Allah Yolunda Fedakarlık ile İlgili Örnekler

Dinimizde fedakarlığın önemi nedir? Allah yolunda fedakarlık örnekleri.

Muhabbetin en bâriz alâmeti fedâkârlıktır. Bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlıkla ölçülür. Seven, sevdiği uğruna her şeyini kolayca fedâ ederek bu yolda karşılaştığı bütün meşakkatlere katlanır. Allâh’a ve dînine muhabbet besleyen mü’minlerin de, Allah yolunda her türlü imkânlarından, farz olan mükellefiyetlerinin dışında da infakta bulunmaları ve bu uğurda bâzı meşakkatlere katlanmaları lâzımdır. Zâten Allah Teâlâ’nın lutfettiği nîmetlerin sarf edilebileceği en fazîletli yer, yine Allah yoludur.

Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur:

“Mal ile beden, kar gibi erir, gider. Fakat onlar, Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı...» (et-Tevbe, 111) buyrulmuştur.”

Cenâb-ı Hakk’ın satın aldığı bir şey de eriyip zâil olmaktan kurtularak büyük bir kıymet ve şeref kazanır.

ALLAH YOLUNDA VERİLEN GÜZEL BORÇ

Yüce Rabbimiz, bilhassa zor zamanlarda kullarından fedâkârlık beklemektedir. Kulların bu fedâkârlıklarını da Kur’ânî ifâdeyle; «Karz-ı hasen: Allah yolunda verilen güzel bir borç» sayarak karşılığını kat kat fazlasıyla ödemeyi va’detmektedir.

Fedâkârlık, kâmil mü’minlerin şiârıdır. Yine fedâkârlık, kulu Rabbine yaklaştıran en müstesnâ insanlık cevheridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın rızâsına nâil olabilmemiz için ihlâs ve samîmiyetle fedâkârlıkta bulunmamız emredilmektedir.

Fedâkâr bir mü’min, bütün güzel sıfatları kendisinde cem eder.

Fedâkâr bir mü’min; cömert, merhametli, mütevâzı, hizmet ehli ve ruhlara ebedî hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur.

Fedâkâr bir mü’min, îsar ehlidir, yâni kendisi de muhtaç olduğu hâlde, mü’min kardeşlerini kendisine tercih ederek elindeki imkânları onlara devretme fazîletini gösterebilen kimsedir.

Yine fedâkâr bir mü’min, Allah yolundaki her hizmeti muhabbet ve şefkatle îfâ eden bir ümit ve îman menbaıdır. O, ruhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında yer alır. Yine o, sözleri, davranışları ve örnek ahlâkı ile dâimâ Allâh’ın rızâsını talep hâlindedir. O, dertlinin, muzdaribin yanında, kimsesizlerin ve ümitsizlerin başucundadır.

Bize örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, yaşlısı ve genciyle Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini kalplerine yerleştirmiş ve bu uğurda büyük fedâkârlık numûneleri sergilemişlerdir:

Nitekim genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine ermek için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirebilmek uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardır. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumaları, onların Allah ve Rasûlü’ne duydukları engin muhabbetin bâriz bir tezâhürüdür.

Mevlânâ Hazretleri, Divân-ı Kebîr’inde ne güzel buyurur:

“Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci mercan da nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir güzele fedâ edilmedikten sonra?”

Yâni insanın canı ve malı, Allah yolunda fedâ edildiğinde ve Allah Teâlâ’ya cennet karşılığında satıldığında büyük bir değer kazanmaktadır. Aksi takdirde israf ve hebâ edilen kıymetler hükmüne girmektedir.

ALLAH YOLUNDA FEDAKARLIK ÖRNEKLERİ

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebliğe ilk başladığında kendisine teklif edilen mal, makam ve nefse hoş gelecek bütün vaatleri hiç tereddüd göstermeden reddetmiş ve Allâh’ın dînini bütün meşakkatlere rağmen insanlara ulaştırmaya devâm etmiştir.

Beldelerin En Sevgili Olanı

Evini,[1] malını ve bütün imkânlarını bırakarak doğup büyüdüğü vatanından çıkmış ve Allah yolunda hicret etmiştir. Ayrılırken Hazvere ismi verilen yerde durup Mekke’ye bakmış ve hüzünle:

“Sen, Allah katında beldelerin en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım. Senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım...” buyurmuştur. (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)

Medîne-i Münevvere’de maddî imkânsızlıklar içinde, başını eğerek girdiği küçücük odasında hayâtını devâm ettirmiştir. Vefâkârlığın da zirvesini yaşayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Mekke-i Mükerreme’yi fethettiği hâlde, Allâh’a ve kendisine en sevgili olan bu mukaddes beldeye, Ensâr-ı kirâm’ı üzmemek için tekrar dönmemiştir.

On senelik Medîne hayâtına Allâh’ın dînini yaymak için 13 gazve ve 21 seriyye sığdırmış olması, O’nun nasıl bir gayret ve fedâkârlık içinde yaşadığını göstermeye kâfîdir.

Cennete Girebilmenin İki Önemli Şartı

Allah yolunda maldan ve candan fedâkârlık, Cennete girebilmek için gerekli iki mühim şarttır. Bunu şu rivâyet açıkça ortaya koymaktadır:

Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

“–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!”

Bunun üzerine:

“–Yâ Rasûlallah! Bey’at ediyorum.” dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim. (Ahmed, V, 224)

Vefakâr Peygamber

Fedâkârlık husûsunda zirve şahsiyetlerden biri de Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’dır. O, mü’minlerin hayrına vakfederek bütün malını, ateşe atılmak sûretiyle canını ve kurban etmeye götürerek oğlunu Allah yolunda göz kırpmadan fedâ edebilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak tarafından:

“Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrâhim.” (en-Necm, 37) diye medhedilmiştir.

Hz. Ebubekir’in Allah Yolunda Fedakârlığı

İslâm’ın ilk yıllarında Mekkeli müşrikler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Müslümanlara yaptıkları zulüm, işkence, baskı ve eziyetleri günden güne artırıyor, Mekke’de hayâtı tahammül edilmez hâle getiriyorlardı. Bunun üzerine diğer Müslümanlar gibi Hazret-i Ebûbekir de hicret etmek üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den izin istemiş ve Habeşistan’a doğru yola çıkmıştı. Bir-iki gün yol aldıktan sonra Kâre Kabîlesi’nin reisi İbn-i Değine ile karşılaştı. İbn-i Değine:

“–Ey Ebûbekir! Senin gibi bir zât ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır. Vallâhi, sen kavminin ve kabîlenin zînetisin! İyilik yapar, akrabâlarını koruyup gözetirsin. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın! Geri dön, sen benim himâyemdesin.” dedi.

Hazret-i Ebûbekir de İbn-i Değine ile birlikte Mekke’ye geri döndü. Mekke’ye girdiklerinde, İbn-i Değine bu himâyesini bütün Kureyşlilere îlân etti. Buna karşılık Kureyşliler, İbn-i Değine’ye bâzı şartlar ileri sürdüler:

“–Ebûbekir’e söyle, Rabbine ibâdetini evinde yapsın! Orada istediği kadar namaz kılsın, Kur’ân okusun, fakat evinden başka yerde açıktan namaz kılıp Kur’ân okuyarak bizi rahatsız etmesin! Çünkü biz onun, kadınlarımızı ve çocuklarımızı (kendi dînine) meftûn etmesinden endişeleniyoruz.” dediler.

İbn-i Değine, müşriklerin bu isteklerini Hazret-i Ebûbekir’e söyledi. O da kabul etti. Evinin önünde bir namazgâh edindi. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken müşriklerin çocukları ve kadınları etrafında toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl, Kureyş müşriklerini korkuttu. Bunun üzerine İbn-i Değine’ye mürâcaat ederek, Hazret-i Ebûbekir’i böyle yapmaktan menetmesini veya üzerindeki himâyesini kaldırmasını istediler. O da:

“–Ey Ebûbekir! Ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlân et.” dedi. Bunun üzerine Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh- Allâh’a tevekkül ederek şu teslîmiyet dolu cevâbı verdi:

“–Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allâh’ın himâyesi kâfîdir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396)

Onlar, Allah yolunda yürüyebilmek için her şeyi göze almışlardı. Vatanlarını, mallarını, akrabâ ve dostlarını terk ederek hicret etmişlerdi. Allâh’a sığınarak, başlarına gelen her türlü meşakkati büyük bir fedâkârlık ve tahammülle karşılamışlardı.

Peygamberimize En Sevgili Olanı

Fedâkârlığı, asıl gerekli olduğu zamanda yapmak çok mühimdir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz, İslâm’ın ilk günlerinde, îmân eden, pek çok fedâkârlıklara katlanan ve hicret ederek Allâh’ın dînine yardımcı olan sahâbîlerine büyük bir vefâ göstermiş, onları hep üstün tutmuştur. Şu rivâyet ne kadar ibretlidir:

Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh- anlatıyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyordum. Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh- gelip huzûruna girmek için izin istediler… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin geldiler biliyor musun?” diye sordu.

“–Hayır, bilmiyorum!” dedim.

“–Ama ben biliyorum.” buyurdu. İzin verdi, onlar da içeri girdiler:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ehlinden Sana en sevgili kimdir, sormaya geldik!” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Fâtıma bint-i Muhammed.” buyurdu. Onlar:

“–Yâ Rasûlallah! Âilenin hâricindeki yakınlarından en fazla kimi seviyorsun?” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ehlimin bana en sevgili olanı, Allâh’ın kendisine nîmetler lutfettiği ve benim de ikramda bulunduğum Üsâme’dir.” buyurdular.

“–Pekâlâ sonra kimdir?” dediler.

“–Sonra Ali bin Ebî Tâlib’dir!” buyurdular. Bunun üzerine amcası Abbâs -radıyallâhu anh-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Amcanı en sona bıraktın!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de:

“–Çünkü Ali hicrette seni geçti, senden önce davrandı!” buyurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 40/3819)

Allah Kullarına Karşı Raûf’tur 

Suheyb er-Rûmî -radıyallâhu anh- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuşmak için hicret ederek Mekke’den çıktığında Kureyş’ten bir grup onu yakalamak ve Mekke’ye geri götürmek üzere peşine düşmüştü. Suheyb -radıyallâhu anh- tâkip edildiğini fark edince devesinden inip mevzilendi. Sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesâfeye gelince onlara seslendi:

“–Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki sizin en iyi okçunuz benim. Siz bana ulaşamadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcımı çeker ve parçalanıncaya kadar sizinle vuruşurum. Ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke’de bıraktığım malların yerini söyleyeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın.” dedi. Onlar da bu teklifi kabûl ettiler.[2]

Daha sonra Suheyb -radıyallâhu anh- vakit kaybetmeden Medîne’ye doğru yola çıktı. Allah Teâlâ da Medîne’de Rasûlü’ne:

“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder (Allâh’ın rızâsı uğruna gerektiğinde bütün şahsî menfaatlerini terk eder). Allah, kullarına karşı Raûf’tur (çok şefkatlidir).” (el-Bakara, 207) âyetini inzâl buyurdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Suheyb’i görünce:

“–Alışverişin kârlı çıktı ey Suheyb!” müjdesini verdi. Suheyb -radıyallâhu anh- ise:

“–Yâ Rasûlallah! Yolda beni geçip Size haberimi ulaştıracak kimse olmadığına göre başıma gelenleri Size ancak Cebrâîl -aleyhisselâm- bildirmiştir.” dedi. (Hâkim, III, 450-452)

Allah Yolunda Yapılan Fedakarlık Örneği

Muâz bin Amr -radıyallâhu anh- Bedir’deki bir hâtırasını şöyle anlatır:

“Ebû Cehil’i kılıçtan geçirdiğimde onun oğlu İkrime de bana bir kılıç vurup kolumu kesti. Elim derime asılı kaldı. Gün boyunca elim arkamda sürünerek savaşmaya devâm ettim. Bu hâldeyken çarpışmakta zorlanıyordum. Beni iyice rahatsız edince de üzerine ayağımla bastım ve onu koparıp attım!” (İbn-i Hişâm, II, 275-276)

Bu, Allah yolunda yapılan fedâkârlığın zirve misallerinden biridir. Cihâdına mânî olan yaralı bir eli dahî istemeyen mübârek sahâbî, onu fedâ ederek îman heyecanı ile hizmetine devâm etmiştir.

Güzelliği ile Dillere Destan

Mus’ab bin Umeyr, zengin ve şerefli bir âileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve en pahalı kokuları da o kullanırdı. Güzelliği ile dillere destan olduğu için Mekke’nin kızları hep onun peşinde gezerdi. Ama o, bütün bunları fedâ ederek Allah yoluna baş koydu.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Biz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasûlü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nîmetler içindeki hâliyle şimdiki hâlini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı. Sonra da şöyle buyurdu:

“–Birinizin sabahleyin ayrı, öğlenden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (yâni dünyâ lezzetlerinin önünüze serildiği) zaman hâliniz nice olur?!”

“–Ey Allâh’ın Rasûlü, tabiî ki o gün hâlimiz bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman (bugünkü sıkıntılarımız ve) geçim derdimiz olmaz, kendimizi tamâmen ibâdete veririz.” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Bilâkis bugün siz, o günden daha hayırlı durumdasınız.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476)

Şükür Ehli Zenginler

“Ağniyâ-i şâkirîn”den, yâni şükür ehli zenginlerden olan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’ın oruçlu olduğu bir gün, iftar sofrasına birkaç çeşit yemek konulmuştu. O, bundan müteessir oldu ve gözyaşları içinde şöyle dedi:

“–Mus’ab bin Umeyr, Uhud savaşında şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyâlık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyâda mı veriliyor?)”

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- bu sözlerinin ardından, mahzun bir şekilde sofrayı terk etti. (Buhârî, Cenâiz, 27)

Allâh’ın ve Peygamber’in Çağrısına Uyanlar

Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için Müslümanları çağırdığını işittikleri zaman:

“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz.” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Böylece, Âlemlerin Efendisi’nden ayrılmamış oldular. (İbn-i Hişâm, III, 53)

Onlar gibi böylesine büyük fedâkârlıklar sergileyen daha pek çok sahâbî vardı. Cenâb-ı Hak, bu mübârek sahâbîleri iltifât-ı ilâhîsine mazhar kılarak şöyle müjdeledi:

“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sâhibi olanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.” (Âl-i İmrân, 172)

Ashâb-ı Kirâmın Hâlet-i Rûhiyesi

Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere «Zâtü’r-Rikâ» ismi verildi.”

Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki:

“Ebû Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim.» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allâh için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)

İşte ashâb-ı kirâmın hâlet-i rûhiyesi: Hem fedâkâr, hem mütevâzı, hem de ihlâs ve takvâ sâhibi…

Allah’tan Başka İlâh Yoktur

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara askerlerin azığı tükendi. Bindikleri hayvanlardan bâzısını kesmek istediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da Siz onlar üzerine, bereketlenmeleri için duâ ediverseniz daha iyi olmaz mı?» dedi.

Efendimiz de öyle yaptı. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.”

Orada bulunanlar Ebû Hüreyre Hazretleri’ne büyük bir hayretle:

“–Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sordular. O mübârek sahâbî:

“–İnsanlar onu emiyor, üzerine de su içiyordu.” dedi ve hâdisenin devâmını şöyle anlattı:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ buyurdu. Yiyecekler öyle bereketlendi ki herkes azık kaplarını doldurdu. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ilâhî ikram karşısında:

«–Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse cennete gidecektir.» buyurdu.” (Müslim, Îman, 44)

Allah yolunda büyük fedâkârlıklar yapan ashâb-ı kirâm, o esnâda varlık ve bolluk içinde değildi. Bilâkis yiyecek hurma bile bulamıyor, hurmanın çekirdeğini emerek açlığını gidermeye çalışıyordu. Onlar fedâkârlıklarını bu hâldeyken yapıyorlardı…

Son Nefese Kadar Fedakarlık

Ebû Ahmed bin Cahş, Ebû Süfyân’ın damadı idi. Kadın-erkek bütün Cahş âilesi Mekke’deki evlerini barklarını bırakıp Medîne’ye hicret ettikleri zaman Ebû Süfyân, yakınları olmasına rağmen, evlerine elkoymuştu. Ebû Süfyân, damadı Ebû Ahmed’in evini Amr bin Alkame’ye dört yüz dinara sattı. Ebû Ahmed, bunu haber alınca, söylediği bir şiirle Ebû Süfyân’ı kınadı. (İbn-i Hişâm, II, 79; Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 244, 245)

Bu zât, hicret edenlerin sonuncusuydu. Gözleri görmüyordu. Hicrete niyetlendiğinde Ebû Süfyân’ın kızı olan hanımı buna râzı olmadı. Zîrâ hanımı, onun Peygamber Efendimiz’in bulunduğu Medîne’ye değil de başka bir yere gitmesini istiyordu. Bunun üzerine o da gizlice hicret etti ve Medîne-i Münevvere’ye gelerek Allah Rasûlü’nün huzûruna çıktı. (Heysemî, VI, 63)

Mekke-i Mükerreme fethedildiğinde, Peygamber Efendimiz fetih hutbesini îrâd edip bitirdiği zaman, Ebû Ahmed Mescid-i Harâm’ın kapısında, devesinin üzerinde:

“–Allah aşkına ey Abdimenâfoğulları! Sizinle olan ahdimize riâyet ediniz. Allah aşkına ey Abdimenâfoğulları! Evimi bana geri veriniz!” diyerek yüksek sesle hitâb etmeye başladı.

Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-, hemen Hazret-i Osman’ı yanına çağırdı. Kulağına eğilip gizlice bir şeyler söyleyerek onu sevindirdi. Hazret-i Osman da Ebû Ahmed’in yanına vardı ve onu sevindirdi. Ebû Ahmed devesinden indi, insanlarla birlikte oturdu. Kendisinin, Allâh’a kavuşuncaya kadar, bir daha bu evden bahsettiği duyulmadı. (Vâkıdî, II, 840; İbn-i Sa’d, IV, 102)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aynı gün onu elinden tutarak bir müddet dolaştırmış ve o da şu mealdeki şiiri okumuştur:

“Mekke çok güzel bir vâdidir. Ben orada yardımcım olmasa dahî dolaşabilirim. Orada ziyâretime gelen çok olur. Benim kazıklarım Mekke’de çakılıdır.” (Heysemî, VI, 64)

Ebû Ahmed’e:

“–Sana Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne söyledi?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:

“–Rasûlullah Efendimiz; «Sabredersen, senin için hayırlı olur. Bu evine karşılık, sana cennette bir köşk var!» buyurdu. Ben de; «–Sabrederim!» dedim.” (Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 245)

Ebû Ahmed’in hâne halkı da:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Ahmed’e; «Evine karşılık, sana cennette bir köşk var!» buyurdu.” demişlerdir. (Vâkıdî, II, 841; İbn-i Sa’d, IV, 102)

Müslümanların şiârı; son nefese kadar hep fedâkârlık… Malından, canından, evinden barkından, velhâsıl bütün imkânlarından…

Şehit Sahabi

Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullah el-Müzenî -radıyallâhu anh- idi. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullah müslüman olmak istemişse de, müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullah, amcasına:

“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim Müslüman olmama izin ver!” dedi. Amcası:

“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim herşeyi geri alırım!” dedi. Abdullah -radıyallâhu anh- büyük bir fedâkârlık misâli sergileyerek:

“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.

Amcası, elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah, onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allah Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü.

Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescitte yattı. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:

“–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sâhibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu.

Abdullah -radıyallâhu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun hakkında:

“O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, evvâh’lardandır, yâni Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi.

Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ısrarla duâ talep etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti. Abdullah -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallah! Ben öyle istememiştim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehîdlik için sana yeter!” buyurdu.

Gerçekten onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allah ve Rasûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- idi.

Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:

“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebûbekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ- cenâzeyi Efendimiz’e vermek için hazırladılar. Allah Rasûlü:

«–Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kabre yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:

«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»

Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an:

«–Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227)

İşte Allah yolunda gösterilen muhteşem bir fedâkârlık ve bu fedâkârlığa karşı sergilenen nebevî iltifat, muhabbet ve vefâ… Hiç şüphesiz her bir mü’min, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’e gösterdiği muhabbet ve alâkaya gıptayla bakar. Bu iltifâta lâyık olmanın yolu ise, Allah yolunda ihlâs ve samîmiyetle bâzı fedâkârlıklarda bulunabilmektir. Allah yolundaki fedâkârlıklar, insanı böylesine ulvî bir şerefe nâil eyler.

Beni Muhâfaza Ediniz

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü, Allah Rasûlü ile ashâbının kâ’bına varılmaz fedâkârlıklarını ne güzel ifâde etmektedir:

“Ensâr’ı sevmeyen, mü’min değildir! Onların haklarını bilmeyen, mü’min değildir. Allâh’a yemin ederim ki onlar, atın yavrusunu îtinâ ile beslediği gibi kılıçlarıyla, dilleriyle ve cömertlikleriyle İslâm’ı yücelttiler. Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac mevsimlerinde çıkıp hacca gelen câhil Arap kabîlelerini Allâh’ın dînine dâvet ediyordu. Onlardan hiçbiri Hazret-i Peygamber’e icâbet etmedi ve onun dâvetini benimsemedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yorulmadan ve bıkmadan Mecenne ve Ukaz panayırlarına, Mina’da kabîlelerin bulunduğu yerlere gidiyor, onlarla yüzyüze görüşüyordu. Bunu her sene tekrarlıyordu. Hattâ bâzı kabîleler O’na:

«–Bizden ümit keseceğin vakit hâlâ gelmedi mi?» diyordu.

Bu da Hazret-i Peygamber’in onlara çokça giderek; «Beni muhâfaza ediniz ki Allâh’ın dînini tebliğ edeyim.» demesinden ve İslâm’ı tekrar tekrar anlatmasından ileri geliyordu. Bu durum Ensâr’dan bir kabîlenin Allâh’ın hidâyetine mazhar olmasına kadar devâm etti. Hazret-i Peygamber Ensâr’a İslâm’ı arz etti. Onlar da kabul ettiler ve bu hususta süratle hareket ettiler, Hazret-i Peygamber’i bağırlarına bastılar, yardım ettiler ve sıkıntılarını gidermeye çalıştılar. Allah onlara hayırlı mükâfatlar versin!

Biz onların memleketine vardık. Onlarla beraber evlerinde kaldık. Onlar bizi misâfir etmek için bâzen kavga bile ederlerdi. Hattâ bizim için kurâ çekiyorlardı. Öyle ki daha sonraları biz onların mallarında tasarruf etmek husûsunda onlardan daha yetkili kılındık. (Yâni hilâfet muhâcirlere verildi.) Bundan dolayı da hiç rahatsız olmadılar. Sonra canlarını Peygamber’leri uğruna fedâ ettiler. Salât ve selâm Hazret-i Peygamber’le beraber onların üzerine olsun!”[3]

Müminin Selameti

Allah yolunda yapılabilecek en mühim fedâkârlıklardan biri de mü’minlerin selâmeti için gerektiğinde makam ve mevkîden ferâgat edebilmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra, ümmetin bölünüp parçalanmaması için onu Muâviye’ye devretmiştir. Böylece mü’minler arasındaki siyâsî çekişmelerin önüne geçmiş ve büyük kitlelerin birbirleriyle çarpışarak kan dökmelerine mânî olmuştur.

Alâaddin Bey’in Fedakarlığı

Bu hususta güzel bir misâl de şöyledir:

Osman Gâzi’nin vefâtı üzerine, ahîler ve beyliğin ileri gelenleri tarafından desteklenen ve an’aneye göre de tahta geçmesi gereken Alâaddin Bey, kardeşi Orhan Bey’i kendisine tercih etmiş ve şöyle demiştir:

“–Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun komutasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana âittir.”

Bu büyük îsar ve fedâkârlığı gösteren Alâaddin Bey, kardeşinin en büyük destekçisi olmuş ve onun vezirliğini deruhte etmiştir.[4]

Allah Yolunda Ölüm

Candan fedâkârlığın, destanlara yakışır güzellikteki misallerinden birini de Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın askerleri göstermiştir. Onlar; “İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..”[5] hadîs-i şerîfinin müjdesine nâil olabilmenin canhıraş mücâdelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îman vecdi içinde:

“–Bugün şehîd olma sırası bize geldi.” diyor ve Allah yolunda ölümü âdeta gülümseyerek karşılıyorlardı.

Ne Güzel Fedakarlık!

Beyazıt Câmii’nin inşâsı sırasında yaşanan şu hâdise, ne güzel bir fedâkârlık misâlidir:

Câmi-i şerîfin inşaatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tespit edilmişti. Bunlar her gün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak her gün küpte bir yevmiyelik akçe artardı. Bunun üzerine kimin kendi payını almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakir bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşaattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını sordular. Fakir işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde:

“–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyada murâd ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu câminin inşaatında para almadan çalışayım da gönlümü ferahlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm...” dedi.

Bu gönlü zengin fakire dediler ki:

“–Efendi, burası pâdişah hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını alacaksın. Sen burada bedenen çalış, hakkını al, sonra da onu dilediğin yere infâk et!..”

“Yavuz’u Öldürürsek, Harbi Kazanırız”

Yavuz Sultan Selim Han, 22 Ocak 1517’de Memlüklüleri, Ridâniye’de tekrar mağlûb etti ve bu sûretle Mısır’ı kat’î olarak Osmanlı topraklarına kattı. Koca Sultan, Memlük sultânının cenâzesini bizzat omuzlarında taşıma fazîletini gösterdi.

Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muhârebeleri ile mukâvemet ediyorlardı. Memlük fedâîleri, kendilerine Yavuz’u hedef seçmiş; “Yavuz’u öldürürsek, harbi kazanırız.” diye düşünüyorlardı. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz’a arz etti. Yavuz’un elbiselerini giyerek fedâîleri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip fedâîleri bertaraf edinceye kadar da şehîd oldu.

Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzun idi:

“–Mısır’ı aldık, lâkin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, âlim bir mücâhidin kaybını, koskoca Mısır'ın fethine denk görüyordu.

Zaferden sonra, akıllı ve güçlü kumandan Yavuz:

“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş, fakat şartlar bunu gerçekleştirmeye imkân vermemiştir.

Bu cesur pâdişah şöyle derdi:

“Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür.”

Saltanat yıllarının neredeyse tamamını Allah yolunda seferlere çıkarak geçiren ve sarayında rahatça oturmayı hiç düşünmeyen Yavuz Selim Hân ile, böyle hizmet ehli bir pâdişah uğruna canını fedâ eden Sinan Paşa’ya, ne kadar gıpta edilse azdır.

Ecdadımın Huzuruna Nasıl Çıkabilirim?

Kânûnî Sultan Süleyman, son seferi olan Zigetvar’a çıkacağı zaman, Sadrâzam Sokullu, huzûruna gelerek:

“–Sultânım, ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz! Yoruldunuz! Ömrünüzü âlem-i İslâm’a vakfettiniz! Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idâreye devâm ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirâk edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” dedi.

Ulu Hâkan Kânûnî, Sokullu’ya dedi ki:

“–İyi dinle Sokullu!.. Bu vasiyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar! Bir pâdişah, dâimâ askerleri ile birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, pâdişâhını yanında görünce şecaati artar! Düşman ise, pâdişah sefere iştirâk ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i mâneviyyesi bozularak cesareti kırılır. Harbi kazandıran asıl sâik, mânevî kuvvettir!

Bizlerin çocuk yaştan beri devlet idâresinde sayısız tecrübemiz vardır. Seferlerde bu tecrübeye âcil ihtiyaç duyulan durumlar meydana gelebilir. Anlar, dakikalar çok zaman kaderin akışını tâyin eder. Bu sebeple, yaşlı olmama rağmen sefere iştirâk edeceğim!..

Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fâtih ecdâdımın huzûruna nasıl çıkabilirim?”

Sokullu da:

“–Karar pâdişâhımındır.” mukâbelesi ile sükût etti.

Pâdişah, ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında nasıl tamamlayabilecekti?!. Bunun için, at üstünde dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye, sırtına kuşak gibi urgan sardılar.

Sefere çıkıldı. Mevsim yağışlı idi. Bir ara top arabaları bataklığa saplandı. Hayvanların fizikî gücü, topları bataklıktan kurtarmaya kâfî gelmedi. Ordu ilerlemişti; o civarda az sayıda asker ve paşalar vardı. Sultan emir verdi:

“–Bütün yüksek rütbeli erkân, paşalar dâhil, herkes bataklığa girsin! Top arabalarına omuz versin!”

Hepsi soyunup bataklığa girdiler. Top arabaları o mânevî heyecan ile bataklıktan çıkarıldı. Sultan, vak’anüvise (devlet târihçisine) dönüp dedi ki:

“–Yaz! Gelecek nesil ibretle okusun ve tatbik etsin!.. Kânûnî’nin paşaları ve vezirleri bataklığa girdi, top arabalarına omuz verdi. Bir bâdire Allâh’ın izni ile böylece atlatıldı.”

Ulu Hâkan, ardındaki ihtişamlı bir sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etmiştir:

“Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recâm, hâsıl olunmadık duâm kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine saâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhede nîmetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..”

Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnâsında vefât eden dördüncü Osmanlı sultânı olarak rahmet-i Rahmân’a yürüdü.

Son nefese kadar durup dinlenmeden Allah rızâsını tahsîl için koşan Kânûnî’nin hâli, bizler için ne güzel bir örnektir.

İman ve Feragat Abidesi

Çanakkale Harbi’ndeki îman ordusunun erleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişmiş bulunan ashâb-ı kirâmın ahlâkını kendilerine numûne bilmiş ve onların mâneviyâtına gönül vermiş kimselerdi. Bunlardan biri olan er Hüseyin, çok ağır yaralanmış, tedâvi görmekteydi. Ancak kendisi de durumunun ciddiyetinin farkındaydı. Bunun için arkadaşlarının kendisine verdikleri ekmeği eline almış, tam ısırmak üzereydi ki, âniden durakladı. Ardından, ashâbın gösterdiği ferâgat numûnelerinden birinin âdeta yeniden tekerrürü sadedinde, mü’min kardeşlerini kendi nefsine tercih ederek büyük bir îman vecdiyle şöyle dedi:

“–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu, yaşayacak olan yiğitlere verin!..”

Bu sözlerinin ardından, elindeki ekmeği silâh arkadaşı Mustafa’ya uzattı. Bir müddet sonra bu îman ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi.

ALLAH YOLUNDA FEDÂKÂRLIK VE FERÂĞAT EHLİ OLMAK

Hâsılı, fedâkârlık ve ferâğat ehli olmak, İslâm’ın medhettiği yüce bir ahlâktır. Şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan ve günlük harcamalardan yapılacak küçük fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâktan herkes mümkün olduğu kadar hisse almaya çalışmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan fedâkârlıkların karşılığını katbekat fazlasıyla lutfedecektir. Dünya hayâtında Allah için fedâkârlık yapamayanlar, daha sonra kaçırdıkları fırsatlara yanacaklardır. Lâkin son pişmanlık fayda vermeyecektir.

İslâm nîmeti bizlere, bugüne kadar yapılan pek çok fedâkârlıklar sâyesinde gelmiştir. Biz de bâzı fedâkârlıklarda bulunarak İslâm’ı gelecek nesillere taşımalı ve böylece Hak katındaki mes’ûliyetten kurtulmalıyız. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı’nda Kitap ve Sünneti’ni bizlere emânet olarak bıraktığını beyân etmiştir.

Dipnotlar:

[1] Müşrikler, hicretten sonra Allah Rasûlü’nün annesinden ve hanımından kalan iki evine el koyup sattılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettiğinde, çadırda kaldı. “–Yâ Rasûlallah! Evinize gitmeyecek misiniz?” diye sorulduğunda: “–Akîl bin Ebî Tâlib bize ev bark mı bıraktı!” buyurdu. Gâlip bir kumandan olduğu hâlde, gasbedilerek satılan evini tekrar almaya tenezzül etmedi… (Bkz. Vâkıdî, II, 829, İbn-i Sa’d, II, 136; Ezrakî, Ahbâru Mekke, Mekke 1965, II, 161, Belâzurî, I, 356; Mâverdî, Ahkâmu’s-Sultâniye, Mısır 1966, s. 171) [2] İbn-i Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, Beyrut 1987, I, 223; İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 260-261. [3] Ebû Nuaym, Delâil, s. 105; Kandehlevi, Hayâtü’s-Sahâbe, Akçağ Yay. I, 76-77. [4] Ziyâ Nur Aksun, Osmanlı Târihi, İstanbul 1994, I, 36. [5] Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 2, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

ALLAH YOLUNDA VERİLEN GÜZEL BORÇ

Allah Yolunda Verilen Güzel Borç

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.