Allah İndinde Tek Din

İSLAM

Allâh katında son ve hak din olarak İslâm gönderilmiştir. Günümüzde hükmünü yitirmiş dinler ve tahrif olma sebepleri nelerdir? Yeryüzünde İslam'ın son ve hak din oluşunu Kuran nasıl bildiriyor? İşte cevabı...

Hristiyanlık, Îsâ -aleyhisselâm-’dan sonra birçok beşerî tesir ve müdâhalelere mâruz kalmıştır. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de ehl-i kitâb hakkında “Dinlerini parça parça edenler.” (er-Rûm, 32) tâbiri kullanılmıştır.

HÜKMÜNÜ YİTİRMİŞ DİNLER, TAHRİF OLMA SEBEPLERİ İLE SON VE HAK DİN İSLAM

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar: “...Mesîh’in ümmeti, O’nun sünnet ve hidâyeti üzere iki yüz sene kaldılar (sonra dinlerini bozup istikâmetlerini değiştirdiler).” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII. 207) Gerçekten Hristiyanlık, kendi din adamları tarafından bozulmuş ve günümüze ilk şeklinde mevcut olan tevhîd akîdesinden tamâmen tecrîd edilerek gelmiştir. Bu tahrîf sebebiyledir ki, diğer ilâhî dinler gibi Hristiyanlığın da hükmü ve geçerliliği ortadan kaldırılmış, Allâh katında son ve hak din olarak İslâm gönderilmiştir. Cenâb-ı Hak buyurur: “Allâh indinde hak din, yalnızca İslâm’dır…” (Âl-i İmrân, 19) “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki, kendisin­den (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85) Cenâb-ı Hakk’ın bu hükmü karşısında gerek yahûdîler ve gerekse hristiyanlar, İslâm’ı ve onun yüce peygamberini kendi içlerinden çıkacağı düşüncesinde olduklarından dolayı kabûllen­mediler. Nitekim her iki dînin mensupları da kitaplarındaki hakîkate bakarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bi’setine (peygamber olarak gönderilişine) kadar hep O’nu müjdeleyip bekledikleri hâlde, bi’setten sonra ta­vır değiştirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel­lem-’in ve yeni dînin kendileri arasından çıkmadığını görünce ha­sede kapıldılar ve îmân etmekten imtinâ ettiler.

Cenâb-ı Hak buyurur: “…Kitâb verilenler, kendilerine ilim (Kur’ân ve Peygamber) geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrı­lığa düştüler. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allâh’ın hesâbı çok çabuktur.” (Âl-i İmrân, 19)

Ehl-i kitâb, sadece hased edip ayrılığa düşmekle kalmadı, kitaplarında son dîn olan İslâm ve onun hak peygamberi olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müjdeleyen bölümleri de değiştirdiler. Çünkü bu bölümleri okuyan birtakım firâsetli hristiyan veya yahûdîler, hakîkati kavrayıp derhal müslüman oluyorlardı. Nitekim yahûdî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm ve daha niceleri, hristiyanlardan Selmân-ı Fârisî, hattâ krallardan Habeş hükümdarı Necâşî gibi birçok mümtaz şahsiyet, bu vesîleyle müslümanlığı candan kabûllenmişlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Ehl-i kitâbdan öyleleri vardır ki, Allâh’a, size ve kendilerine indirilene tam bir samîmiyetle ve Allâh’a boyun eğe­rek îmân ederler...” (Âl-i İmrân, 199)

BİZANS İMPARATORU HERAKLİYÜS’UN CEVABI

Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunu duyup O’nun vasıflarını öğrenen Bizans İmparatoru Herakliyüs heyecanlanmış ve Hazret-i Peygamber’in bahtiyar elçisine: “O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zâten ben, bu peygamberin zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşe­bilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım.” demiştir. İşte bu ve buna benzer çeşitli hâdiselere şâhid olan, ancak gönülleri ve irâdeleri âmâ hristiyan ve yahûdîler, zaman geçtik­çe bütün dindaşlarının müslüman olmalarından endi­şe duymaya başladılar. Bu duruma çâre olarak da kendi kitaplarında bulunan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği son dîni müjdeleyen metinleri değiştirmişlerdir. Böyle yapmakla düştükleri hazîn âkıbeti Cenâb-ı Hak şöy­le bildirir: “Allâh’ın indirdiği Kitâb’dan bir şeyi (Âhirzaman Peygamberi’nin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allâh ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır.” (el-Bakara, 174) “Allâh’ın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsân et­mesini kıskandıkları için, Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân-ı Kerîm’i) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böy­lece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (el-Bakara, 90)

KİM İSLÂM’DAN BAŞKA BİR DÎN ARARSA, BİLSİN Kİ, KENDİSİN­DEN (BÖYLE BİR DÎN) ASLÂ KABÛL EDİLMEYECEK

Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu gibi hidâyete râm olamayıp İslâm’ın saâdet sancağı altına girmeyen ehl-i kitâb, kendi ar­zularına göre şekillendirdikleri bâtıl kitaplarına tâbî olarak dünyâ ve âhiretlerini hebâ etmişlerdir. Çünkü bütün ilâhî kitapları gön­deren Allâh -celle celâlühû-, son gönderdiği dîn olan İslâm’a tâbî olmayıp iptal edilen din­lere uyanların, bâtılla dolu îmanlarını kabûl etmediğini şöyle beyân buyurmaktadır: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa, bilsin ki, kendisin­den (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85) Gerçekten bugün İslâm dışındaki bütün dinlerde ve Hristiyanlık’ta mevcut olan îman ve ibâdet esaslarına bakıldığında, onların, Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve buyruklarına, hattâ beşer man­tığına bile ters bir mâhiyete büründüğü müşâhede edilmektedir. Nitekim hristiyanlara göre; Her insan günahkâr doğar. Çünkü Âdem -aleyhisselâm-, Allâh’ın emrini tutmamış ve cennetten çıkarılmıştır. Şimdi bu günah, bütün insanlarda teselsülen devâm etmektedir. Îsâ -aleyhis­selâm-, insanları bu “ezelî günah”tan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allâh -celle celâlühû-, insanları bu günahtan kurtarmak için ken­di oğlunu (Îsâ’yı) çarmıha gerdirmiştir. Hâlbuki Allâh Teâlâ, insanların suçlarının cezâlarını birbirle­rine çektirmek gibi bir muâmeleyi hiçbir ilâhî kitabında beyân buyurmamıştır. Çünkü başkalarının günâhı için bir mâsumu kurbân etmek, zulümden başka bir şey değildir. Diğer taraftan, insanların günahkâr doğmalarına inanmak da Cenâb-ı Hakk’a zulüm isnâd etmektir. Bu meselenin hakîkatini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu nebevî ifâdeleri ne güzel ortaya koymaktadır: “Her çocuk İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar!..” (Müslim, Kader, 22) Allâh Teâlâ buyurur: (Ey Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allâh in­sanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir! Allâh’ın ya­ratışında değişme yoktur! İşte dosdoğru din budur; fakat in­sanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 30) Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Nebiler Silsilesi-3, Erkam Yayınları