Allah Korkusuyla Terbiye Olmayan Gönüllerin Akıbeti
Vahiyle buluşmayan, Allah korkusuyla terbiye olmayan gönüllerin akıbeti nedir?
Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:
“Alçak adamlara ilimden, fenden bahsedilirse; ilme, fenne yazık edilmiş olur. Onlara bu gibi şeyleri söylemek, çorak arâziye tohum ekmek gibidir. (Çorak arâzi) hiç (faydalı ve bereketli bir) mahsul verir mi?”
İlmi, ya mânen olgun kimselere vermek îcâb eder, ya da ilim tâliplerini hamlıktan kurtarıp kemâlât yolunun yolcusu etmek gerekir. Aksi takdirde ilim; nâkıs bir akla, tezkiye olmamış bir nefse ve tasfiye edilmemiş bir kalbe sahip olanların elinde, şerre vâsıta olabilmektedir.
Zira vahiyle buluşmayan, Allah korkusuyla terbiye olmayan gönüller, ellerindeki bilgi ve kâbiliyeti yanlış kullanmaktan kurtulamazlar. Yine böyle kimseler, hevâ ve heveslerini tatminden ve dünyevî menfaatlerini teminden başka bir şey düşünmez, bu hususta hiçbir kanun, kâide ve sınır tanımazlar.
Meselâ sırf dünyevî menfaat odaklı bir eğitimden geçen biri;
–Hukuk tahsili görse, hak ve adâlet tevzî edeceği yerde zâlim bir cellat kesiliverir.
–Tıp tahsili yapsa, şifa dağıtacağı yerde bir insan kasabı veya bir organ kaçakçısı hâline geliverir.
–Bir idareci olsa, şefkat, merhamet ve hakkâniyetten nasibi olmadığı için, emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir.
Böyle ham bir insan, bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zarar ve ziyânı, dünyevî ilim sâyesinde kat kat fazlasıyla irtikâb edebilir.
Bunun içindir ki, bir hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“İlim talebi her müslümana farzdır. İlmi, lâyık olmayan kimseye öğreten kimse ise domuzların boynuna mücevherât, inci ve altın takan kimse gibidir.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Mevlânâ Hazretleri de;
“Ahlâksıza ilim öğretmek, eşkıyânın eline kılıç vermek gibidir.” diyerek, ilmi, ona lâyık olan kimselere vermenin lüzûmunu yahut da ilim tahsilinin mânevî terbiye ile mezcedilmesinin zarûretini ifade etmiştir.
Bugünkü eğitim sisteminde ne yazık ki kişinin sadece zihnî kâbiliyetlerine bakılmakta, onun, ilmi lâyıkıyla taşıyabilecek kalbî meziyetlere sahip olup olmadığına dikkat edilmemektedir. Oysa ki, ebedî saâdet için, ilmin sırf zâhiren tahsil edilmesi kâfî değildir. Bunun için çift kanatlı bir eğitime ihtiyaç vardır. Yani dünya ve âhiret, madde ve mânâ, beden ve ruh dengesi içinde bir tahsil zarurîdir.
Günümüzün imtihan ve kariyer odaklı eğitim sisteminde ise, anaokulundan üniversite sonuna kadar, 16-17 senelik tahsil hayatı boyunca, Hakkʼa kulluk tahsiline dâir, sadra şifâ bir eğitimin verilemediği âşikâr. Dolayısıyla bu mânevî tahsilin yapılabileceği eğitim mekânlarına da ayrı bir ehemmiyet vermek gerekir.
Meselâ en başta “aile” bir mekteptir, bir irfan ocağıdır. Evlâtlara hâl ve davranışlarıyla güzel örnek olan, nasihatleriyle müsbet telkinlerde bulunan sâlih ve sâliha ebeveynler ve güngörmüş aile büyükleri, çocukların ilk muallimleridir…
Aileden sonra, Kurʼân Kursları, İmam-Hatip Okulları, İslâmî İlimler Fakülteleri, irfan sohbetleri gibi müesseselere de revaç vermek îcâb eder. Evlâtlarımızı bu nîmetlerden istifâde ettirmeye gayret edelim.
Şunu da unutmayalım ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına İslâm kültürünü tam 23 senede, bizzat yaşayıp yaşatarak tâlim ve telkin etti. Dolayısıyla evlâtlarımızın dînî tahsilini sırf yaz tatilinde bir-iki ay camiye göndermekten ibaret, -hâşâ- basit bir eğitim olarak görmeyelim. Zira dînî tahsili bu kadar hafife almak, İslâmî şuur noksanlığının açık bir göstergesidir.
Diğer taraftan, anne babaların -sırf dünyevî ikbâl kaygılarıyla- evlâtlarını dînî tahsilden mahrum bırakmaları, büyük bir merhametsizliktir. Zira sırf dünyevî menfaatleri ön planda tutan bir eğitim hayatı, maalesef evlâtları âdeta tek kanatlı bir kuşa çeviriyor. Tek kanatla uçmaya çalışan bir kuşun da, günün birinde aç bir kedinin lokması olacağı muhakkaktır.
Bu bakımdan evlâtlarımızın fânî ikbâli kadar ebedî istikbâlini de düşünüyorsak, onları ciddî bir İslâmî eğitimden geçirmemiz elzemdir. Bunun için evlâtlarımızın dünyevî tahsilini uhrevî tahsille mezcetmeliyiz. Onların mânevî duygularını inkişâf ettirerek ruhlarını da doyurmanın derdinde olmalıyız. Evlâtlarımıza bu cihanda Cenâb-ı Hakkʼa kulluk için bulunduğumuz gerçeğini idrâk ettirmeliyiz.
Zira Cenâb-ı Hak:
“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyuruyor.
Dünya dershanesine gelenlerin en mühim dersi; “لِيَعْبُدُونِ : Cenâb-ı Hakk’a kulluk”tur. Tefsirî ifadesiyle; “لِيَعْرِفُونِ : Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek”tir. (Bkz. İbn-i Kesîr, IV, 255)
Ârif mü’minlere göre, bu cihanda Cenâb-ı Hakk’a kulluktan daha mühim bir gâye de, O’na kulluktan daha yüksek bir pâye de yoktur.
Hepimiz, bu cihan mektebinin talebeleriyiz. Tahsilimiz, ecel ile sona erecek, amellerimizle toprağa gömüleceğiz. Hepimiz bu dünyaya, Cenâb-ı Hakkʼın bizden istediği kalb-i selîmʼi tahsil etmeye geldik.
Hayatta en mühim tahsil, mârifetullah tahsili; en güzel sanat, müslümanca yaşayabilmek; en büyük hüner de müslüman olarak can verebilmektir.
Dolayısıyla evlâtlarımıza, Hakkʼa kulluğun, bu dünyadaki en mühim tahsil olduğu, diğer tahsillerin ancak bununla birlikte bir kıymetinin bulunduğu şuurunu kazandırmalıyız.
Ehemmiyetine binâen şu hususu da vurgulamak isteriz ki, Hakkʼa kulluk tahsilinin, îmandan sonra belki de en mühim dersi “namaz”dır. Evlâtlarımıza ibadet eğitimini bilhassa küçük yaşlarda vermeliyiz. Aksi hâlde, yaş ilerledikçe bu eğitimi vermek zorlaşır. “Zamanla kılar, nasıl olsa bir gün başlar…” diyerek namaz eğitimini ihmal etmek, çok büyük bir gaflettir. Bu hususta; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatini, hiçbir zaman göz ardı etmemek gerekir.
Namaz hassâsiyeti hususunda, evvelâ kendimiz güzel bir örnek olalım, sonra da sevip sevdirerek çocuklarımıza namaz şuuru kazandırmaya gayret edelim.
Evlâtlarımıza vaktinde güzelce emek verelim ve onlarla yakından alâkadar olalım ki, ileride pişmanlık duymayalım. Bugün evlâtlarımızın tertemiz gönül dünyasına hangi mânevî tohumları ekersek, yarın onun mahsulünü biçeceğimizi unutmayalım.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Ekim, Sayı: 464