemmel oluşuyla bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla İslâm, Allâh hakkında doğru bir inanç muhtevâsı için O’nun ve peygamberinin beyânına bağlı olarak birtakım sıfatlar ortaya koyar ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesini kabul etmez.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, İslam İman İbadet

ALLAH KELİMESİNİN ASLI NEREDEN GELMEKTEDİR?

KIYAMET GÜNÜ ALLAH'I GÖRECEK MİYİZ?

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.