Allah İyilik Eden ve İşini Güzel Yapan Kullarını Sever
Allah (c.c) iyilik eden ve işini güzel yapan kullarını sever. Hangi ayetler Müslümanları bu hususda müjdeliyor? Allah'ın sevgisini kazanan kulların özellikleri nelerdir? Ayetler ve tefsirleri ile Allah'ın sevdiği kullar...
Mahşer meydanında;
“Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına, hoşnutluğuna ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!”(Yâsîn, 59) diye nidâ olunacak. Mü’min ve müttakîler cennete sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar cehenneme doğru sürüklenecek.
Bu sebeple insan, öbür cihanda o iki muazzam akıştan hangisinde olmak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek ahval ve ef‘âl içerisinde bulunmaya cehd ü gayret etmek mecburiyetinde…
İşte, inzal buyurulan ilâhî kitaplar ve gönderilen peygamberler; bu hakikati öğretmek ve hangi tercih ve gidişâtın, âhiret yol ayrımında hangi cihete çıkacağını anlatmak ve bu istikamette insanları terbiye etmek hikmeti ile vazifeli birer rehberdir.
Hayattan gaye kulluk… Kulluktan gaye, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişmek, gazabından sakınmak. Bunun için O’nun mârifet ve muhabbetine vuslat gayretiyle kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle meşgul olmak zarûrî.
İradeyi, Cenâb-ı Hakk’ın iradesine râm eylemek zarûrî.
Nefsin arzusuna değil, O’nun arzusuna teslim olmak şart.
ALLAH İYİLİK EDEN VE İŞİNİ GÜZEL YAPAN KULLARINI SEVER
"İyilik eden ve işini en güzel yapan, ihsan sahibi kullarını sever." (Bakara Sûresi 195; Ayr. bkz. Âl-i İmrân 148; Mâde 13, 93)
- Bakara Suresi 195. Ayet Tefsiri (Açıklaması)
Bakara suresi 195: "Mallarınızı Allah yolunda harcayın ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever."
- TEFSİR
“Allah yolunda harcamak“, sözün gelişinden anlaşılacağı üzere öncelikle Allah yolunda kâfirlerle savaşmak ve cihad etmek üzere harcamada bulunmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 273) Bununla birlikte Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak maksadıyla Allah’ın dinini tebliğ ve neşretmek, yüceltmek; O’nun istediği hayat nizamını tesis etmek ve devam ettirmek; câmi, okul, hastane, köprü, çeşme, huzur evleri gibi ictimaî hizmet ve hayır müesseselerini kurmak için malî fedakârlıkta bulunmak da âyetin şumûlüne girer. Bu harcamalar, müslümanların dinî ve manevî hayatlarını canlı tutma açısından olduğu kadar, toplumun emniyetinin sağlanması ve geliştirilmesi açısından da pek büyük bir öneme sahiptir. Dolayısıyla müslümanların bu fedakârlıktan uzak kalmaları, kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmaları mânasına gelmektedir. Eğer cimrilik yapar ve Allah yolunda harcamada bulunmazlarsa dünyada mağlup, makhur ve mahkum[1] olurlar; âhirette de çetin bir hesap ve büyük bir azaba uğrarlar.
Âyet-i kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:
Emevîler devrinde, Hâlid b. Velid’in oğlu Abdurrahman’ın komutasındaki İslâm ordusu, Allah Resûlü’nün İstanbul’un fethiyle ilgili müjde ve iltifâtına nâil olmak ümîdiyle yola çıkmıştı. Ordunun içinde İstanbulumuzun övünç kaynağı Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.) da bulunmaktaydı. Rumlar arkalarını şehrin surlarına vermiş savaşırlarken, Ensâr’dan bir zât, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü. Bunu gören mü’minler; “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın!” (Bakara 2/195) âyetini hatırlayarak:
“–Lâ ilâhe illâllah! Şuna bakın! Kendini göz göre göre tehlikeye atıyor!” dediler. Bunun üzerine Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri şöyle dedi:
“–Ey mü’minler! Bu âyet, biz Ensâr hakkında indi. Allah, Peygamberi’ne yardım edip dînini gâlip kıldığında biz, «Artık mallarımızın başında durup onların ıslâhı ile meşgul olalım» demiştik. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti vahyetti. Bu âyet-i kerîmedeki «kendi eliyle kendini tehlikeye atmak»tan maksat, bağ ve bahçe gibi dünya malıyla uğraşmaya dalıp, cihâdı terk ve ihmâl etmemizdir.” Bu sebeple Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), seksen yaşının üzerinde olmasına rağmen cihâdı terk etmedi. Şehîd olup İstanbul’a defnedilinceye kadar Allah yolunda savaşmaya devam etti. (bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 22/2512; Tirmizî, Tefsir 2/2972)
Ayetteki “Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın” (Bakara 2/195) ibaresine, “infak ve cihadı terk”ten başka olarak şu mânalar da verilmiştir: Birincisi; gerekli mal, kuvvet ve silahı tedârik etmeksizin Allah yolunda savaşa çıkarak kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İkincisi; günah işleyip Allah’ın rahmetinden ümit kesmek suretiyle kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bilakis Allah’ın rahmetini umun ve hayırlı ameller yapın. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, II, 276-277)
Âyet-i kerîme son olarak verdiği, “Bir de iyilik edin ve yaptığınızı güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik eden ve işini güzel yapanları sever” (Bakara 2/195) mesajıyla, müslümanlara dâima iyilik yapmalarını, her hususta ihsan seviyesinde davranmalarını ve yaptıkları işleri en güzel şekilde yapmalarını emir buyurmaktadır. Buna göre müminler, Allah yolunda cihadın, savaşın ve infakın en güzelini yapmalı, başka çıkar yol yoksa kötülüğe misliyle mukâbele etmeli, mümkün oldukça kötülükleri de en güzel şekilde savmalıdırlar. Zira Allah’ın sevgisine ulaşmanın en mühim vesilelerinden biri budur.
Savaş, Allah’ın dinini hârici tehlikelerden koruyarak ayakta tutmanın ve İslâm toplumunu güçlendirerek geliştirmenin önemli bir kaidesi olduğu gibi, hac ve umre de aynı şekilde bütün dünya müslümanları arasındaki iman kardeşliğini, ictimâî, iktisâdî, ilmî ve siyâsî bağları kuvvetlendiren, inananları uhrevî bir tefekkür ikliminde dolaştıran ve hâdiselerin gidişâtına yön vermelerine vesile olan mühim dinî emirlerdendir. Bu sebeple şimdi hac ve umre konusuna geçilerek şöyle buyruluyor:
[1] Mağlup: Savaşta yenilmiş, yenilgiye uğramış. Makhûr: Düşmanların baskın, işkence ve zulmüne uğramış. Mahkûm: Allah ve peygamber düşmanlarının hâkimiyetine boyun eğmiş. (Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik Tefsiri)
- Âl-i İmrân Sûresi 148. Ayet Tefsiri (Açıklaması)
Ali İmran 148: "Allah da onlara hem dünya nimetlerini, hem de âhiret mükâfatının en güzelini verdi. Çünkü Allah, böyle iyilik ve ihsân sahiplerini sever."
- TEFSİR:
Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde, menfi durumlar karşısında irade zaafına uğrayan mü’minlerin, azimlerini toplayarak mücadeleye devamlarını sağlamak için önceki peygamberlerin ashâbının hallerinden örnekler vermektedir. müslümanlardan, peygamberlerinin yanında yılmadan usanmadan savaşan, hiçbir zafiyet ve gevşeklik göstermeyen, bilakis sabır ve sebat gösteren bu kimseler gibi olmalarını istemektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 155-156)[1]
146. âyette geçen رِبِّيُّونَ (ribbiyyûn) kelimesi, “rabbânî” gibi “Rabbe kulluk eden” demektir. Rabbânî, terbiyeci demek olan “rabbe”den gelir. “Ribbî” de cemaat demek olan “ribbe” kelimesinden gelip “cemaat, toplum” anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka “evvelûn” yani öncekiler mânasına da gelir. “Rabbânî” ile “ribbî” arasında şöyle bir mâna farkı vardır: Rabbânî, veli imamlar, ribbî de halkdır. Buna göre rabbânî ve ribbî ikisi de “Yüce Rabbe bağlı” mânasını içermekle beraber, “ribbî” ribbe bağlanmakla terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; “rabbânî” de rabbe bağlanmakla diğerlerine öğretim ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım yapılması en uygun mâna olacaktır. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 156; Elmalılı, Hak Dini, II, 1197)
Burada söz konusu kişilerde olmayan menfi vasıflar zikredilirken, “vehn” ve “za’f” kelimeleri birlikte zikredilmiştir. Halbuki bunlar mâna cihetiyle birbirlerine oldukça yakındır. Ancak bunların peşpeşe zikredilmelerinde bir hikmet ve incelik bulunmaktadır: اَلْوَهْنُ (vehn), bir ameli yapmaya ve bir işe girişmeye karşı gücün oldukça az olmasıdır. اَلضَّعْفُ (za‘f) ise bedendeki kuvvetin zıddı, yani kuvvetin olmayışı mânasındadır. Vehn, azimete daha yakındır. Za’f ise, mukavemet esnasında gevşeklik göstermek ve teslim olmak demektir. اَلْإسْتِكَانَةُ (istikâne), boyun bükmek ve alçalmak mânasındadır. Savaş esnasında azimet kaybolup azalar gevşeyince düşmana boyun eğmekten başka çare kalmaz. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, IV, 118-119)
İşte peygamberlere tabi olan insanların durumu böyle olunca, ilim ehli ve hakikat tabilerine gereken, hiçbir engelin, hiçbir çilenin onları kudretsizliğe, kuvvetsizliğe, gevşekliğe ve zillete düşürmemesidir. Nitekim Peygamber Efendimiz hep böyle davranmış, ashâbını da sabırlı ve metanetli olmaya teşvik etmiştir.
Habbâb bin Eret (r.a.) anlatıyor:
“Resûlullah (s.a.s.) Kâbe’nin gölgesinde bir bürdeyi yastık yapmış uzanırken yanına geldim. O zaman müşriklerden büyük işkenceler görüyorduk. Allah Resûlü’ne:
«– Bize yardım etmeyecek misin, bizim için Allah’a yalvarmayacak mısın?» diye şikâyette bulunduk. Efendimiz mübârek yüzü kızarmış olarak kalkıp oturdu ve şöyle buyurdu:
«– Sizden önce öyleleri vardı ki kişi yakalanıyor, önceden hazırlanan çukura gömülüyor, sonra getirilen bir testereyle başının ortasından ikiye bölünüyordu. Ancak bu yapılanlar onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yine öyleleri vardı ki demir taraklarla taranıyor, kemiklerinin üzerinde et ve sinirlerden başka bir şey kalmıyordu. Ancak bu yapılanlar da onu dîninden aslâ döndüremiyordu. Yemin ederim ki Allah bu dini tamamlayacaktır. Öyleki bir yolcu devesine binecek, San’â’dan kalkıp Hadramevt’e kadar gidecek de Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayacak. Koyunu için de Sadece kurttan korkacak. Ancak siz acele ediyorsunuz.»” (Buhârî, Menâkıb 25; Menâkıbu’l- Ensâr 29)
Peygamberlerin yanlarında bulunan bu ilim ve fazilet sahibi insanların, en zor şartlarda bile gönülleri ve bedenleriyle azimet, gayret, fedakârlık, sabır ve metanet içinde oldukları gibi, dilleriyle de Yüce Rablerine daimî bir niyaz halinde bulundukları haber verilmektedir. Hiç menfi bir şey söylememekte, sızlanmamakta; bilakis sürekli dua hâlinde yegâne kuvvet ve kudret sahibi Allah’a iltica ve niyâz etmektedirler. Nefislerinin zararından, bilmeden işledikleri günahların tehlikesinden ve herhangi bir hususta Allah’ın emrinin dışına çıkmaktan yine Allah’a sığınmakta ve af talep etmektedirler: “Rabbimiz! Günahlarımızı ve işlerimizde gösterdiğimiz taşkınlıkları bağışla, ayaklarımızı sâbit kıl! Şu kâfirler topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan eyle!” (Âl-i İmrân 3/147)
Görüldüğü üzere başlarına gelen musibetler, onların gönlünde Allah’ın yardım va‘dinin doğruluğu hususunda bir tereddüde sebep olmamaktadır. Bilakis onlar, bu tür iptilaların birer imtihan vesilesi olduğu ve bir hikmeti bulunduğu şuuru içindedirler. Diğer taraftan başlarına gelen bu iptilaların, Allah’ın dinine yardımda eksik davranmalarına yahut sorumluluk emanetini tam olarak yerine getirmede kusurlu olmalarına bir ceza olduğunu da düşünmüş olabilirler. Bu sebeple, musibetin gelişi sırasında günahlarının bağışlanmasını istemişler, sonra da Allah’tan yardım talebinde bulunmuşlardır. Allah Teâlâ da onlar ve onlar gibi olanların dualarına hemen icâbet etmekte ve onlara hem dünya hem de âhiretin hayrını ve güzelliklerini bağışlamaktadır. Dünya hayrı, dünyada kazanılan zaferler ve ganimetlerdir. Âhiret hayrı ise, orada elde edilecek hayırlı akıbet yani cennet ve Allah’ın rızâsıdır.
Bu nimetlere ulaşmanın birinci şartı, kâfirlere itaattan uzak durup gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a yönelmektir:
[1] 146. âyette geçen “savaştı” mânasına gelen قَاتَلَ (kâtele) fiili mechûl olarak ve “öldürüldü” mânasında قُوتِلَ (kûtile) şeklinde de okunmuştur. Bu kıraate göre cümlenin mânası şöyle olmaktadır: “Beraberlerinde, kendilerini Allah’a adamış pek çok kimse olduğu halde nice peygamberler öldürüldü.” Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, özellikle İsrâiloğulları’nın pek çok peygamberi öldürdüklerini haber vermektedir. (bk. Bakara 2/61, 91) (Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik Tefsiri)
- Maide Suresi 93. Ayet Tefsiri
Maide 93 Ayet: "İman edip salih ameller işleyenlere; Allah’a karşı gelmekten sakındıkları, iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iman ettikleri, sonra yine Allah’a karşı gelmekten sakındıkları ve iyilik ettikleri takdirde, daha önce tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur. Allah, iyilik edenleri sever."
- TEFSİR:
İçki ve kumar kesin bir şekilde haram kılınınca ashâb-ı kirâmdan bazıları: “İçki içip kumar parası yediği halde ölüp aramızdan ayrılanların durumu ne olacak?” gibi sözler söyleyince bu âyet indi. (Buhârî, Tefsir 5/11; Tirmizî, Tefsir 5/10-12)
Bu âyette sâlih amel iki defa tekrar edilmiş, iman ve takvâ üç mertebe olarak zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine yer verilmiştir. Burada iman ve takvânın üç kez tekrar edilmesi, birkaç açıdan iman ve takvânın mertebelerine işaret sayılmıştır. Şöyle ki:
› Bu iman ve takvâ durumu geçmiş, şimdi ve gelecek olmak üzere üç zamana işarettir.
› Bu üç hâle işarettir: Birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takvâ ve iman; ikincisi kendisiyle diğer insanlar arasında takvâ ve iman; üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takvâ ve imandır. Bu sebeple üçüncüsünde iman, ihsana tebdil edilmiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in: “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni görmektedir” (Buhârî, İman 37) tarifine işaret buyrulmuştur.
› Burada başlangıç, orta ve nihayet olmak üzere takvânın üç derecesi bulunduğuna işaret edilmiştir.
› Sakınılacak şeylerin derecelerine işarettir. Önce azaptan sakınmak için haramı terk, ikincisi harama düşmemek için şüpheleri terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak, tabiat ve alışkanlık kirlerinden temizlemek için bazı mubah şeyleri terk etmek gerektir.
İçki ve kumar gibi daimî haram olanların yanında bir de sırf ibâdet etme ve terbiye hikmetiyle haram kılınanlar vardır ki, buna sûrenin başında “İhramda iken avlanmayı helâl saymama” (Mâide 5/1) şartıyla işaret edilmiş idi. (Kaynak: Prof. Dr. Ömer Çelik Tefsiri)