Allah Resûlü’ne Muhabbetle İlgili Örnekler
Sahabenin Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e muhabbeti nasıldı? Allah Resûlü’ne (s.a.v.) muhabbetle ilgili örnekler.
Beşerî muhabbet merhalelerinde ulaşılabilecek zirve, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan muhabbettir. İnsanlığın muhabbet meyline O’ndan daha lâyık bir insan tasavvur olunamaz. Zîrâ:
- Bütün mahlûkât varlığını, Allah Teâlâ’nın O’na olan muhabbetine borçludur.
- Allah Rasûlü, insanlar ve cinler âlemini ezelî ve ebedî hakîkatle tanıştırarak onların, âhiretteki sonsuz azaptan kurtulmalarına vesîle olmuştur.
- Allah Teâlâ, Kur’ân ve İslâm nîmetlerini kullarına, O’nun kalb-i pâkinde sergilemiştir.
- O, ümmeti için, hiçbir beşerin uğramadığı sıkıntı ve iptilâlara mâruz kalmış ve en büyük acılara katlanmıştır.
- O, mü’minlere karşı engin bir şefkat ve merhametle doludur. Bir merhamet ummânıdır. Ümmetine çok düşkündür, herhangi bir sıkıntıya uğramaları O’na çok ağır gelir.[1]
- Kullukta örnek ve ideal bir şahsiyettir.
- Kulları Allah Teâlâ’nın mârifetine ulaştıracak en mühim vâsıta yine O’dur.
- Allah Teâlâ, bütün peygamberler içinde yalnız O’nun hayâtı üzerine yemin ederek “Sen’in hayâtın üzerine andolsun ki!” buyurmuş ve böylece ümmetinin, bütün dikkatini Allah Rasûlü’nün üsve-i hasene olan hayâtına teksîf etmesini arzu buyurmuştur.
- Allah Teâlâ, kendi muhabbet ve mağfiretini, Habîb-i Ekrem’ine itaat şartına bağlamıştır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allâh Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Âl-i İmrân, 31)
- Allah Rasûlü’ne olan muhabbetimiz, azâb-ı ilâhîden kurtuluşumuza bir vesîledir. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Rasûlüm!) Sen onların içinde iken Allâh, onlara azâb edecek değildir!..” (el-Enfâl, 33)
- En mühimi de Cenâb-ı Hak O’nu sevmiş ve «Habîbim» iltifâtına mazhar kılmıştır.[2] Allah Teâlâ’nın Habîbi’ni sevmek, ne büyük bir şereftir!
O hâlde, gönüllerimize O eşsiz sultânın ism-i latîfini, nâmını ve salevâtını hiç silinmeyen bir muhabbet yazısı ile nakşetmeliyiz ki, kalplerimiz, kendisine verilen ulvî kıymete liyâkat kazanmaya başlasın.
Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, Peygamber Efendimiz dahî muhabbette nihâî hedef değildir. İnsan için, muhabbetin tahsîs edilmesi gereken yegâne varlık, kâinâtın yaratıcısı Allah Teâlâ’dır. Habîb-i Ekrem Efendimiz’e olan muhabbetimiz ise, bizi Allâh’ın mârifet ve muhabbetine götüren en mühim bir vesîle ve vâsıtadır.
ALLAH RESÛLÜ’NE MUHABBET HAKKINDA ÖRNEKLER
Ashâb-ı kirâm, muhabbetleri sebebiyle Allah Rasûlü’nün etrafında pervâne olur, her sözüne, her emrine ve hattâ en küçük bir îmâsına dahî:
“Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah!..” derlerdi. O’nun tenine dokunabilenler, bundan büyük bir iftihar duyar:
“İşte şu iki elimle Rasûlullâh’a bey’at ettim!” diyerek ellerini gösterirlerdi. (İbn-i Sa’d, IV, 306; Heysemî, VIII, 42)
Ebû Esmâ eş-Şâmî -radıyallâhu anh-, bu mevzûdaki misallerden biridir:
O, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanına elçi olarak gelmişti. İslâm’ın esas mevzûlarını, kendilerini temsîlen geldiği kabîlesine iletmesi gereken bâzı hususları öğrendikten sonra, Allah Rasûlü’nün mübârek elini tutarak ona bey’at etti. İki Cihân Güneşi Efendimiz’in elini tutmanın derin hazzıyla sarsılan Ebû Esmâ, o mübârek elin bereketini ve sıcaklığını her zaman hissetmek düşüncesiyle olmalı ki, o günden sonra kimseyle musâfaha yapmayacağına dâir kendine söz verdi ve ölene kadar bir daha kimsenin eline dokunmadı. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 7)
-
Ashabın Peygamberimize Olan Muhabbetleri
Ashâb-ı kirâmın Rasûlullâh’a muhabbetleri o derecedeydi ki, hanım sahâbîler, evlâtları, Allâh’ın Rasûlü ile uzun müddet görüşmedikleri zaman onları azarlıyorlardı. Huzeyfe -radıyallâhu anh-, birkaç gün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmediği için annesi ona kızmış ve onu azarlamıştır. Kendisi bunu şöyle anlatmaktadır:
Annem bana:
“–Peygamber Efendimiz’le en son ne zaman görüştün?” diye sordu. Ben:
“–Birkaç günden beri O’nunla görüşemedim.” dedim. Çok kızdı ve beni fenâ bir şekilde azarladı.
“–Anneciğim! Dur kızma! Hemen Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gideyim, O’nunla beraber akşam namazını kılayım ve O’ndan benimle senin için istiğfâr etmesini taleb edeyim.” dedim... (Tirmizî, Menâkıb, 378; Ahmed, V, 391-2)
Zeyd bin Hârise’nin kardeşi Cebele -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın Fahr-i Kâinât Efendimiz’e olan muhabbetle bağlılığını şöyle sergiler:
“Hazret-i Peygamber’e gidip:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kardeşim Zeyd’i benimle gönder.» dedim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–İşte kendisi burada. Eğer seninle gelmek isterse, ben ona mânî olmam.» buyurdu. Ancak Zeyd benim teklifimi reddederek:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben hiç kimseyi Sana tercih etmem?» dedi.
Daha sonra, kardeşim Zeyd’in görüşünün benimkinden daha isâbetli olduğunu anladım.” (Tirmizî, Menâkıb, 39/3815)
-
Anneye En Güzel Davet
İkinci Akabe Bey’ati’nde kâfilenin başında gelen Mus’ab -radıyallâhu anh-, kendi evinden önce Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gitti. Medînelilerin büyük bir hızla İslâm’ı kabûl ettiklerini haber verdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab’ın getirdiği haberlerle mesrûr oldu.
Hazret-i Mus’ab’ın önce Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gitmesi, müşriklerden olan annesinin kulağına gidince çok kızdı. Mus’ab ise:
“–Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce kimsenin yanına gitmem, O varken kimseye öncelik veremem.” dedi.
Efendimiz’den izin istedikten sonra annesinin yanına gitti ve onu İslâm’a dâvet etti. (İbn-i Sa’d, III, 119)
-
Hiç Şüphesiz Allah Bizimledir
Hicret esnâsında Sevr Mağarası’na doğru giderken Ebûbekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Arkanızdan yetişebileceklerini düşünüyor, arkadan yürüyorum; ileride pusu kurup bekleyebileceklerini düşünüyor, önünüzden yürüyorum!” dedi.
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar. Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, Siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizledi. Eliyle yokluyor, bir delik bulduğunda hemen elbisesinden bir parça yırtıp orayı kapatıyordu. Bu minvâl üzere üst elbisesinin tamâmını deliklere tıkadı, sâdece bir delik kaldı. Ona da topuğunu koyduktan sonra:
“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi.
Sabah olduğunda Hazret-i Ebûbekir’in üst kısmında elbise olmadığını fark eden Allah Rasûlü:
“–Elbisen nerede, ey Ebûbekir?” diye hayretle sordu.
Ebûbekir -radıyallâhu anh- akşam yaptıklarını anlattı. Bu âlicenap davranış karşısında son derece duygulanan Allah Rasûlü, ellerini kaldırarak Ebûbekir için duâ buyurdu.[3]
Müşrikler, mağaranın ağzına kadar geldiklerinde endişeye kapılan Hazret-i Ebûbekir Sıddîk, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hazret-i Ebû Bekir de gözcülük yapıyordu. Hazret-i Ebûbekir:
“–Mekkeliler Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat Sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Yâr-ı Gâr’ına (Mağara Dostu’na):
“–Ey Ebûbekir! Mahzûn olma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu.[4]
Sevr Mağarası’nda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ara mübârek başlarını Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın dizine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Ebûbekir -radıyallâhu anh-, mağarada açık kalan bir deliği ayağıyla kapatıyordu.
İmtihân-ı ilâhî, gerçekten de bir müddet sonra Ebûbekir -radıyallâhu anh-, düşüncesinde haklı çıktı. Zîrâ bir yılan, Hazret-i Ebûbekir’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahâbînin canı o kadar yandı ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden süzülen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu inci tânesi damlalardan biri, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübâreklerine düşüverdi. Bunun üzerine uyanan İki Cihan Serveri -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Ne var yâ Ebubekir? Ne oldu?” diye sordu.
Ebûbekir -radıyallâhu anh-:
“–Bir şey yok yâ Rasûlâllah!” dediyse de, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ısrârı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı[5] ve:
“–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ayağımı yılan soktu!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekir’in ayağına mübârek tükürüklerinden sürdü. O anda sanki hiçbir şey olmamış gibi Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın elemi dindi, ıztırâbı sona erdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra zehir tekrar tesirini gösterdi ve Hazret-i Ebûbekir’in şehâdetine sebep oldu.[6]
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamânında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebûbekir’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince:
“–Vallâhi, Ebûbekir’in o gecesi, Ömer’in bütün hânedânından daha hayırlıdır! Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebûbekir O’nun yanında idi.” demiştir. (Hâkim, III, 7/4268)
-
Mekke’den Medîne’ye Hicret
Berâ -radıyallâhu anh-, babasının her fırsatta, Allah Rasûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:
Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:
“–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.” dedi. Babam:
“–Hayır! Bana Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatıncaya kadar olmaz.” dedi.
Bunun üzerine Ebûbekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2)
-
Allah Resûlü’ne Olan Muhabbet
İslâm ordusu Bedir’de karargâha yerleştikten sonra Sa’d bin Muâz Hazretleri, Allah Rasûlü’ne olan muhabbetini ve O’nun üzerine titreyişini gösteren şu konuşmayı yaptı:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz Sana bir gölgelik yapalım. Bineklerini de yanında bulunduralım. Sonra biz düşmanla çarpışırız. Eğer Allâh kuvvet verip zafer nasîb ederse ne âlâ! Aksi takdirde Sen atına biner ve geride bıraktığımız kardeşlerimizin yanına varırsın! Ey Allâh’ın Peygamberi! Onlar da Sen’i bizim kadar çok severler. Eğer Sen’in savaşa gireceğini bilselerdi, aslâ geride kalmazlardı. Allâh Sen’i onlarla korur. Onlar Sana candan bağlıdırlar ve Sen’in yanında cihâd ederler.”
Peygamber Efendimiz, Hazret-i Sa’d’ı senâ etti ve ona hayır duâda bulundu. Sa’d -radıyallâhu anh- kılıcını sıyırıp yapılan gölgeliğin kapısında nöbet tuttu. (İbn-i Hişâm, II, 260; Vâkıdî, I, 49)
-
Resûlullâh’a Muhabbet
Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, ashâb-ı kirâmın yediden yetmişe Rasûlullâh muhabbetiyle yoğrulduğunu gösteren şu ibretli hâdiseyi anlatır:
Bedir günü sağıma soluma baktım, Ensâr’dan iki gencin arasında olduğumu gördüm. Bundan pek hoşlanmadım. Oysaki daha kuvvetli kimseler arasında bulunmak isterdim. Onlardan biri, arkadaşına duyurmadan bana:
“–Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Ben de:
“–Evet, tanırım! Ne yapacaksın onu?” dedim. Genç:
“–Duyduğuma göre o Rasûlullâh’a sövermiş! Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, onu bir görürsem, ikimizden biri ölmedikçe ondan ayrılmayacağım!” dedi.
Gencin bu sözüne hayran kaldım. Öbür genç de aynı şeyleri söyledi. Şimdi bu iki gencin arasında olduğum için büyük bir sürur duyuyordum. Az sonra Ebû Cehil’i harp meydanında dönüp dururken gördüm ve:
“–Bakın, işte sorduğunuz kimse!” dedim.
Gençler hemen kılıçlarını sıyırdılar. Ebû Cehil’e doğru koştular ve onu kılıçtan geçirdiler. Bu gençler, Muâz bin Afrâ ile Muâz bin Amr idi.” (Buhârî, Meğâzî, 10; Müslim, Cihâd, 42)
-
Allah Resûlü’nün Yüzünü Yaralayan Kavim
Uhud Gazvesi’nde yaralandığı vakit Varlık Nûru Efendimiz:
“–Allah Teâlâ, Rasûlü’nün yüzünü yaralayan kavme çok gazaplandı!” buyurdu.
Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“–Vallâhi Rasûlullâh’ın bu sözünü duyunca, (O’nu yaralayan) kardeşim Utbe bin Ebî Vakkâs’ı öldürmeye duyduğum hırs kadar, hiç kimseyi öldürmeye hırs duymadım!”
Nitekim gönlü Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle dolu olan Sa’d -radıyallâhu anh- o gün müşrik saflarını yararak pek çok defâ kardeşini öldürme teşebbüsünde bulunmuş, ancak Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna mânî olmuştur. (Vâkıdî, I, 245)
-
Hz. Peygamber’e Saldırılar
Talha bin Ubeydullâh der ki:
“Uhud’da Rasûlullâh’ın ashâbı dağılınca, müşrikler saldırıya geçtiler ve Allah Rasûlü’nü her taraftan kuşattılar. Kendisini, gelen saldırılara karşı, önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı müdâfaa edeceğimi bilemez hâldeydim. Kılıcımı sıyırıp bir kere önünden, bir kere de arkasından gelenleri uzaklaştırdım, nihâyet dağıldılar.” (Vâkıdî, I, 254)
Yine Uhud’da, müşriklerin keskin nişancısı Mâlik bin Züheyr, Rasûlullâh’a bir ok atmıştı. Talha bin Ubeydullâh, okun Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e isâbet edeceğini anlayınca elini oka karşı tuttu. Okun isâbeti sebebiyle de parmağı sakat kaldı. (İbn-i Sa’d, III, 217)
Muhâcir ve Ensâr’dan bazı sahâbîler canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü’nün etrâfını sardılar; O’nun önünde şehîd olmak üzere Allâh’a söz verdiler ve:
“–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücûdum Sen’in vücûduna fedâdır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız yâ Rasûlâllah!” diyerek sonuna kadar savaştılar. (İbn-i Sa’d, II, 46; Vâkıdî, I, 240)
-
Mahir Okçu
Ebû Talha -radıyallâhu anh-, yayını çok sert çeken mâhir bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allah Rasûlü, yanından ok torbası ile geçen herkese:
“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebû Talha:
“–Yâ Rasûlâllah! Anam-babam Sana fedâ olsun! Başınızı kaldırmayınız! Belki müşrik oklarından biri isâbet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak olan, bana dokunsun!” derdi. (Buhârî, Meğâzî, 18)
-
Gözünü Feda Etti
Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh- da Rasûlullâh’ı korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihâyetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Katâde’yi böyle görünce Allah Rasûlü’nün gözleri yaşardı. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Katâde’nin göz bebeğini eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı. (Hâkim, III, 334/5281; Heysemî, VI, 113; İbn-i Sa’d, III, 453)
-
Peygamber Efendimizin Dualarına Mazhar Olan Sahabi
Hanım sahâbîlerden Ümmü Umâre -radıyallâhu anhâ- da Uhud Savaşı’na katılarak oku ve yayı ile Fahr-i Kâinât Efendimizi müdâfaa edenlerden biridir. Savaştan sonra Medîne’ye dönen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Harp esnâsında sağıma soluma döndükçe Ümmü Umâre’nin hep yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum.” demiştir. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 479)
Bu vesîleyle Peygamber Efendimiz’in muhtelif iltifat ve duâlarına mazhar olan Ümmü Umâre Hâtun, Allah Rasûlü’ne:
“–Allâh’a duâ et de Cennet’te Sana komşu olalım.” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Allâh’ım! Bunları bana Cennet’te komşu ve arkadaş eyle!” diyerek duâ etti. Bunun üzerine Ümmü Umâre -radıyallâhu anhâ-:
“–Artık bundan sonra dünyâda ne musîbet gelirse gelsin, aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 273; İbn-i Sa’d, VIII, 415)
-
Sahabeyi Üzen Dedikodu
Enes bin Nadr -radıyallâhu anh- Uhud’da ye’s içinde ne yapacağını bilemeyen birtakım mü’minlerden Âlemlerin Efendisi’nin şehîd olduğu şâyiasını duyduğunda büyük bir gönül yangını içinde:
“–Rasûlullâh şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınız? Haydi siz de O’nun gibi savaşarak şehîd olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücûm etti. Bir müddet sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehâdet şerbetini yudumladı. (Ahmed, III, 253; İbn-i Hişâm, III, 31)
-
Resûlullah’a Duyulan Muhabbet
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud Gazvesi nihâyete erdiğinde, Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh-’ı bulup ne durumda olduğunu öğrenmesi için ashâbından birini gönderdi. Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ı ne kadar aradıysa da bulamadı, ne kadar seslendiyse de cevap alamadı. Nihâyet son bir ümitle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allah Rasûlü, senin diriler arasında mı, yoksa şehîdler arasında mı bulunduğunu kendisine haber vermemi emretti!” diye yaralı ve şehîdlerin bulunduğu tarafa doğru seslendi.
O sırada son anlarını yaşayan ve cevap verecek mecâli kalmamış olan Sa’d -radıyallâhu anh-, kendisini Allah Rasûlü’nün merak ettiğini duyunca bütün gücünü toplayarak ancak cılız bir inilti hâlinde:
“–Ben, artık ölüler arasındayım!” diyebildi. Belli ki artık öteleri seyrediyordu. Sahâbî, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın yanına koştu. Onu, vücûdu kılıç darbeleriyle delik-deşik olmuş bir vaziyette buldu. Ve ondan ancak fısıltı hâlindeki kısık bir sesle, Rasûlullâh’a duyduğu dâsitânî muhabbeti dile getiren şu sözleri işitti:
“–Vallâhi gözleriniz kımıldadığı müddetçe, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı düşmanlardan korumaz da başına bir musîbet gelmesine mahal verirseniz, sizin için Allâh katında ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!” (Muvatta, Cihâd, 41; Hâkim, III, 221/4906; İbn-i Hişâm, III, 47)
-
Geride Ne Haber Var?
Medîne-i Münevvere’deki hanımlar, harp sahasından bir haber alabilme ümîdi ile şehir dışına çıkmışlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da onlar arasında idi. Âişe vâlidemiz, Harre mevkiine gelince, sâliha bir kadın olan Hind bint-i Amr’a rastladı. Hind, kocası Amr bin Cemûh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullâh’ın şehîd bedenlerini bir deveye yüklemiş götürüyordu. Hazret-i Âişe ona:
“–Geride ne haber var?” diye sordu.
Hind bint-i Amr -radıyallâhu anhâ- şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Hayırdır, Rasûlullâh sağdır. O sağ olduktan sonra her musîbet hafif kalır…”[7]
-
Uhud’dan İbretli Bir Manzara
Uhud’dan diğer bir ibretli manzara da şöyledir:
Uhud günü Medîne-i Münevvere bir haberle çalkalandı. “Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryatlar Arş’a dayandı. Herkes yollara düşerek gelenlerden bir haber almaya çalışıyordu. Ensâr’dan Sümeyrâ Hâtun’a iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehîd olduğu haber verildiği hâlde, o mübârek hanım, bunlara hiç aldırmıyor, kendisini asıl kaygılandıran husûsu, yâni Allah Rasûlü’nün hâlini merâk ediyor:
“–O’na bir şey oldu mu?” deyip duruyordu.
Sahâbe-i kirâm cevâben:
“–Allâh’a hamd olsun ki durumu iyidir. O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler.
Sümeyrâ Hâtun:
“–Onu görmeden gönlüm huzur bulmayacak, bana Allâh’ın Rasûlü’nü gösteriniz.” dedi.
Gösterdiklerinde derhâl gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:
“–Anam-babam sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Sen sağ olduktan sonra, gayrı hiçbir şeye aldırmam!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)
İşte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyulan muhabbetin zirvesi ve bu muhabbetle dolup taşan mü’min gönüllerin sergilediği fedâkarlık ve fazîlet numûneleri…
-
Uhud Şehîdlerine
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün Uhud şehîdlerine uğramıştı. Şehîdleri kastederek:
“–Onların (îman ve sadâkatlerine) şehâdet ederim.” buyurdu.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz onların kardeşleri değil miyiz? Onlar nasıl Müslüman oldularsa biz de öyle Müslüman olduk, onların cihâd ettiği gibi biz de cihâd ettik!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi:
“–Evet (söylediğiniz hususlar doğru), ancak benden sonra ne gibi bid’atler çıkaracağınızı bilemiyorum.”
Rasûlullâh Efendimiz’in bir anlık firkatine bile tahammülü olmayan Ebûbekir -radıyallâhu anh- ağladı, ağladı ve:
“–Yâni biz Sen’den sonraya mı kalacağız yâ Rasûlâllah?” (diyerek O’nsuz yaşanacak bir hayattan duyduğu endişe ve kederi izhâr etti). (Muvatta, Cihâd, 32)
-
Kimin Selâmına Karşılık Verdiniz?
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı öğretmek üzere etraftaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Adal ve Kâre Kabîleleri de Allah Rasûlü’nden kendilerine muallim göndermesini istemişlerdi. Bu kabîleler için on kişilik bir heyet yola çıktı. Fakat bu kâfile tuzağa düşürüldü. Muallimlerin sekizi şehîd, ikisi de esir edildi. Esir düşen Zeyd bin Desine ve Hubeyb -radıyallâhu anhümâ- da, teslim edildikleri Mekkeli müşrikler tarafından şehîd edildiler. Şehîd olmadan evvel Hazret-i Hubeyb’e:
“–Hayâtının kurtulmasına mukâbil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye soruldu.
Hubeyb -radıyallâhu anh-, bu suâli soran Ebû Süfyan’a acıyarak baktı ve:
“–Benim, çoluk-çocuğumun arasında olup Peygamber’imin burada olmasını istemek şöyle dursun, (benim ölümden kurtulmama karşılık) O’nun şu an bulunduğu yerde ayağına diken batmasına bile aslâ gönlüm râzı olmaz.” dedi.
Bu eşsiz muhabbet manzarası karşısında hayretten donakalan Ebû Süfyan:
“–Hayret doğrusu! Ben, dünyâda Muhammed’in ashâbının O’nu sevdiği kadar, birbirini seven iki kimse daha görmedim.” dedi. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Hubeyb -radıyallâhu anh-’ın şehîd edilmeden evvel bir tek arzusu vardı:
“Hazret-i Peygamber’e muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek!..”
Lâkin kiminle gönderebilirdi ki! Çâresiz, gözlerini semâya kaldırdı ve:
“–Allâh’ım! Burada selâmımı Rasûlullâh’a ulaştıracak hiç kimse yok. O’na selâmımı Sen ulaştır!” diye ilticâ etti.
O sırada Medîne’de ashâbıyla beraber olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Ve aleyhisselâm!” yâni “Onun üzerine de selâm olsun!” buyurdu. Bunu işiten ashâb hayretle:
“–Yâ Rasûlâllah! Kimin selâmına karşılık verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)
-
İbret Verici Hâdise
Ashâbın, Efendimiz’e muhabbetleri bâzen o kadar coşardı ki, Allâh’ın Rasûlü’nü aralarında paylaşamazlardı. Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh-, şu ibret verici hâdiseyi anlatmaktadır:
“Bir gün Mescid-i Saâdet’te Allah Rasûlü’nün biraz ilerisinde oturuyorduk. Ensâr’dan, Muhâcirler’den ve Haşimoğulları’ndan birer grup vardı. «Rasûl-i Ekrem Efendimiz acabâ içimizden hangi zümreyi daha çok seviyor?» diye iddiâya tutuştuk. Biz Ensâr cemaati:
«–Biz Allah Rasûlü’ne îmân ettik, O’na tâbî olduk, düşmanlarına karşı yanında savaştık. Bunun için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi daha çok sever.» dedik.
Muhâcir kardeşlerimiz de:
«–Bizler Allâh ve Rasûlü uğrunda hicret ettik, bu yolda evlâd ü ıyâlimizi terk ettik, mallarımızdan vazgeçtik, sizin katıldığınız savaşlara bizler de katıldık. Bunun için Allah Rasûlü bizi daha çok sever.» dediler.
Hâşimoğulları’ndan olan kardeşlerimiz ise:
«–Bizler Peygamber Efendimiz’in yakınlarıyız, sizin bulunduğunuz harplerde bizler de bulunduk. Bu sebeple Efendimiz bizi daha çok sever.» dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve:
«–Siz bir şeyler söylüyordunuz, nedir o konuştuklarınız?» buyurdu.
Her birimiz söylediğini tekrar etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her gruba:
«–Doğru söylemişsiniz! Kim bunun aksini iddiâ edebilir?» buyurdu. Daha sonra:
«–Aranızda hüküm vermemi ister misiniz?» diye sordu.
«–Tabi yâ Rasûlâllah! Babalarımız, analarımız Sana fedâ olsun.» dedik. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Sizler ey Ensâr cemaati! Ben sizin kardeşinizim.» buyurdu.
Ensâr sevinçle:
«–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki O’nu biz kazandık.» dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ey Muhâcir cemaati! Ben sizlerdenim.» buyurdu.
Muhâcirler de sevinerek:
«–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki O’nu biz kazandık.» dediler.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ey Hâşimoğulları! Sizlere gelince, sizler bendensiniz ve bana geldiniz.» buyurdu.
Hâşimoğulları da sevinç içinde:
«–Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine andolsun ki O’nu biz kazandık.» dediler. Hepimiz hoşnud olarak kalktık. Her bir grup Allah Rasûlü’nün iltifâtıyla memnun ve mesrûr olmuştu.” (Heysemî, X, 14)
-
Peygamber Efendimiz’in Sevdiğini Sevmek
Peygamber Efendimiz’in sevdiğini sevmek, ashâb için büyük bir zevk idi. Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Bir terzi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hazırladığı bir yemeğe davet etti. Beraberinde ben de gittim. (Ev sâhibi sofraya) arpa ekmeği, içerisinde kabak bulunan bir çorba ve kadid (kurutulmuş et) getirdi. Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tabaktaki kabakları özellikle seçip yediğini gördüm. O günden beri kabağı sevmeye devâm ediyorum.” (Buhârî, Et’ime 33, Büyû’ 30; Müslim, Eşribe 144; Muvatta, Nikâh 51)
Sevdiğinin sevdiğini sevmek, sevginin en âşikâr alâmetidir.
-
Muhabbet ve İncelik Eseri
Ebûbekir -radıyallâhu anh-’ın şu hâli, benzeri bulunmayan bir muhabbet ve incelik eseridir: O, Mekke Fethi’nde, gözleri görmeyen ihtiyar babasını müslüman olmak üzere Allah Rasûlü’nün huzûruna getirmişti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onları görünce:
“–Yâ Ebubekir! İhtiyar babanı niye buraya kadar getirip ona zahmet verdin? Biz onun yanına gidebilirdik.” dedi.
Ebûbekir -radıyallâhu anh- ise:
“–Allâh’ın ona sevap vermesini istediğim için onu huzûrunuza getirdim.” dedi.
Hazret-i Ebûbekir’in babası Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât Efendimiz’in mübârek eline uzatınca, Peygamber âşığı Ebûbekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebûbekir’e hayretle niçin ağladığını sorunca, Ebûbekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlâllah! Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de, Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da, bu vesîleyle Allah Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyor ve îmân etmesini çok istiyordun…” (Heysemî, VI, 174; İbn-i Sa’d, V, 451)
-
Vefâ ve Muhabbet Tezâhürü
Allah Rasûlü, hacca giderken uğradığı yerlerde Müslümanlara imam olup namaz kıldırmıştı. Daha sonra bir vefâ ve muhabbet tezâhürü olarak Müslümanlar, buralara mescidler yaparak O’nun hatırasını ebedîleştirmek istemişlerdir. (İbn-i Sa’d, II, 173)
-
Anam, Babam Sana Fedâ Olsun
Ashâb-ı kirâm, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e âit herhangi bir şeyle teberrük husûsunda da pek çok fazîlet numûneleri sergilemişlerdir. Vedâ Haccı’nda Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.[8] Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu mübârek saçların da bereketiyle onun savaşta karşılaşıp mağlup etmediği hiçbir topluluk olmadı. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:
“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)
-
Hz. Peygamber’e Hediye
Yine ashâb-ı kirâmdan bir hanım, dokuduğu bürdeyi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirip hediye etmiş ve:
“–Bunu giymeniz için kendi ellerimle dokudum.” demişti.
Tam da böyle bir kumaşa ihtiyâcı olan Peygamber Efendimiz onu aldı, giyinip ashâbının yanına geldi. Bunu gören bir zât, Hazret-i Peygamber’e:
“–Ne kadar da güzelmiş! Bunu verseniz de ben giysem yâ Rasûlâllah!” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Peki!” buyurdu. Orada biraz oturduktan sonra evine döndü. Elbiseyi katlayıp o adama gönderdi. Ashâb-ı kirâm o sahâbîye:
“–Hiç de iyi yapmadın. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir elbiseye ihtiyâcı olduğu için onu giymişti. Üstelik sen, Hazret-i Peygamber’in, kendisinden bir şey isteyeni geri çevirmediğini bile bile onu istedin!” dediler.
Bunun üzerine sahâbî şu açıklamayı yaptı:
“–Vallâhi ben onu giymek için değil, kendime kefen yapmak için istedim.”
Hakîkaten de bu elbise, o zâtın kefeni oldu. (Buhârî, Cenâiz 28, Büyû’ 31, Libâs 18)
-
Allah Resûlü’ne Muhabbet Şuuru
Sehl bin Sa’d -radıyallâhu anh-, küçük çocukların dahî Allah Rasûlü’ne karşı muhabbette aynı şuurda olduğunu gösteren şu hâdiseyi nakleder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir içecek getirilmişti. Ondan bir miktar içtiler. Bu esnâda sağ tarafında bir çocuk, sol tarafında ise ashâbın büyüklerinden yaşlı kimseler oturuyordu. İkram husûsunda da âdetleri îcâbı dâimâ sağ tarafından başlayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, sağındaki çocuğa, kâbına varılmaz bir incelik ve nezâketle:
“–Müsâade eder misin, bu içeceği evvelâ şu büyüklerine vereyim?” diye sordular.
O akıllı çocuk ise, herkesi şaşkınlığa sevk eden, fakat bir o kadar da ibret dolu olan şu hârikulâde cevâbı verdi:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen’den bana ikrâm olunan bir nasîbi hiç kimseye vermem!”
Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek ellerindeki içeceği önce o çocuğa ikrâm ettiler. (Buhârî, Eşribe, 19)
-
Peygamber Efendimizin Hastalığı
Canlarından çok sevdikleri Allah Rasûlü’nün aralarından ayrılması, ashâb-ı kirâma çok acı ve ağır gelmişti. Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle der:
Peygamber Efendimiz’in hastalığı ağırlaşınca sıkıntıları çoğaldı. Durumu gören Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-:
“–Vâh babacığım, ne büyük sıkıntın var!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–(Kızım), bugünden sonra babanın sıkıntısı olmayacak.” buyurdu.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz vefât edince, bu defa Hazret-i Fâtıma:
“Ey babacığım! Rabbine ne kadar da yakınsın! Ey Rabbimiz’in dâvetine icâbet eden babacığım! Ey makâmı Firdevs Cenneti olan babacığım! Ey vefâtını Cibrîl’e haber verdiğimiz babacığım!” diyerek ağladı.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in defninden sonra da Hazret-i Fâtıma tahassür ve elemini şöyle dile getirdi:
“–Rasûlullâh’ın üzerine (çarçabuk) toprak atmaya eliniz nasıl vardı, gönlünüz nasıl râzı oldu!?” (Buhârî, Meğâzî, 83; Dârimî, Mukaddime, 14. Bkz. İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)
-
Abdullâh bin Zeyd’in (ra.) Duâsı
Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh-, bir gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen bana nefsimden, malımdan, evlâdımdan ve âile efrâdımdan daha sevgilisin. Eğer, gelip de Sen’i görme gibi bir nîmet olmasaydı ölmeyi arzu ederdim.” diyerek ağlamıştı.
Bunun üzerine Rasûlullâh Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Niçin ağlıyorsun.” diye sorduklarında Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Bir gün Siz’in de bizim de öleceğimizi, Siz’in peygamberlerle beraber yüksek makamlarda olacağınızı, bizim ise cennete girsek bile aşağı makamlarda olacağımızı düşünerek (Sen’i göremeyeceğim endişesiyle) ağladım.” cevâbını vermişti.
Merhamet ummânı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevap vermeyip sükût buyurmuşlar ve bu sırada şu âyet-i kerîme nâzil olmuştu:
“Kim Allâh’a ve Peygamber’ine itaat ederse işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraber olacaklardır. Onlar ne güzel dostlardır!” (en-Nisâ, 69)
Abdullâh bin Zeyd -radıyallâhu anh- bir gün bahçesinde çalışırken oğlu nefes nefese gelip büyük bir üzüntü ile Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât haberini verdi. Bu acı haberle dünyâsı başına yıkılan Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle duâ etti:
“–Allâh’ım! Gözlerimi al ki artık bundan sonra tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den başka kimseyi görmeyeyim.”
Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın duâsı kabûl oldu ve oracıkta gözleri görmez oluverdi.[9]
-
Yanıp Eriyen Mumlar Gibi
Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra gözlerini kaybeden bir başka sahâbînin hissiyâtı da Abdullâh bin Zeyd’inkinden farklı değildi. Sevgililer Sevgilisi’nin ardından gözlerini kaybettiğinde dostları onu tesellîye gelmişlerdi. Hâlbuki onun gözlerini yitirmekten dolayı bir derdi, tasası yoktu. Kendisini tesellîye gelenlere şöyle mukâbele etti:
“Ben o gözleri Rasûlullâh’a bakmak için istiyordum. O’nun vefâtından sonra dünyânın en güzel ceylanlarının gözüne sâhip olsam ne çıkar!” (İbn-i Sa’d, II, 313; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 533)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ettiğinde ashâbın hâli, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allah Rasûlü’nün firâkı ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashâb-ı kirâm, hâlden hâle girmişti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî bir an kendinden geçmiş, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, insanları teskîn edinceye kadar bin bir güçlük yaşamıştı. Zîrâ O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan âşık gönüller, artık bu fânî dünyâda O’nu hiç göremeyeceklerdi.
-
Bilâl-i Habeşî’nin (ra.) Üzüntüsü
Efendimiz’in vefâtından sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- da üzüntüsünden, o semâları titreten güzel sesiyle bir daha ezân okuyamaz olmuştu. Hazret-i Bilâl, ashâbın ısrarlarına dayanamayıp ne zaman ezân okumaya niyet ettiyse, mihrapta Allah Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, ezân okumaya muvaffak olamadı. İçini kavuran aşk ateşini teskîn edebilmek için Medîne’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Bir gün rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz:
“–Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- mahzun bir şekilde uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemlerin Efendisi’nin kabr-i şerîfini ziyâret için Medîne’ye geldi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda, Peygamber Efendimiz’in torunları Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anh- onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:
“–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. Daha o anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allah Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358)
Bu Rasûlullâh âşığı mübârek sahâbî, altmış küsur yaşında Dımaşk’ta vefât etti. Vefâtı esnâsında:
“–Yarın inşâallâh sevgili dostlarıma; Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a ve arkadaşlarına kavuşacağım.” dedi. Bunun üzerine hanımı:
“–Vâh başıma gelenlere!” diye ağlamaya başladı. Gönlü hasretle dolu Peygamber âşığı Bilâl -radıyallâhu anh- ise:
“–Âh ne güzel, ne hoş!” diyordu. (Zehebî, Siyer, I, 359)
Onlar artık Fahr-i Kâinât Efendimiz’in, “Öyleyse sen sevdiğinle beraber olacaksın.” beyânına sarılıyor, ellerindeki en büyük sermâye ve yegâne tesellî kaynağı olarak Allah Rasûlü’nün muhabbetini ziyâdeleştirmeye, katmerlendirmeye çalışıyorlardı. Nitekim Enes -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“İslâm’a girme nîmetinden sonra hiçbir şey bizi Allah Rasûlü’nün; «Muhakkak sen sevdiğinle berabersin.» müjdesi kadar sevindirmemiştir. İşte ben de Allâh’ı, O’nun Rasûlü’nü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum, -her ne kadar onların yaptıkları amelleri yapamadıysam da- onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163)
-
Hz. Ömer’e (ra.) Dua
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gece kontrol maksadıyla şehrin sokaklarında dolaşırken bir evde kandil yanmakta olduğunu gördü. Eve yaklaştığında ihtiyar bir kadının hem yün eğirdiğini hem de şu meâlde bir şiir okuduğunu duydu:
“Sâlihlerin salât ü selâmı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine olsun. Yâ Rasûlâllah! Bütün mümtaz şahsiyetler Sana rahmet okusun. Sen geceleri ibâdet eder, seher vakitleri çokça ağlardın. Ama ölüm merhale merhale herkese erişiyor. Âh! Bir bilebilseydim, âhiret yurdu beni sevgili (Peygamberi)mle bir araya getirecek mi?”
Ömer -radıyallâhu anh- bu hissiyat yüklü şiir karşısında oturup bir müddet ağladı. Sonra kapıyı çaldı. İhtiyar kadın ona kim olduğunu sordu:
“–Ömer bin Hattâb.” cevâbını verdi. Kadın:
“–Ömer’in benimle ne işi var, bu saatte burada ne arıyor?” diye endişelenince:
“–Allâh’ını seversen kapıyı aç, korkma!” dedi. Kadın kapıyı açınca, Hazret-i Ömer ona:
“–Biraz önce söylediğin şiiri bir daha okur musun?!” dedi. Kadın da okudu. Son mısrâya gelince Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Beni de aranıza katmanı ricâ ediyorum!” dedi. Bunun üzerine kadın, şiirin son mısrâını:
“Âh! Bir bilebilseydim, âhiret yurdu sevgili (Peygamberi)mle beni ve Ömer’i bir araya getirecek mi? Ey Gaffâr olan Allâh’ım! Ömer’e mağfiret eyle!” diye bağladı. Ömer -radıyallâhu anh- da memnûn olarak geri döndü. (Ali el-Müttakî, XII, 562/35762)
-
Allah Resûlü Gibi Yaşamak
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Hazret-i Fâtıma’nın yüzünün güldüğü hiç görülmemişti. (İbn-i Sa’d, II, 312)
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-’ın da, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yâd edip ağlamadığı hiçbir zaman yoktu. (İbn-i Sa’d, II, 312)
Enes -radıyallâhu anh-:
“Rüyâmda Sevgili (Peygamberim)’i görmediğim hiçbir gece yoktur.” deyip ağlıyordu. (İbn-i Sa’d, VII, 20)
Enes -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’i en iyi tanıyanlardan biri olduğu için, tıpkı Allah Rasûlü gibi yaşar, onun gibi namaz kılardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit bir çubuğu ve onun bir saç telini hep yanında taşırdı. Öldüğü zaman bu çubuk, vasiyeti üzerine, kabirde yanına; Efendimiz’in saç teli de dilinin altına kondu.
-
Hz. Hasan’ın (ra.) Peygamberimize Benzerliği
Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
Bir gün Ebûbekir -radıyallâhu anh- ikindi namazını kılmış ve (Hazret-i Ali ile birlikte) mescidden çıkmış yürüyorlardı. Derken Efendimiz’in torunu Hasan’ı çocuklarla oynarken gördüler. Hazret-i Ebûbekir, hemen onu yakalayarak boynuna bindirdi ve:
“–Babam sana fedâ olsun! Vallâhi Rasûlullâh’a benziyor, Ali’ye değil!” demeye başladı. Hazret-i Ali de yanlarında tebessümle onları seyrediyordu. (Buhârî, Menâkıb, 23)
Ashâb-ı kirâm, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerini naklederken de, Efendimiz’in sözü hâricinde bir şey söyleme endişesiyle çok büyük bir titizlik gösterirlerdi. Amr bin Meymûn şöyle anlatıyor:
“Ben, İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’ın perşembe akşamları olan sohbetlerini hiç aksatmazdım. Bu sohbetlerde, onun herhangi bir şey husûsunda (hassâsiyetinden dolayı): “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki…” dediğini hiç duymadım. Lâkin bu akşamların birinde, “Rasûlullâh Efendimiz buyurdular ki…” diyerek (söze başladı, fakat arkasını getiremeyip) başını öne eğdi. (Biraz bekledikten sonra) kendisine baktım. Gömleğinin ilikleri çözülmüş, gözlerinden yaşlar boşanmış, avurtları şişmiş vaziyette ayakta duruyordu. (Bir müddet bu vaziyette kaldıktan sonra) sözünü şöyle tamamladı:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle veya ona yakın ya da ona benzer bir şey söylemişti.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 3)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in vefâtından sonra bir hadis nakledeceği zaman Allah Rasûlü’nü hatırladıkça ağlar, konuşmakta güçlük çekerdi. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- onun bu hâlini şöyle anlatır:
“Ebû Bekir -radıyallâhu anh- minbere çıktı ve:
«–Biliyorsunuz ki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geçen sene aranızda şu benim durduğum gibi durmuştu...» dedi. Sonra ağladı. Sonra bu sözünü tekrar etti ve yine ağladı. Üçüncü kez yine tekrarladı ve kendini tutamayarak bir daha ağladı...” (Bkz. Tirmizî, Deavât, 105)
-
Bugün Hangi Gündür?
Âişe -radıyallâhu anhâ-, babası Hazret-i Ebû Bekir’in vefât ânında, biricik dostu Hazret-i Peygamber’e duyduğu vuslat heyecânını şöyle ifâde eder:
Babam Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ölüm hastalığında:
“–Bugün hangi gündür?” diye sordu.
“–Pazartesi.” dedik.
“–Eğer bu gece ölürsem beni yarına bekletmeyiniz! Zîrâ benim için gün ve gecelerin en sevimlisi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e en yakın olanıdır. (Yâni O’na bir an evvel kavuşacağım andır.) dedi.” (Ahmed, I, 8)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra kendisini hep gurbette hissediyordu. Vefât edeceği zaman ise Allâh ve Rasûlü’ne yapacağı yeni bir hicretin heyecânı içindeydi.
-
Allah Resûlü’ne Aşık
Ashâb-ı kiramdan bâzıları da, Allah Rasûlü’ne âşık olup bir an evvel vuslatı arzulayan hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e muhabbet dolu selâmlarını göndermişlerdir. Meselâ Muhammed bin Münkedir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh âşığı Hazret-i Câbir’i, son hastalığında ziyâret etmişti. Onun, ölüme iyice yaklaştığını anlayınca da, gönlü Rasûlullâh hasretiyle muzdarip olan Câbir -radıyallâhu anh-’a:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bizden selâm götür!” dedi. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 4)
Allah Rasûlü’nün yakınlarını ve sevdiklerini sevmek de ashâbın şiârıydı. Meselâ Hazret-i Ömer’in yanında dokuz adet tabak vardı. Meyve, çerez, her ne varsa bu tabaklara koyup Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcelerine gönderirdi. Kızı Hafsa’ya ise en son gönderirdi. Eğer bunda bir eksiklik olursa, kendi hissesinden tamamlardı. (Muvatta, Zekât, 44)
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in âzatlısı Zeyd bin Hârise’nin oğlu Üsâme’ye üç bin beş yüz dirhem tahsis etmiş, kendi oğlu Abdullâh’a da üç bin dirhem vermişti.
Abdullâh, babası Hazret-i Ömer’in bu taksîmine îtirâz ederek:
“–Üsâme’yi niçin benden üstün tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” demişti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o eşsiz adâletine ilâveten, ne kadar engin bir gönül âlemine sâhip olduğunu gösteren şu cevâbı verdi:
“–Oğlum! Rasûlullâh Efendimiz, Üsâme’nin babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39/3813)
Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu duygu yüklü hâdise de bu kabîldendir:
“Cerîr bin Abdullâh[10] ile bir yolculuğa çıkmıştım. (Benden yaşlı olduğu hâlde) Cerîr bana hizmet ediyordu. Ona:
«–Lütfen böyle yapmayınız!» deyince bana:
«–Ben Ensâr’ın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek çok hizmet ettiğini görmüş ve kendi kendime; “Şâyet Ensâr’dan biriyle arkadaşlık yaparsam ben de ona hizmet edeceğim.” diye yemin etmiştim.» dedi.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 181)
Aman yâ Rabbi, bu ne ulvî bir muhabbet!..
-
Resûlullâh’ın Hatıraları
Ashâb-ı kirâmın pek çoğu, Rasûlullâh’ın hâtırâlarıyla yaşıyordu. Meselâ Ebû Mahzûra -radıyallâhu anh-, alnındaki saçları ne kestirir ne de ayırırdı. Çünkü onlara Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elleri dokunmuştu. (Ebû Dâvûd, Salât, 28/501)
-
Ne Müthiş Bir Muhabbet
Yine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Gıfarlı bir hanıma:
“–Bir su kabı al, içerisine tuz at. Sonra örtüye değen kanı onunla yıka!” tavsiyesinde bulunmuştu.
O sahâbî hanım ömrü boyunca büyük bir muhabbet içerisinde bu tavsiyeyi tatbik etti, suyuna tuz katmadan elbiselerini hiç yıkamadı. Hattâ öldüğü zaman cenâzesinin yıkanacağı suya da tuz atılmasını vasiyet etti.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 122/313)
Bir ömür kuvvetinden hiçbir şey kaybetmeyen, bilâkis artarak devâm eden, ne müthiş bir muhabbet!
-
En Çok Sevdiğin Kimse
Bir gün İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın ayak sinirleri toplanmış ve ayağı kasılmıştı. Yanında bulunan Abdurrahmân bin Sa’d -radıyallâhu anh-:
“–En çok sevdiğin kimsenin ismini an!” dedi. O da:
“–Yâ Muhammed!” dedi ve o anda ayağı iyileşiverdi. (İbn-i Sa’d, IV, 154)
-
Hz. Peygamber’i Sevenler
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetinin kendisine duyduğu derin aşkına işâretle:
“Ümmetim içinde beni en çok sevenlerin bir kısmı benden sonra gelenler arasından çıkacaktır. Onlar beni görebilmek için mallarını ve âilelerini fedâ etmeye can atarlar.” buyurmuştur. (Müslim, Cennet, 12; Hâkim, IV, 95)
İşte bu yüzden asr-ı saâdetten günümüze kadar Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetiyle kavrulan nice Hak dostları gelmiştir. Bunlardan birkaç misal şöyledir:
Abdullâh bin Mübârek anlatıyor:
İmâm Mâlik’in yanındaydım. Bize Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîflerinden naklediyordu. Bu esnâda bir akrep gelip onu defalarca soktu. Rengi değişiyor, sararıyor, ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hadîsini kesmiyordu. Ders bitip de insanlar dağıldıktan sonra ona dedim ki:
“–Ey Ebû Abdullâh! Bugün sende bir gariplik gördüm?”
“–Evet.” dedi. “Bir akrep beni defâlarca ısırdı, hepsine de sabrettim. Buna ancak Rasûlullâh’a olan muhabbet ve tâzîmim sebebiyle dayandım.” (Münâvî, III, 333; Süyûtî, Miftâhu’l-Cennet, s. 52)
İmâm Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşardı. Efendimiz’in rûhâniyetine hürmeten, Medîne-i Münevvere’de hayvan üzerine binmezdi, def-i hâcete çıkmazdı. Ravza’da imam iken hep kısık sesle konuşurdu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansur yüksek sesle konuşunca:
“–Yâ Halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allâh’ın ihtârı senden çok daha fazîletli insanlar üzerine indi.” buyurmuş ve şu âyet-i kerîmeyi okumuştu:
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
-
Hadislerde Gösterilen Titizlik
İmâm Mâlik, gençliğinden itibâren Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerine hürmette son derece titiz davranırdı. Onları doğru bellemek için tâzîm içinde olmakla birlikte huzur ve sükûnetle dinlemeye de çok ehemmiyet verirdi. Bu sebeple hadîs-i şerîfleri ayakta iken dinlemez, sıkıntılı, üzüntülü, kararsız bir hâlde iken hadis dersi almazdı. Hadîs-i şerîfler husûsunda bir hatâya düşmekten korkardı. Bir gün ona:
“–Amr bin Dinar’dan hadîs dinledin mi?” diye sorulunca şöyle cevap vermişti:
“–Onu hadîs rivâyet ederken gördüm, insanlar ayakta durmuşlar, yazıyorlardı. Ben ise Rasûl-i Ekrem’in hadîs-i şerîflerini ayakta yazmayı hoş görmedim.”
İmâm Mâlik, heybetli olduğu kadar bütün ahvâlinde ve dersinde son derece güzel bir ahlâk üzereydi. Gerek meseleler hakkında fetvâ verirken, gerekse de Hazret-i Peygamber’den hadîs-i şerîf naklederken yüzü parlak bir hâl alırdı. Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini rivâyet edeceği zaman abdest alır, hazırlanır, en güzel elbiselerini giyerdi. Kürsüsüne ancak hadîs-i şerîf okutacağı zaman otururdu.
İnsanlar evine geldiğinde hizmetçisi çıkar, onlara şöyle derdi:
“–İmâm; «Hadîs mi dinlemek istiyorsunuz, yoksa fıkhî bir mesele mi soracaksınız?» diye soruyor.” derdi. Eğer fıkhî mesele soracaklarsa, İmâm dışarı çıkar, sorularına cevap verirdi. Şayet hadîs-i şerîf dinlemek istiyorlarsa, o zaman onlara, «Oturun!» derdi. Hemen gider, gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseler giyer, sarığını sarar, kürsüye çıkar ve huşû içinde hadîs dersi verirdi. İçeride öd ağacı yakılır, hadîs-i şerîf dersi bitinceye kadar buhurdanlık etrâfa güzel râyihalar saçardı.
-
İlk Müslümanların Peygamber Sevgisi
Abîde es-Selmânî, Tabiîn neslinin önde gelen fakih ve muhaddislerinden biriydi. Peygamber Efendimiz’in vefâtından iki yıl önce müslüman oldu, fakat O’nu görme bahtiyarlığına eremedi. Abîde’nin şu sözü, ilk Müslümanların Efendimiz’e duyduğu sevgiyi pek güzel anlatır:
“Yanımda Rasûlullâh’ın bir tel saçının bulunması, benim için dünyânın bütün servetinden daha değerlidir.” (Ahmed, III, 256)
Meşhur İslâm âlimi Zehebî de, Abîde es-Selmânî’nin Peygamber sevgisini dile getiren yukarıdaki sözlerini okuyunca, duygularını şöyle dile getirmiştir:
“Rasûlullâh’ın bir tel saçını, insanların sâhip olduğu bütün altın ve gümüşlere tercih eden Abîde’nin bu sözleri, doruk noktasındaki bir muhabbetin göstergesidir. O büyük âlim, Hazret-i Peygamber’in vefâtının üzerinden yalnızca elli sene geçmişken böyle söylerse, O’nun ufûlünden yedi yüz sene sonra biz, O’nun bir tel saçını veya pabucunun kayışını yâhut da su içtiği toprak kabın bir parçasını elde edecek olsak, acabâ ne söylememiz gerekir?
Şâyet zengin bir adam, servetinin büyük bir kısmını böyle bir şeyi elde etmek için sarf etse, sen ona servetini saçıp savuran veya akılsızca para harcayan biri gözüyle mi bakarsın? Hayır, hayır! Rasûlullâh’ın mübârek elleriyle yaptığı Mescid-i Nebevî’sini ziyâret edebilmek, onun azîz şehrinde Hücre-i Saâdet’inin yanıbaşında kendisine selâm verebilmek için varını yoğunu harcamaktan çekinme!
Medîne’ye vardığında O’nun sevgili Uhud’una doya doya bak ve onu sen de sev! Çünkü Uhud Dağı’nı Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- çok severdi. O’nun Ravza’sına ve oturup kalktığı yerlere defâlarca giderek rûhunu kana kana doyurmaya gayret et! Zîrâ Kâinâtın Efendisi olan O Zât’ı canından, yavrundan, sâhip olduğun her şeyden, kısacası bütün insanlardan daha çok sevmedikçe mü’min olamazsın…” (Zehebî, Siyer, IV, 42-43)
-
Mektupta Ne Yazıyor?
İmâm Şâfi’nin talebelerinden olan Rabî bin Süleyman anlatır:
Bir gün İmâm Şâfiî bana:
“–Rabî, bu mektubu al, Ahmed bin Hanbel’e götür ve sonra da cevabını getir.” dedi.
Ben de mektubu aldım ve Bağdad’a gittim. Sabah namazında Ahmed bin Hanbel ile buluştum. Onunla birlikte sabah namazını edâ ettim. İmâm Ahmed mihraptan ayrılınca mektubu kendisine takdîm ederek:
“–Bu, Mısır’dan kardeşin İmâm Şâfi’nin sana göndermiş olduğu mektuptur.” dedim. Bana:
“–Mektup neden bahsediyor, biliyor musun?” diye sordu. Ben de:
“–Hayır.” diye karşılık verdim. Bunun üzerine Ahmed bin Hanbel mektubun üzerindeki mührü çözdü ve okumaya başladı. Birden gözleri yaşlarla doldu. Ben kendisine:
“–Ey İmâm! Hayrola! Mektupta ne yazıyor?” dedim. O da bana:
“–İmâm Şâfiî rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görmüş. Allah Rasûlü ona:
«–Ahmed bin Hanbel’e bir mektup yaz ve benden de selâm söyle. Elbette o büyük bir fitneye mâruz kalacak ve ondan; “Kur’ân mahluktur(!)” demesi istenecek. Sakın bu isteğe boyun eğmesin! Allâh, onun adını kıyâmete kadar yaşatıp yükseltecektir.» buyurmuş.”
Ben:
“–Yâ İmâm! Bu, senin hakkında ne büyük bir müjdedir.” dedim.
Bunun üzerine İmâm Ahmed, sevincinden üzerindeki gömleğini çıkarıp bana verdi. Ben de mektubun cevâbını aldıktan sonra Mısır’a döndüm. Mektubu İmâm Şâfi’ye takdîm ettim. Bunun üzerine İmâm Şâfiî bana:
“–Onun hediye etmiş olduğu bu gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak, hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize ver ki, biz de o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.” dedi.[11]
Hadîs âlimi ve müctehid İmâm Nevevî Hazretleri, her hâl ve hareketinde Allah Rasûlü’ne tâbî olmayı hayâtına öylesine nakşetmiş, Efendimiz’le o kadar aynîleşmişti ki; Rasûlullâh’ın, karpuzu kırarak mı, keserek mi yediğini bilemediği için hayâtı boyunca karpuz yememişti.
-
Resûlullâh Muhabbeti
İmâm Bûsîrî’nin Rasûlullâh muhabbeti de zikre değerdir:
Meşhur Kasîde-i Bür’e şâiri İmâm Bûsîrî bir gün evine giderken yolda nûr yüzlü bir pîr-i fânîye rastlar. Yaşlı zât ona:
“–Yâ Bûsîrî! Bu gece rüyânda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördün mü?” diye sorar. İmâm Bûsîrî:
“–Hayır, görmedim.” diye cevap verir.
Pîr-i fânî, bu kısa konuşmanın ardından başka bir şey söylemeden ayrılır. Fakat onun bu sözleri İmâm’ın gönlündeki Hazret-i Peygamber’e olan aşk ve muhabbeti coşturur. O gece İmâm, rüyâsında Hazret-i Peygamber’i görür ve uyanınca gönlünün neş’e ve huzurla dolduğunu fark eder. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i medheden ve nice Peygamber âşıklarını muhabbet deryâsına gark eden birçok medhiyeler yazar.
Bir müddet sonra vücûdunun yarısı felç olur. Yürüyemez ve hareket edemez hâle gelir. O zaman meşhur Kasîde-i Bür’e’yi yazıp bununla Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler. Kasîdeyi bitirdiği gece rüyâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve kasîdeyi O’na okur. Kasîdenin tamamen okunmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mübârek elleriyle İmâm Bûsîrî’nin felçli uzuvlarını mesheder. Ne derin bir muhabbetin eseridir ki, İmâm Bûsîrî, uyandığı zaman hastalığının zâil olduğunu görür ve Allâh’a şükreder.
O gecenin sabahında sıhhatine kavuşmuş olarak sürûr içinde câmiye giderken, yolda Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Hazret ona:
“–Yâ Bûsîrî! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.
İmâm Bûsîrî:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i medheden kasîdelerim pek çok. Hangisini istiyorsunuz?” diye sorar.
Şeyh Ebu’r-Recâ:
“–Hazret-i Peygamber’in huzûrunda okuduğunu istiyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kasîdeden çok memnûn olduğunu gördüm.” der.
Bu kasîdeyi henüz hiç kimsenin duymadığını bilen İmâm Bûsîrî hayretler içinde kalır.[12]
-
“...Toprak Üstünde Yaşamak Gerekmez”
Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar İslâm’ın nûrunu ve feyzini gönüllerde yeşerten büyük velî Seyyid Ahmed Yesevî, 63 yaşına girdiği zaman, yerin altına temsîlî bir mezar kazdırıp:
“Bana bu yaştan sonra toprak üstünde yaşamak gerekmez!” diyerek, bir rivâyete göre geri kalan on yıllık ibâdet ve irşad hayâtını, Rasûlullâh’la aynîleşme arzusuyla bir mezarın içinde devâm ettirmiştir.
-
Peygamber Aşığı Sultan
Hindistan fâtihi Gazneli Mahmûd’un “Muhammed” isminde çok sevdiği bir hizmetçisi vardı. Ona dâimâ ismiyle hitâb ederdi. Günün birinde bu hizmetçisini kendi ismiyle değil de babasının ismiyle çağırdı. Sultan Mahmûd’un bu tavrı karşısında hizmetçi çok üzüldü ve kalbi kırıldı. Niçin böyle hitâb ettiğini sorduğunda ise Peygamber âşığı Gazneli Mahmûd şöyle cevap verdi:
“–Evlâdım! Her gün sana isminle hitâb ediyordum. Zîrâ abdestli bulunuyordum. Şu anda ise abdestim yok. Bu sebeple ismini abdestsiz söylemekten hayâ ediyorum. Onun için seni babanın ismiyle çağırdım.”
-
Osmanlı’nın Peygamber Muhabbeti
Osmanlı Devleti, pâdişâhından çobanına kadar bütün halkının Peygamber muhabbetiyle temâyüz ettiği bir devletti. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, her adı anıldığında salât ü selâm getirmenin yanında, ihtirâm ile elini kalbine koymak, O’nun Mevlid-i Şerîf’i okunurken velâdet ânını ifâde eden mısrâları topyekûn ayakta dinlemek gibi sayısız hürmet tezâhürlerini, bir örf hâline getirmişlerdir. Medîne-i Münevvere postası geldiği zaman abdestini tazelemeden, oradan gelen kâğıtları öpüp gözüne sürmeden ve ayağa kalkmadan okutturan bir tek Osmanlı pâdişâhı yoktur.
Ayrıca Mescid-i Nebevî’nin tâmirinde her taşı abdestli olarak ve besmele ile yerine koyan Osmanlılar’ın bu esnâda çekiçlerine keçe bağlayarak rûhâniyet-i Rasûlullâh’ı rahatsız etmekten teeddüb etmeleri, misli görülmemiş bir edep ve hürmet numûnesidir.
Yine Osmanlılar devrinde Medîne-i Münevvere’ye gönderilen Surre Alayı,[13] şehre girmeden, yakın bir yerde konaklar, kendilerini Medîne-i Münevvere’nin mânevî havasına hazırlayıp istihâreden sonra mânevî işâretle huzûr-i Rasûlullâh’a varırlar, ziyâretlerini îfâ ederlerdi. Dönüşlerinde de memleketlerine şifâ ve teberrük olarak Medîne-i Münevvere’nin mübârek toprağını götürürlerdi.
Osmanlı pâdişahlarının, zamanın portreleri demek olan minyatürlerinde görünen sarıklarının ucundaki sorguçlar bir süpürge maskotudur. Bununla kendilerinin Harameyni’ş-Şerîfeyn’in süpürgecisi olduklarını îmâ ve telâkkî ederler ve Harameyn’in temizlik hizmetlerini deruhte eden zevâtın maaşlarını, kendi keselerinden verirlerdi.
-
Ne Büyük Muhabbet
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den muazzez bir hâtıra olarak saç ve sakallarının mübârek tellerinin, câmî minberlerinde kırk bohça içinde saklanıp “Sakal-ı Şerîf” nâmıyla asırlardan beri ümmete bir bereket ve rahmet olması, ne büyük bir muhabbet ve hürmet nişânesidir.
-
Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn
Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’ı fethetmiş, Hicaz bölgesinin idâresi de kendisine teslîm edilmişti. 20 Şubat Cuma günü, Melik Müeyyed Câmii’nde hatîbin kendisinden:
“Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)” diye bahsetmesi üzerine Yavuz derhâl hatîbe müdâhale ederek:
“–Hayır, hayır! Bilâkis; Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!) deyiniz.” diye nemli gözlerle cevap verdi. Ardından halıyı kaldırıp toprak üzerine secde ederek Rabbine şükretti. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifâde etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.
Daha sonra bu mübârek beldelerin kazaskerliğini verdiği Pîrî Paşa’ya söylediği şu sözler de, onun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetinin samîmî ve dervişâne bir tezâhürüdür:
“–Paşa! Mekke ve Medîne pâdişahlığı Server-i Kâinât’ın evlâd-ı kirâmı elindedir. Ben o memleketi asker ile varıp almadım. Onlar, kendi kemâlât, hüsn-i edep ve ihsanlarından dolayı İslâm birliği yolunda bana itaat eylediler. Bu izzetin mükâfâtı üzerime vâcibdir. Hak Teâlâ’ya gece gündüz şükrederim ki, o mübârek beldelerde okunan hutbelerde ismim yâd olunur. Bu saâdeti cihan pâdişahlığına değişmem! Bu itibarla Harameyni’ş-Şerîfeyn’in halkına ne lâzımsa esirgemeyesin! Ve sakın ola, o iki mübârek beldenin işlerine müdâhale etmeyesin!”
-
Sultan 3. Mehmet’in Peygamber Muhabbeti
Mübârek ecdâdımız, asırlar boyunca Allah Rasûlü’nün hâtıralarına ve mukaddes emânetlerine târifi mümkün olmayan bir hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Bunun muhteşem misallerinden bir kısmını görmek için, ecdâdımızın onlara hizmeti en büyük bir şeref telâkkî ettikleri Mukaddes Emânetler’in târihine bir göz atmak kâfî gelecektir.
Meselâ, Peygamber Efendimiz’in Hırka-i Saâdet’inden bir an bile ayrılmak istemeyen Osmanlı sultanları, onu muhtelif vesîlelerle gittikleri yerlere de götürmüşlerdir. Nitekim, şimdiki Beylerbeyi Sarayı’nın olduğu yerde bulunan İstavroz Sarayı’nda ve Eski Edirne Sarayı’nda da, tıpkı Topkapı’daki gibi birer Hırka-i Saâdet dâiresi inşâ edilmiştir.
Hırka-i Saâdet’in harplere götürüldüğü de olmuştur. Bu seferlerden birinin tasvîr edildiği bir minyatür, oldukça câlib-i dikkattir. Bu minyatürden anlaşıldığına göre, yolculuk müddetince Hırka-i Saâdet, vazîfeli muhâfızların başı üzerinde taşınmıştır.
Osmanlı sultanlarından 3. Mehmet, mizaç bakımından hayli sert ve asabî bir pâdişah olmasına rağmen, Peygamber muhabbetiyle dolu bir şahsiyetti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ism-i şerîfleri anıldığında derhâl ayağa kalkarak O’na olan muhabbet ve tâzîmini izhâr ederdi. 3. Mehmet, Eğri Seferi’ne giderken Sancak-ı Şerîf ve Hırka-i Saâdet’i de beraberinde götürmüştü. Savaş esnâsında bir ara, müslüman askerlerin safında bozgun hâli başgösterince Sultân’ın hocası Sâdeddin Efendi:
“–Hünkârım! Sizin gibi Âl-i Osmân’a sultan, Peygamber Efendimiz’in yolunda halîfe olan bir kimsenin, böyle durumlarda Hırka-i Saâdet’i giymesi, Hak Teâlâ’ya duâlar etmesi münâsiptir.” diyerek, pâdişâhın Hırka-i Saâdet’i giymesine fetvâ verdi. Bunun üzerine salât ü selâm ve tekbîrlerle Hırka-i Saâdet’i giyen Sultan 3. Mehmet, İslâm askerlerini büyük bir heyecâna sevk etmiş ve neticede kesin bir zafer müyesser olmuştur.
-
Sultan 1. Ahmet’in Rüyası
Sultan 1. Ahmet Han, kendi ismiyle yâd edilecek câminin inşâsı sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hazret-i Peygamber’in “Nakş-ı Kadem” denilen mübârek ayak izlerini Eyyûb Sultan türbesine getirtmişti. Câminin inşaatı tamamlanınca da, bunu, câmiye koydurdu.
Ancak Sultan, bu nakil işleminin yapıldığı gece, şöyle bir rüyâ gördü:
“Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştu ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kadılık makâmında oturmaktaydı. Bir nevî mahkeme kurulmuştu. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan bu Kadem-i Saâdet’in alınıp İstanbul’a götürülmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcı olmuştu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, kadı sıfatıyla, Kadem-i Şerîf’in, derhâl geri gönderilmesine hükmetti...”
Sultan Ahmed Han, dehşet ve korku ile uyandı. Rüyâsını içlerinde Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirdi.
“–Sultânım! Rüyâ gâyet açıktır. Tâbire bile gerek yoktur. Emânet derhâl geri gönderilmelidir...” dediler.
Peygamber âşığı Sultan 1. Ahmet Han, verilen hükme boyun eğip emâneti titizlikle ve mahzun bir şekilde yerine iâde etti. Ancak yüreği aşk-ı Peygamberî ile yanmış bulunan 1. Ahmet Han, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırdı. Kavuğunun üzerine yerleştirerek tedâîsinden feyz almaya çalıştı. Yanık gönlünden dökülen şu mısrâlar, O’nun bu aşk hâlini ne güzel aksettirir:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün...
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün!..
-
Sultan Abdülaziz’in Peygamber Efendimiz’e Yazdığı Mektup
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son derece sevdâlı bir pâdişah olan Abdülazîz Han, Ravza-i Mutahhara’ya konulmak üzere Hazret-i Peygamber’in rûhâniyetine hitâben Medîne’ye çok içli bir mektup[14] göndermiştir. Bu mektuptan bâzı cümleleri arz ediyoruz:
“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
Bir olan Allâh’a hamd olsun!
Salât ü selâm da Sen’in üzerine olsun yâ Rasûlâllah!
Salât ü selâm, Sen’in üzerine olsun yâ Habîballâh!
Salât ü selâm, Sen’in üzerine olsun ey ümmetin Peygamberi!..
Dostluğa hakkıyla riâyet eden, ihsan ve cömertliğin değişmez şiârı ve; «Sen olmasaydın kâinâtı yaratmazdım!» yüce hitâbının muhâtabı, varlıkların iftihar kaynağı, Efendiler Efendisi, şefaatçimiz, sığınağımız, her işi temiz ve her işi zarif olan, ayak tozu bile pırıl pırıl parlayan, varlıklar âleminin en yüce terbiyecisi, ıtır saçan feyizli eserlerin sâhibi, muhabbeti bütün kâinâtı dolduran, peygamberlerin sonuncusu ve sığınağı, kıyâmet gününün seyyidi, ümmetinden günahkâr olanların şefaatçisi, vahdet meclisinin süsü, peygamberlik eyvânının suffe ziyneti, nebîlik dîvânının hâkimi, Halîm olan Allâh’ın yoluna girenlerin peygamberi, Rahîm olan Allâh’ın sevgilisi!
Bütün bu sıfatlarla kastettiğim, Muhammed Mustafâ Hazretleri...
O’nun nurlu şebekesine, pırıl pırıl kabrine, sular gibi temiz ve berrak toprağına, yalvarış ve âdâb içerisinde binlerce mahcûbiyet ve hicâb duygularımla âcizâne kara yüzümü sürmek cür’etini gösterdim. O’nun güzel kokular saçan eşiğine, cezâlandırılmaya müstehak olan günahkâr alnımla, yüzbinlerce utanma, hayâ duyguları ve hürmet içerisinde (yazdığım) yığınla kederlerin ifâdesi olan bu arzuhâli sunmaya cür’et ettim…
Allâh’a hamd olsun ki beni, bizzat melekût âlemlerindeki ayların dolunayı ve ceberût semâsının parlak güneşinin kendisinden nûr ve feyz almaktan mahcûb olageldiği o kerem ve bereketi bol bol sunan Allâh’ın Sevgilisi, Rahîm ve Vehhâb olan Allâh’ın dostu, en mükemmel güzellik ve iyiliklere lâyık olan müttakîlerin serdârı Efendimiz Hazretleri’ne sadâkat ve safâ, şeref ve vefâ ile kâmil ümmet olmaya inâyet ve muvaffak kıldı…
(Yine hamd olsun ki) bütün varlıklara ve mümkün olabilecek her şeye aslî bir maya, yaratılmışlara yüksek bir temel ve yaratılmışlar içinden muazzam ve mübârek olanlara cennet nîmeti olan bereketli, muazzez ve kemâl derecede muhterem rahmet cömertliğinin kaynağının varlığından ve meleklere has olgunlukların toplanma yerinden (Hazret-i Peygamber’den ve Medîne’den) ayrı düşen o güzelim saâdet elbiselerine (Hırka-i Saâdet’e) bekçilik lûtfetti…
İnşâallâh, bu lûtfun devâmı olarak «Mal ve evlâdın hiçbir fayda sağlamayacağı…» (eş-Şuarâ, 88) mükâfât ve cezâ gününde, yüce şefaatinize mazhar olurum. Naîm Cenneti’ne ilk girenler ile size kavuşmak için gece ve gündüz yalvarıp duâ etmekte olan ümmetinizden, işte bu suçlu, âsî ve bütün kazancı isyan olan Mahmud Han oğlu Abdülazîz Han Gâzî’nin, peygamberlik şânı Efendimiz huzûrunda hesap olunacağını ve (işlediği her türlü) suç ve isyânı ikrâr ve îtirâf ediciyim. (Bu hakîkati ifâde ve şefaatinizi istirhâm için yâ Rasûlâllah) o merhamet dağıtan kapınıza keder dolu şu arzuhâli takdîme cür’et ettim.
Bütün günahlarıma estağfirullâh! Tekrar tekrar estağfirullâh!..
Amân, el-amân yâ Rasûlâllah! Mahrum gönderme!..
Ey Fâtımâtü’z-Zehrâ -radıyallâhu anhâ-’nın babası! Salât ü selâm Sen’in üzerine olsun!
Ey Hasan ve Hüseyin’in dedesi! Sana salât ü selâm olsun!
Ey öncekilerin de sonrakilerin de Efendisi! Salât ü selâm olsun Sana!..”[15]
-
2. Abdülhamit’in Hz. Peygamber’e Muhabbeti
Dünyâ Müslümanlarının Harameyn’e kolayca gidip gelmelerini te’mîn için Hicaz Demiryolu Hattı’nı inşâ ettiren 2. Abdülhamit Han da, bu demiryolunun Sünnet-i Seniyye’ye uygun olması için, Hazret-i Peygamber’in seferlerinde dinlendiği noktalara istasyon yapılmasını emretmiş, böylece demiryollarını bile bir muhabbet akışı içinde Medîne’ye ulaştırmıştır.
-
Şairlerin Allah Resûlü’ne Muhabbeti
Şâirlerin Allah Rasûlü’ne muhabbetlerini izhâr ettikleri naat ve kasîdeler, ciltlerce kitap oluşturacak kadar çoktur. Şâir Nâbî ne güzel söyler:
Bende de cür’et-i medhün o memerdendür kim
Geldi nutk itdi huzûrunda nebâtât ü cemâd…
“Sen’i medhetmeye cür’et edişim şu sebepledir ki, pek çok ağaçlar ve taşlar, bitkiler ve cansız varlıklar dahî Sen’in huzûr-i saâdetine gelip konuşmuşlardır.”
-
Aslanın Peygamberimize Muhabbeti
Hakîkaten insanlardan başka hayvanlar ve nebâtât dahî, Allah Rasûlü’ne olan engin muhabbetlerini zaman zaman dışa vurmuşlardır. Onlardan bir misâli Rasûlullâh Efendimiz’in azatlı kölesi Sefîne -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“–Denize açılmıştım. Binmiş olduğum gemi parçalandı. Bir tahta parçasına tutundum. O da beni aslanların bulunduğu sık ağaçlı bir yere attı. Aslanların birisi beni parçalamak için üzerime doğru geliyordu. Ona dedim ki:
«–Ey Ebu’l-Hâris! Ben Rasûlullâh’ın kölesiyim, durumum şöyle şöyledir, başıma şu hâller geldi.»
Bunun üzerine aslan durdu, başını eğerek yaklaştı. Omuzları ile iterek beni sık ağaçların içinden çıkardı. Beni yola getirdikten sonra mırıldanmaya başladı. Anladım ki beni uğurluyor. Bu onu son görüşüm oldu.” (Hâkim, III, 702/6550; Abdürrazzak, XI, 281-282; Taberânî, VII, 94)
HZ. PEYGAMBER’E İTAAT ALLAH’A İTAATTİR
Hâsılı, ümmetin Allah Rasûlü’ne duydukları dâsitânî muhabbet tezâhürlerine dâir daha söylenecek pek çok söz, nakledilecek sayısız misaller vardır. Biz deryâdan bir katre misâli, ancak bâzı numûneler arz etmiş olduk.
Şunu çok iyi biliyoruz ki, ibâdetlerdeki rûhâniyet, muâmelâttaki nezâket, ahlâktaki zarâfet, gönüllerdeki letâfet, sîmâlardaki nûr-i melâhat, lisanlardaki selâset, duygulardaki incelik, nazarlardaki derinlik, velhâsıl bütün güzellikler O Varlık Nûru’na olan muhabbetten kalplere akseden parıltılardır. Allâh’a muhabbet deryâsına götürecek olan yegâne rahmet ve muhabbet pınarı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Öyle ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet, Allâh’a muhabbet; O’na itaat, Allâh’a itaat; O’na isyan, Allâh’a isyan sadedindedir.
Dipnotlar:
[1] Bkz. et-Tevbe, 128. [2] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, VI, 241; Heysemî, IX, 29. [3] Bkz. Hâkim, III, 7/4268; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223; Ali el-Kàrî, Mirkàt, Beyrut, 1992, X, 381-382/6034; Ebû Nuaym, Hilye, I, 33. [4] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamîs, Beyrut ts., I, 328-329. [5] Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve ve Ma’rifeti Ahvâli Sâhibi’ş-Şer’iyye, ta’lik: Abdülmu’ti Kal’acî, Beyrut 1985, II, 477; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223. [6] Ali el-Kârî, Mirkât, X, 381-382/6034. [7] Vâkıdî, I, 265; İbn-i Hacer, Fethü’l-Bârî, Dâru’l-Fikr, ts., III, 216; İbn-i Abdilber, el-İstîâb, Kâhire ts., III, 1168. [8] Bu esnâda Hazret-i Ebû Bekir, Hâlid -radıyallâhu anh-’ın Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de müslümanlara yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa’d, II, 174) [9] Bkz. Kurtubî, V, 271. [10] Cerîr bin Abdullâh -radıyallâhu anh- Yemen’deki Becîle kabîlesinin reisiydi. Hicretin 10. senesi Ramazan’ında, yâni Peygamber Efendimiz’in vefâtından üç ay kadar önce, yüz elli kişilik bir heyetle Medîne’ye gelerek müslüman olmuştu. Peygamber Efendimiz’i çok severdi. Allah Rasûlü de onu sever ve kendisini her gördüğünde tebessüm ederdi. [11] Bkz. İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed bin Hanbel, (thk. Abdullâh bin Abdülmuhsin et-Türkî) Kâhire 1409, s. 609-610. [12] Bkz. İlhan Armutçuoğlu, Kasîde-i Bürde Manzum Tercümesi, Konya 1983, s. 7-10. [13] Surre Alayı: Pâdişahların, hac mevsiminden önce, Receb ayında İstanbul’dan Mekke ve Medîne’ye, oranın en ileri gelenlerinden en yoksullarına varıncaya kadar dağıtılmak üzere husûsî bir tören düzenleyerek bir alayla gönderdikleri para, altın ve hediyelerdir. (Bkz. Münir Atalar, Surre-i Hümâyûn ve Surre Alayları, Ankara 1991, s. 2) [14] Bu mektup, bugün Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saâdet Dâiresi’ndedir. [15] Bkz. Hilmi Aydın, Hırka-i Saâdet Dâiresi ve Mukaddes Emânetler, İstanbul 2004, s. 272-275.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları