Allah Katında Kimin Ne Olduğunu Ancak Allah Bilir
Din kardeşlerimize karşı sû-i zanda bulunmanın önemi nedir? Hüsn-ü zandan neden kaçınmalıyız? Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu hususta nasıl uyarıyor? Hüsn-i zan sahibi olmamız gerektiğine dâir, Câfer-i Sâdık Hazretleri ne nasihatte bulunuyor?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Büyüklerden biri, bir Allah adamına sormuş:
«‒Falan dindar şahıs hakkında bazı kimseler birtakım isnatlarda bulunuyorlar. Sen onun hakkında ne düşünüyorsun?»
O zât, şu cevâbı vermiş:
«‒Görünüşte ve dışında bir kusur görmüyor ve bulmuyorum. İç yüzüne gelince, görünmeyen şeyi de ben bilemem.»
Her kimi dünyaya rağbet etmez, kanaatkâr ve sofu bir vaziyet ve görünüşte görürsen, onun iç yüzünü bilmesen bile, sen yine de onu öyle sofu, kanaat ehli ve zâhid bir kimse olarak bil.
Emniyet memurunun ev içinde ne işi var, evin içine ne karışır?!.”
Allah katında kimin ne olduğunu ancak Allah bilir. Zira kalplerin pencereleri yalnızca Allâh’a açıktır. Kalbimizden geçeni bir biz biliriz, bir de bize şah damarımızdan daha yakın olan Rabbimiz bilir. Bizler, kimsenin kalbindeki niyet ve düşünceyi okuyamayız. Bunun için, zâhire göre hüküm vermekle mükellefiz.
DİN KARDEŞLERİMİZE KARŞI SÛ-İ ZANDA BULUNMA
Dolayısıyla din kardeşlerimize karşı sû-i zanda bulunmaktan, yani onlara şüpheyle bakıp haklarında kötü duygu ve düşünceler beslemekten ve tecessüsten, yani onların gizli ayıp ve kusurlarını merak edip araştırmaktan sakınmalıyız. Zira Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyuruyor:
“Ey îman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli ve ayıp hâllerini araştırmayın!..” (el-Hucurât, 12)
Asr-ı saâdette Hazret-i Âişe Vâlidemizʼe münâfıklar tarafından iftirâ atılmış ve kulaktan kulağa yayılan söylentiler, kalplerde şüphe ve sû-i zanna sebep olmuştu.
Âişe Vâlidemizʼi temize çıkaran âyetlerin nüzûlüyle birlikte müʼminler ferahlamış, fakat iftirâcılara ve onlara kapılarak hüsn-i zannı terk edenlere karşı şiddetli bir ilâhî ihtar gelmiş, şâyet Allâhʼın lûtfu ve rahmeti olmasaydı hepsine büyük bir azap dokunacağı bildirilmiştir. (Bkz. en-Nûr, 12-14)
Âyet-i kerîmelerdeki bu dehşetli ihtar ve tehdîdin üst üste birkaç defa tekrarlanması da, müʼminler hakkında sû-i zannın ne kadar ağır bir cürüm olduğunu ifadeye kâfîdir.
Yine bu iftirâ hâdisesinin yaşandığı günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:
“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-:
“–Evet, işittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra da hanımına:
“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu. O da:
“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-:
“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)
MAZERET KAPISI ARA
Din kardeşlerimize karşı ne kadar hüsn-i zan sahibi olmamız gerektiğine dâir, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin şu ifadeleri de pek mânidardır:
“Bir mü’min kardeşine âit, hoş olmayan bir şey duyarsan, onun için birden yetmişe kadar mâzeret kapısı araştır. Bulamazsan; «Belki benim bilmediğim veya anlayamadığım bir mâzereti vardır.» de, sonra da meseleyi kapat!” (Hânî, el-Hadâik, s. 132)
İşte mü’minlere karşı bu bakış açısını hiçbir zaman kaybetmemek gerekir. Bilhassa günümüzde yapay zekâ vâsıtasıyla, mâsum insanların ses ve görüntülerinin kopyalanarak, yapmadıkları şeyleri yapmış gibi gösterilebildiği dijital dünyada, pek çok yalan ve iftirânın kol gezdiği mâlum. Dolayısıyla toplumu fitne ve fesâda sürüklemek isteyen şer odaklarının bu nevî tuzaklarına karşı da son derece uyanık olalım, onların oyununa gelmeyelim. Bilgi kirliliğinin had safhada olduğu sanal âlemde, her gördüğümüze ve duyduğumuza hemen inanmayalım, temkinli ve ihtiyatlı yaklaşalım, bilhassa din kardeşlerimize karşı hüsn-i zannımızı dâimâ muhafaza edelim.
Aksi hâlde, şu âyet-i kerîmedeki ilâhî ihtârın muhâtabı olmaktan kurtulamayız:
“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (el-Hucurât, 6)
Diğer taraftan, yüce dînimiz İslâm, insanların hususî hayatlarına dâir tâkibâtı men etmiş, mahremiyet sınırlarının muhafazasına büyük bir ehemmiyet atfetmiştir. Bunun için, gizli kalmış olan şahsî ayıp ve kusurların araştırılmasını, yani “tecessüs”ü yasaklamıştır.
Zira tecessüste bulunan kimse, -meşhur tâbiriyle- “şuyûu vukûundan beter” yani duyulup öğrenilmesi, gerçekleşmesinden daha kötü neticeler doğurabilen birçok çirkinliğin ortalığa saçılıp revaç bulmasına sebebiyet verebilir. Ayrıca ayıbı açığa çıkan kimsenin hayâ perdesinin büsbütün yırtılıp tamamen arsızlaşmasına da sebep olabilir.
Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir gece Medîne sokaklarında geziyor, şehri teftiş ediyordu. Bir evde şarkı söyleyen bir erkek sesi işitti. Duvardan atlayıp içeriye girdi. Baktı ki, erkeğin yanında bir kadın, bir de şarap var. Bunun üzerine:
“–Ey Allâh’ın düşmanı, sen günah işleyeceksin de, Allah seni gizleyecek mi sandın?!” dedi.
Adam cevâben:
“–Hakkımda hüküm vermek için acele etme ey Mü’minlerin Emîri! Ben Allâh’ın bir emrine isyan ettim, sen ise üç hususta Allâh’a karşı günah işledin.
Allah Teâlâ:
«…Başkalarının gizli ve ayıp hâllerini merak edip araştırmayın!..» (el-Hucurât, 12) buyuruyor, sen ise tecessüs ettin.
«…Evlere kapılardan girin!..» (el-Bakara, 189) buyuruyor, sen ise duvardan atladın.
«…Kendi evlerinizden başka evlere, sahipleri sizi bilmeden, selâm verip izni olmadan girmeyin!..» (en-Nûr, 27) buyuruyor, sen ise benim evime izinsiz girdin.”
Bu cevap üzerine Hazret-i Ömer (sakinleşti):
“–Ben seni affedersem, sen de beni affedip tevbe eder misin?” dedi ve tevbe etmesi şartıyla onun kim olduğunu setretti.[1]
Elbette bu nevî kusurları affedip ayıpları setretme meselesi, toplumu ilgilendirmeyen şahsî konulara mahsustur. Yoksa halkı ifsâd etme tehlikesi bulunan gizli-saklı şer odaklarına karşı dikkatli ve tedbirli olmak da müʼminin firâseti cümlesindendir.
Yine toplumun hak ve hukukuna halel getirecek bir suç işlendiğine dâir kuvvetli bir şüphe veya delil varsa, toplumu korumak adına ve elbette meşrû idarenin emriyle, husûsî mülklere de usûlünce girilmesine müsâade edilmiştir.
Bu ölçü, toplumun çekirdeği olan âile müessesesi için de geçerlidir. Meselâ, evlâtlarını güzel ahlâklı mü’minler olarak yetiştirmekle mükellef bulunan anne-babaların, çocuklarının kimlerle arkadaşlık ettiklerine dikkat etmeleri, bilhassa bilgisayar, tablet ve cep telefonuyla nerelere girip çıktıklarını kontrol etmeleri, onları zamanın fitne ve şerlerine karşı îkaz etmeleri de elzemdir.
Bu hususta gösterilecek hassâsiyet, nehyedilen tecessüs cümlesinden değildir. Bilâkis nesli güzelce terbiye ve muhafaza edebilmek için, son derece lüzumlu olan gayretlerdendir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Kasım, Sayı: 465
YORUMLAR