Allah Korkusu, Havf ve Reca İle İlgili Örnekler

Allah`a İman

İmanda kemale eren mü’minlerin farik vasfı nedir? Allah korkusu ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir? Allah korkusu, havf ve reca ile ilgili örnekler.

Îmanda kemâle eren mü’minlerin fârik vasıflarından biri de onlardaki tâzîm ve muhabbetten neş’et eden Allâh korkusudur. Esâsen Allâh korkusu; Rabbimiz’in biz kullarına olan nihâyetsiz muhabbetini, rızâ ve hoşnutluğunu kaybetme korku ve endişesidir. Bu yüzden, îmanda kemâle eren mü’minlerin büyük bir teyakkuz içindeki kalpleri, Allâh zikredildiği zaman büyük bir haşyetle ürperip titrer. Bu hâl, mü’minlerin Allâh’a karşı sâhip olmaları gereken edep, ihlâs ve takvâ gibi yüksek hâlleri de beraberinde getirir.

ALLAH KORKUSU İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Mü’minler ancak, Allâh zikredildiği zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (el-Enfâl, 2)

“...(Ey Nebî!) O mütevâzı, itaatkâr ve samîmî insanları müjdele! Onlar ki Allâh anıldığı zaman kalpleri titrer…” (el-Hac, 34-35)

Bir kimsenin Allâh hakkındaki bilgi, mârifet ve muhabbeti ziyâdeleştikçe, Allâh korkusu da o nisbette artar. Nitekim Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben Allâh’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınızım.” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 72; Müslim, Fedâil, 127)

Yine bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:

“–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye sorulmuştu. Allah Rasûlü şu cevâbı verdi:

“–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda Allah’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraatidir.” (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34)

Allah’tan hakkıyla korkanlar, başka hiçbir şey karşısında korku duymazlar. Allâh korkusu, kalplerin saâdet ışığıdır.

Rab’lerinden korkan mü’minler, Allâh’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan râzı olduğu kimselerdir.[1] Cenâb-ı Hak böyle kullarına, iki cennet vaad etmektedir.[2]

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:

“Sinek başı kadar bile olsa, gözünden Allâh korkusuyla yaş çıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hiçbir mü’min yoktur ki, Allâh onu (ebedî) ateşe harâm etmesin!” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

“Allâh korkusu sebebiyle ağlayan kişi, (sağılan) süt memeye dönmedikçe cehenneme girmeyecektir. Allâh yolunda kaldırılan toz ile cehennem dumanı aslâ bir araya gelmez.” (Tirmizî, Zühd, 8/2311)

“Allâh katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur: İki damla; haşyetullâh sebebiyle akan gözyaşı ile Allâh yolunda akıtılan kan damlasıdır. İki iz de; Allâh yolunda (cihâd ederken) bırakılan iz ile Allâh’ın farzlarından birini edâ esnâsında bırakılan izdir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26/1669)

Mü’minlerin Allâh korkusuyla döktükleri gözyaşları, fânî gecelerin ziyneti, kabir karanlıklarının kandilleri, cennet bahçelerinin şebnemleridir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in hikmet ve esrârı karşısında duygulanmayan yürekten ve Allâh korkusuyla yaşarmayan gözden cümlemizi muhâfaza buyursun.

Zîrâ Allah Teâlâ, haşyetullâhtan mahrûm olan katı kalpli kimseleri zemmederek şöyle buyurmaktadır:

“...(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, yarılır da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allâh korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allâh yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.” (el-Bakara, 74)

Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allâh’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve icâbet edilmeyen duâdan Sana sığınırım.” niyâzıyla bu hâlden Rabbine ilticâ etmiştir. (Müslim, Zikir, 73)

Allah’tan korkmayan kimse, hayvanâttan ve cemâdâttan daha aşağı seviyededir. Nitekim atalarımız, “Kork, Allah’tan korkmayandan!” demişlerdir. Hakîkaten onların âkıbeti korkulacak bir âkıbettir. Zîrâ onlardaki kalp katılığı, gaflet karanlığı ve hissizlik, cansız varlıklarda bile yoktur.

Nitekim pek çok ilâhî beyâna göre cansız zannedilen varlıklar bile Allâh korkusu ile hâlden hâle girmektedir. Bu gerçeği ifâde eden bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik Allâh korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (el-Haşr, 21)[3]

Mü’minlerin kalbinde, Allâh’ın rızâ ve muhabbetinden mahrum kalıp gazabına dûçâr olma korkusuyla; O’nun sonsuz rahmet ve merhametine nâil olabilme ümîdi dâimâ bir arada bulunmalıdır. Yâni mü’minin kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecânı içinde titremelidir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzene; “beyne’l-havfi ve’r-recâ” şeklinde tâbir olunmuştur. Mü’min, dâimî bir duâ, hiçlik ve ilticâ hâlinde bulunup, yakîn (ölüm) gelinceye kadar bu kalbî âhengi muhâfaza etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“...Allâh’a, korkarak ve (rahmetini) ümîd ederek duâ edin. Muhakkak ki ihsan sâhiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)

“...O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:

“Eğer mü’min, Allâh’ın azâbının şiddet ve keyfiyetini bilseydi, cennet ümîdine kapılmazdı. Kâfir de Allâh’ın rahmetini tam olarak idrâk edebilseydi, O’nun cennetinden aslâ ümîdini kesmezdi.” (Müslim, Tevbe, 23)

“Cennet, her birinize ayakkabısının bağından daha yakındır. Cehennem de aynen öyledir.” (Buhârî, Rikàk, 29)

Bu bakımdan, ebedî saâdet ve selâmetin yolu, Allâh’a duyulan korku ve ümit duygularını kalpte âhenk içinde muhâfaza etmekten geçer. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve onun muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar. Mü’min de Allâh’ın muhabbetini kaybetmekten korkmalı, fakat O’nun rahmetinden de ümitvâr olmalıdır.

ALLAH KORKUSU, HAVF VE RECA HAKKINDA ÖRNEKLER

Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:

«Ey kalpleri çekip çeviren Allâh’ım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!»

Ben (bir gün kendisine):

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana ve Sen’in getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim. Bunun üzerine bana şöyle cevap verdi:

“–Evet! Kalpler, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir.” (Tirmizî, Kader, 7/2140)

  • Yapmakta Oldukları İşleri Kalpleri Ürpererek Yapanlar

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- diyor ki:

“Rab’lerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri ürpererek yapanlar var ya, işte hayır işlerine koşan ve hattâ bunun için yarışanlar onlardır.” (el-Mü’minûn, 60-61) âyetleri nâzil olunca Allah Rasûlü’ne:

“–Âyette zikredilenler, zinâ, hırsızlık ve içki gibi haramları işleyenler midir?” diye sormuştum. O da:

“–Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Âyette anlatılmak istenenler, namaz kıldığı, oruç tuttuğu ve sadaka verdiği hâlde, bu ibâdetlerinin kabûl olup olmama endişesiyle korkanlardır.” buyurdu. (Tirmizî, Tefsîr, 23/3175; İbn-i Mâce, Zühd, 20)

Müslüman, amellerine ve yaptığı iyiliklere güvenmemelidir. Allâh’ın rahmetine sığınmaktan başka bir çıkar yol yoktur.

  • Süheyl bin Amr’ın Hutbesi

Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün ziyâdesiyle tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşurdu. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir alındı. Hazret-i Ömer:

“–Yâ Rasûlâllah! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde Sen’in aleyhinde hutbe îrâd edemesin.” dedi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şâyet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allâh da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 293)

Peygamber Efendimiz bu davranışıyla, dâimâ Allah’tan korkup, O’nun gazabını celbedecek bir davranışta bulunmaktan son derece sakınmak gerektiğini tâlîm etmiş oldu.

Nitekim Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra, insanlar arasında irtidat hareketlerinin başgösterdiği bir hengâmede, Süheyl bin Amr -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün haber verdiği o medhe şâyan konuşmasını yapmıştır. Ezcümle şöyle diyordu:

“…Vallâhi, ben iyi biliyorum ki bu dîn, güneşle ayın doğuşu ve batışı devâm ettikçe, dipdiri ayakta kalacaktır…”

Süheyl bin Amr -radıyallâhu anh-, hutbesini bitirdiğinde halk teskin oldu. Ömer -radıyallâhu anh-, Hazret-i Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Allah Rasûlü’nün sözünü hatırladı ve:

“–Sen’in, Allâh’ın Rasûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim (yâ Rasûlâllah)!” demekten kendini alamadı. (İbn-i Hişâm, IV, 346; Vâkıdî, I, 107; Belâzurî, I, 303-304; İbn-i Abdilberr, II, 669-671; Hâkim, III, 318/5228)

  • Peygamber Efendimizi Sevindiren Hava Durumu

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, havanın aşırı rüzgarlı olduğu anlarda veya gökyüzünde siyah bir bulut görüldüğünde, Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi değişir, bâzen o buluta karşı durur bakar, bâzen geri döner, eve girer çıkardı. Yağmur yağdığında ise sevinirdi. Bu tavırlarının sebebi sorulduğunda, Âd Kavmi’ne gelen azâbın kendi ümmetinin başına gelmesinden endişe ettiğini söylerdi. (Müslim, İstiskâ, 14-16)

Efendimiz’in ümmetine olan merhameti, bir anne-babanın evlâdına duyduğu merhametten daha ziyâdedir. Cenâb-ı Hak bunu şöyle haber verir:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)

Allah Rasûlü, hiçbir beşerin kendisi kadar korkutulmadığını, ezâ ve meşakkat görmediğini, açlığa mâruz kalmadığını beyân etmiştir.[4] Bu meşakkatler, Allâh’ın kullarını Allâh’ın yoluna döndürme uğruna çekilmişti. Peygamber Efendimiz bundan aslâ şikâyetçi değildi. O’na göre bir tek insanın kurtarılması bile, üzerine Güneş’in doğup battığı her şeyden daha üstündü. Tâif’te taşlanmış, ayakları kan revân içinde kalmıştı, lâkin bir kölenin hidâyete ermesi, Allah Rasûlü’nün gönlünü ferahlatmıştı.

  • Kim Bir Kötülük Yaparsa...

Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- şöyle buyurur:

“Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında iken O’na şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

«Kim bir kötülük yaparsa cezâsını görür ve Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir.» (en-Nisâ, 123)

Peygamber Efendimiz:

«–Ey Ebûbekir! Bana indirilen bir âyeti sana okutayım mı?» buyurdu. Ben:

«–Tabiî ki yâ Rasûlâllah!» dedim.

Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:

«–Neyin var, ne oldu ey Ebûbekir?» diye sordu.

«–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Hangimiz kötülük işlemez ki? Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden muhakkak cezâlandırılacak mıyız?» diye üzüntümü ifâde ettim.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu îzahta bulundu:

«–Ebûbekir! Sen ve mü’minler, hatâlarınız sebebiyle dünyâda (bâzı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak) cezâlandırılırsınız. Öyle ki sonunda Allâh’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezâları kıyâmet günü verilir.»” (Tirmizî, Tefsîr, 4/3039)

  • Hz. Ebubekir’in Allah Korkusu

Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın Allâh korkusunu aksettiren şu misal ne kadar ibretlidir:

Ebûbekir -radıyallâhu anh- berrak bir havada dışarı çıkmıştı. Semâya bakıyor, Allah Teâlâ’nın kullarına ibret için sergilediği bin bir türlü kudret akışlarını seyrediyordu. Gözü bir kuşa takıldı. Ağacın dalına konmuş, güzel sesiyle tatlı tatlı ötüyordu. Hazret-i Ebûbekir içini çekti. Gıpta ve hasretle kuşa şöyle seslendi:

“–Ne mutlu sana ey kuş! Vallâhi ben de senin gibi olmak isterdim. Ağacın üzerine konuyorsun, meyvelerinden yiyorsun, sonra da uçup gidiyorsun. Ne hesap var ne de azap!

Vallâhi Rabbimin huzûrunda hesâba çekilecek bir insan olmaktansa, yolun kenarında bir ağaç olmayı, bir devenin gelip beni ağzına alarak ezmesini ve yiyip yutmasını ne kadar isterdim!” (İbn-i Ebî Şeybe, VIII, 144)

  • Hz. Ebubekir’in Tefekkürü

Yine Ebûbekir -radıyallâhu anh- bir gün kıyâmeti, mîzânı, Cennet’i, Cehennem’i, meleklerin saf saf dizilmesini, göklerin dürülmesini, dağların savrulmasını, güneşin dürülmesini, yıldızların saçılmasını hatırladı, bunlar üzerinde tefekküre daldı. Sonra da Allâh korkusuyla:

“–İsterdim ki, şu yeşillikler gibi bir yeşillik olaydım ve bir hayvan gelip beni yeseydi de yok olup gitseydim.” dedi. Bunun üzerine:

“Rabbinin mâkamında durup hesap vermekten korkan kimseye iki Cennet vardır.” (er-Rahmân, 46) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. (Süyûtî, Lübâbu’n-Nukûl, II, 146; Âlûsî, XXVII, 117)

Ashâb-ı kirâm, Cenâb-ı Hakk’ın:

“Ey îmân edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) îkâzını hiçbir zaman akıllarından çıkarmıyor ve hep bu duygular içinde yaşıyorlardı.

  • Hz. Ebubekir’in Zekat Taksimi

Ebûbekir -radıyallâhu anh- bir cuma günü çıkıp insanlara:

“–Yarın toplanın da zekât develerini taksîm edelim; ancak hiç kimse izin almaksızın huzûrumuza girmesin!” dedi.

Ertesi gün, bir kadın kocasının eline bir yular vererek:

“–Şunu al git; kim bilir, belki Allah Teâlâ bize bir deve nasîb eder.” dedi. Adam elinde yularla develerin dağıtıldığı yere varınca Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer’i zekât develerinin bulunduğu ağılda buldu ve izin almaksızın yanlarına vardı. Onu gören Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“–Buraya nasıl girdin?” diyerek elindeki yuları aldı ve ona îkaz sadedinde hafifçe vurdu. Lâkin yaptığı bu harekete de çok üzüldü. Develerin taksîmini bitirdiğinde, o kişiyi çağırarak yuları kendisine verdi ve:

“–Al, sen de bana vur, kısas yap!” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Allâh’a yemin ederim ki böyle bir şey olmayacaktır. Sen bunu kendinden sonrakiler için bir âdet olarak bırakma!” dedi. Ebûbekir -radıyallâhu anh-:

“–Peki o hâlde kıyâmet gününde beni Allâh’ın gazabından kim kurtaracak?” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer:

“–Öyleyse onun gönlünü al!” tavsiyesinde bulundu. Hazret-i Ebûbekir, hizmetçisine, adam için çuluyla birlikte bir deve getirmesini ve ayrıca beş dinar vermesini emretti. O zât da Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ı affetti. (Ali el-Müttakî, V, 595-596/14058)

  • Allah Bize Lutfetti, O Kavuran Ateşten Korudu

Kâsım bin Muhammed -rahimehullâh- şöyle anlatır:

“Sabahleyin evimden çıktığımda önce halam Hazret-i Âişe’nin evine uğrar ve kendisine selâm verirdim. Bir gün yine evine gittiğimde, nâfile namaz kılıyor ve:

«(Müttakîler şöyle derler: Şükürler olsun ki) Allâh bize lûtfetti de bizi, o kavuran ateşten korudu.» (et-Tûr, 27) âyetini okuyordu. Kıyâmda duâ ediyor, ağlıyor ve bu âyeti tekrar edip duruyordu. Yoruluncaya kadar bekledim, daha sonra da bâzı ihtiyaçlarımı karşılamak üzere çarşıya gittim. İşlerimi bitirip döndüğümde Âişe -radıyallâhu anhâ- aynı vaziyette ayakta duruyor, namaz kılıyor ve ağlıyordu.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 31)

  • Ashabın Korkusu

İbn-i Ebî Müleyke -rahimehullâh- şöyle demektedir:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi kendi nefsi için nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbirisi Cibrîl ve Mîkâîl’in îmânı gibi bir îmâna sâhip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, Îmân, 36)

  • Ebu Hanzala’nın (r.a.) Nefs Muhasebesi

Ebûbekir -radıyallâhu anh-, bir gün Hanzala -radıyallâhu anh-’a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala -radıyallâhu anh- büyük bir teessür ve endişe içinde:

“–Hanzala münâfık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“–Sübhânallâh! Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hanzala -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti:

“–Biz, Hazret-i Peygamber’in sohbetinde iken, O bize Cennet ve Cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. (O’nun sohbetindeki feyz ve rûhâniyetimizi kaybediyoruz.)” dedi. Hazret-i Ebûbekir:

“–Vallâhi, buna benzer hâller bizde de oluyor.” dedi.

Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Rasûlullâh Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:

“–Canım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi. (Üç defa tekrarlayarak):

«–Yâ Hanzala! Bâzen öyle, bâzen de böyle olur!»” buyurdu. (Müslim, Tevbe, 12)

Görüldüğü üzere ashâb-ı kirâm, devamlı bir nefs muhâsebesi hâlinde yaşamışlardır. Hayâtın bütün meşakkatlerine rağmen asıl endişeleri, kalbî hayatlarında bir zaafa mahal vermemek olmuştur.

  • Hz. Ömer’i Hasta Düşüren Ayet

Bir gün Hazret-i Ömer, bir evin önünden geçerken, hâne sâhibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek bir sesle Tûr sûresini okuduğunu işitti. Adam:

“Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (et-Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hazret-i Ömer bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.[5]

  • Müminlerin Halet-i Ruhiyesi

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:

“Gökten gelen bir ses; «–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cehennem’e girecek.» dese, acabâ o kimse ben miyim diye korkarım. «–Ey insanlar! Sadece bir kişi Cennet’e girecek.» dese, o zaman da acabâ o kişi ben miyim diye ümîd ederim.” (Ali el-Müttakî, XII, 620/35916. Ayrıca bkz. İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf, s. 15)

İşte mü’minlerin bu hâlet-i rûhiye içinde, yâni havf ve recâ arasında olması, âyet-i kerîmede de şöyle emredilir:

(O müttakîler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından ayırırlar. Rab’lerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infâk ederler.” (es-Secde, 16)

  • Allah Huzurunda Hesap Verme Zorluğu

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir defâsında Allah Teâlâ’nın huzûrunda hesap vermenin zorluğunu düşünerek yerden bir saman çöpü almış ve:

“Âh! Şöyle bir saman çöpü olsaydım, dünyâya hiç gelmeseydim, anam beni doğurmasaydı, büsbütün unutulup gitseydim.” diye hayıflanmıştır. (İbn-i Sa’d, III, 360-361)

  • Müminin Yüzünün Rengini Değiştiren Şey

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a:

“–Ey mü’minlerin emîri! Namaz vakti gelince niçin yüzünüzün rengi değişiyor ve titremeye başlıyorsunuz?” diye sordular. Şöyle cevap verdi:

“–Yerin ve göğün kaldıramadığı, dağların taşımaktan âciz kaldığı bir emâneti edâ etme zamanı gelmiştir. Onu kusursuz olarak yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım, bilemiyorum.”

  • Hz. Hasan’ın Abdest Aldıktan Sonraki Hali

Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, abdest aldıktan sonra âdeta rengi değişirdi. Bunun sebebi sorulduğunda ise şöyle buyururdu:

“–Yüce Arş’ın sahibi olan Allâh’ın huzûruna çıkmak isteyen kişinin hakkı, renkten renge girmektir.” (İbn-i Hallikân, Vefeyâtü’l-A‘yân, II, 69)

Mezîd bin Havşeb şöyle der:

“Hasan bin Ali ve Ömer bin Abdülaziz -radıyallâhu anhümâ-’dan daha fazla (Allah’tan) korkan iki insan görmedim. Sanki Cehennem o ikisinden başkası için yaratılmamıştı!” (İbn-i Sa‘d, V, 398)

  • Hak Dostunun Oğlunun Korkusu

Ebûbekir Verrâk Hazretleri’nin küçük bir oğlu vardı. Kur’ân-ı Kerîm öğrenmek için bir hocadan ders okumaktaydı. Bir gün mektepten benzi sararmış bir vaziyette, titreyerek ve erkenden döndü. Ebûbekir Verrâk Hazretleri, bu duruma şaşırarak sordu:

“–Hayırdır evlâdım, bu hâlin ne, niçin mektepten erken döndün?”

Oğlu, o küçücük yüreğine yerleşmiş bulunan Allâh korkusu netîcesinde sonbahar yaprağına dönen bir çehre ile:

“–Ey babacığım! Bugün hocamız bana Kur’ân’dan bir âyet öğretti, onun mânâsını idrâk edince korkumdan bu hâle geldim!” dedi. Bu defâ babası:

“–Evlâdım, o hangi âyet-i kerîmedir?” dedi. Küçük çocuk okumaya başladı:

“Eğer inkâr ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek o günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?” (el-Müzzemmil, 17)

Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti.

Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:

“–Ey Ebû Bekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allâh korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ hukûk-ı ilâhîden bir çocuk kadar dahî korkmazsın!”

Şüphesiz ki bu hâdise, Cenâb-ı Hakk’ın, kalbine rikkat ihsân ettiği küçük bir yavrunun îman hassâsiyetini sergilemektedir. Fakat Allâh’ın kelâmını nasıl bir tefekkür ve kalbî rikkat ile okumamız gerektiğiyle birlikte azamet-i ilâhiye karşısında bürünmemiz gereken kalbî tavıra, yâni haşyetullâh’a da işâret etmektedir. Bu hâle ulaşmanın yolunu Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Buna göre Hak katında gerçek ilim, kulu Allâh karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir ilimdir, yâni mârifetullâhtır. Bu ilme vâsıl olabilmek içinse, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere şu hususlara riâyet etmek îcâb eder:

  1. Geceleri secde ve kıyâm hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek.
  2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesâbın endişesi içinde olarak fânîliği unutmamak.
  3. Rabbimiz’in merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde bulunmak. Zîrâ büyük ruhlar, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar.
  • Cehennem Ayetlerinden Birini İşitince Ağlayarak Dua Eden Kimse

Mansûr bin Ammâr şöyle anlatır:

Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim:

“İlâhî, çok günah işledim. Kendime yazık ettim. Maksadım Sen’in sözünü imtihan etmek değildi. Ben kendi nefsime yenik düştüm. Hem gördüm ki ne kusur işlesem Sen bir şey yapmıyorsun, Sen’in Settâr sıfatına aldandım. İşlediğim günahları câhilliğimden işledim. Hatâ ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb etsen hâlim nice olur! Vay bana, vay bana! Yâ Rabbi! Kullarına Sırât’ı geçmelerini emrettiğin gün kimisi Cehennem’e düşecek, kimisi cennete geçecek. Acabâ bu miskin kulun hangi gruptan olur?!”

Bu arada Cehennem’den bahseden bir âyet işitildi. İçerde münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi.

“Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime döndüm. Sabah geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Ne olduğunu sorduğumda annesi bana şunları anlattı:

“–Bu ölen oğlumdur. Peygamber Efendimiz’in soyundandır. Gece olunca namazgâhında sabaha kadar ağlardı. Gündüz kazandıklarını fakirlere infâk ederdi. Cehennem âyetlerinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rûhunu Hakk’a teslîm eyledi.”

Ben de kendisine:

“–Ey hanım, oğlun cennete girdi. Çünkü Allâh korkusundan ağlayan, cehenneme girmez. Bu hâlde canını teslîm eden hiç cehenneme girer mi? Allâh’a şükret!” dedim.[6]

  • Yavuz Sultan Selim ve Zenbilli Ali Efendi

Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi Allâh’ın emirleri dâiresinde âdeta eriyip yok olmuştu. Ondaki Allâh korkusu her şeyin üzerindeydi. Bir seferinde, hazinedeki ihmallerinden dolayı vâkî olan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Durumu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destur bile almadan Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinledi. Yavuz:

“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur...” şeklinde sert bir cevap verdi.

Bunun üzerine Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu:

“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhiretinizi korumaktır...”

Yüce İslâm’ın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz Sultan Selîm Han:

“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.

Zenbilli Ali Efendi:

“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir...” dedi.

Koca orduları dize getiren pâdişah, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki, tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:

“–Sultanım! Birinci talebim, dînimizin hükmünü teblîğden ibâretti. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sâdece bir ricâdır...” dedi ve ilâve etti:

“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âittir. Ancak onlar, hapisteyken mâsum âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricam, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.”

Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyetin îcâbını îfâ ediyordu.[7]

  • Zenbilli Ali Efendi’nin Sultana İkazı

Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultân’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhülislâm’a evvelki gibi:

“–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti.

Bu tehditkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervâsız bir şekilde:

“–Sultanım! Bunlar âhiret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi.

Şeyhülislâm, bu sözlerinden sonra Sultân’a selâm bile vermeden dönüp gitti. O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve Şeyhülislâm’ın îkâzını kabûl edip ona göre kararını değiştirdi. Zenbilli Ali Efendi’ye de özür dileyen bir mektup bıraktı.

Cihan pâdişâhı da olsa, kalbindeki Allâh korkusu, Yavuz’u kendi arzusuna göre hareket etmekten alıkoymuştur. Şeyhülislâm’ın Allâh korkusu ise ona büyük bir cesâret vermiş, her şeyi göze alarak Yavuz gibi sert bir pâdişâhı bile hiç korkmadan ikâza sevk etmiştir.

  • Mutasavvıfın Korkusu

Zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüştü ve:

“–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından korkuyorum.” dedi.

Zünnûn Hazretleri ağladı ve:

“–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.” dedi.

HER HAYRIN VE HİKMETİN BAŞI

Velhâsıl, “Her hayrın başı Allâh sevgisi, hikmetin başı da Allâh korkusudur.”

Allâh’ı seven ve tanıyan bir kimse O’nun muhabbetine lâyık olamama ve azâbına dûçâr olma korkusuyla dâimâ dikkatli davranır, hayâtını ihsan kıvâmında yaşar.

Kul, Allah’tan hakkıyla korkarsa hayâtına İslâm muhtevâsında bir istikâmet verir ve bütün dünyâ ve âhiret korkularından emîn olur. Nitekim Âlemlerin Efendisi şöyle buyurur:

“Üç şey vardır ki münciyâttandır, insanı kurtarır: Gizli ve açıkta Allah’tan haşyet duymak, yâni korkmak, rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak, fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı olmak. Şu üç şey de mühlikâttan, helâk edici şeylerdendir: Kendisine tâbî olunan hevâ, cimrilik ve kişinin kendisini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471)

Dünyâ ve âhirette huzur ve saâdete kavuşabilmek için, bu fânî âlemde Allah’tan lâyıkıyla korkarak, rükû ve secdelerimizi, duâ ve niyazlarımızı, gözyaşlarımızla yoğurmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâiliyet ümîdiyle O’na ilticâ etmeliyiz.

Dipnotlar:

[1] el-Beyyine, 8.

[2] er-Rahmân, 46.

[3] Bu âyette verilen temsilden maksat, Kur’ân’ın muhtevâsının ehemmiyetini ve ona muhâtap olan insanın ne büyük mes’ûliyet altında bulunduğunu tebârüz ettirmektir. Burada şu mânâyı anlamak da mümkündür: Şâyet bir dağa insandaki gibi şuur verilmiş olsaydı, o heybet timsali eğilmez dağ bile Allâh’ın sıfatlarını bilmenin ve mes’ûliyet hissinin netîcesinde; O’nun azameti, kudreti ve kâinâttaki mutlak hâkimiyeti karşısında sonsuz bir haşyet ve tâzîmle eğilirdi. Bununla da kalmaz, Allâh’a kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise umûmiyetle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. İnsanın, Allâh korkusundan ve muhabbetinden nasip alabilmesi için de iç âlemini fücurdan uzaklaştırıp takvâ hayâtı ile tezyîn etmesi zarûrîdir.

[4] Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472.

[5] İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımaşk 1979, s. 30.

[6] Bkz. Darir Mustafa Efendi, Yüz Hadis Yüz Hikâye, haz. Selahaddin Yıldırım - Necdet Yılmaz, İst. 2001, s. 74-75.

[7] Bkz. Mustafa Nûri Paşa, Netâicü’l-Vukûât, Ankara 1987, c. I-II, s. 90-91.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları