Allah Yolunda Hizmetkâr
Mûsâ Topbaş Efendi, atâleti hiç sevmezdi. Tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kâbiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini söylerdi.
Mûsâ Efendi şöyle derdi:
“Herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Meselâ bir muallim iyi talebe yetiştirmeye gayret etmelidir… Mimar güzel güzel câmiler, İslâmî anlayışa uygun evler yapmalıdır. Yani herkesin yapabileceği işler vardır…
Herkes istîdâdına göre vaktini en faydalı işe tahsis etmelidir… Kimisinin fazla ibadete kâbiliyeti vardır… Kimisi şecaat ehlidir… Hepsini topladığın zaman aynı hedefe varır, ama yollar farklı… Bir hastanın bile vazifesi vardır. Hasta yalnız kendisini düşünmeyip, elinden hiçbir şey gelmiyorsa ümmet-i Muhammed’e duâ etmelidir…
ZAMANININ HİZMETKÂRI
Kimisi namazla terakkî eder. Bâzısının oruç tutmak çok hoşuna gider. Bâzıları irfanla, bâzıları neşriyatla. Hele bu zamanda neşriyat en önde gelen hizmetlerdendir…”[1]
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değildir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtına da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedâkârlık ve samimî bir hizmetle elde edilir. Demek ki her akl-ı selîm sahibi Müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslümanlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır. Sırf Allah Teâlâ’nın rızâsını kastederek, bedenî, fikrî ve mâlî hizmette bulanamayanlar, kâmil mü’min olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nden cüzlerdir…
Mâlî vaziyetimiz müsâit ise kesemizi açacağız. Eli sıkılık, bilhassa Hak yolunda olanlar için, makbûl bir şey değildir. İlmimiz varsa, ehlini bulacağız ve münâsip yerlerde onu neşredeceğiz. Kişi isterse, Cenâb-ı Hak ona o fırsatı verir. Hangi meslek erbâbı isek, kendi mesleğimizde ve her hususta topluma faydalı olacağız. Komşuyu ziyarete gideceğiz, hastalarımızı ziyaret edeceğiz. Cenâze teşyiinde bulunacağız. İnsan niyet ettikten sonra daha nice nice tatlı, güzel ameller işleyebilir…
Bâzıları, huzûrumuz (zikir hâlimiz) bozulur diye halka karışıp hizmet etmekten çekinmektedir. Bu da nefsin tuzaklarından biridir. Asıl hüner, hem duâya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimizle ünsiyet hâlinde olmaktır.”[2]
İSLAMİ HİZMETLERE ÖNCÜLÜK ETTİ
Mûsa Efendi Üstâdımız; hizmette edebin, hizmetten daha mühim olduğunu beyanla, hizmette dikkat edilmesi gereken inceliklere de şöyle işaret ederdi:
“Hizmet ehli olan kişiler, hizmet yoluna devam ettikçe, îsar (kendinden fedâkârlıkta bulunarak mü’min kardeşini tercih etme) yolunu tutmalıdırlar. Israrla hep bütün hizmetleri yalnız ben yapayım gâyesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları sıkışır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Allah muhâfaza etsin, bu şekilde hâllerinde gerileme olur. Hubb-i riyâset sevdâsının esiri olurlar.”[3]
Muhterem Üstâdımız, akrabâlarını ve evlâtlarını hizmete teşvik etmeden evvel, bizzat kendisi öncülük ederdi. Birçok hayır müessesesinin kuruluşunda onun desteği ve teşviki vardır. Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi, câmi ve benzeri yerlere hep destek olmuştur. Meselâ 1980 yılında Erkam Yayınları’nın, 1985 yılında Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı’nın kurulmasına, 1986’da da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına bizzat öncülük etmiş, maddî ve mânevî yardımlarda bulunmuştur. Bunun gibi daha pek çok müessesenin tesisine öncülük etmiştir.
HİZMETTE MANEVİ TERAKKİ
Hayır müesseselerinde hizmet edenlere zaman zaman “«Nasıl olsa hayır işlerinde çalışıyoruz.» diye mânevî terakkîmizi ihmâl etmeyelim!” îkâzında bulunur ve şöyle buyururdu:
“Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakkî etmelidir. Gönlünü Rabbine lâyıkı vechile verip, ihlâs, edep ve tevâzû üzere kulluk vazifesini kemâliyle yapmaya gayretli olmalıdır. Yoksa, mâneviyâta ve usûle uymayan hizmet ehli, rûhen inkişaf ve terakkî edemezse, yaptığı hizmetler, rûhâniyetini zâyî eder… Niyeti zayıf olduğu için Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretleri’nin nusretinden mahrum kalır.”[4]
Mûsâ Efendi ümmet-i Muhammed’in her türlü derdine çâre olmak için gayret eder, elinden ne gelirse yapardı. Bir defasında dîninden uzaklaşan Müslüman gençlerin içler acısı hâlini tafsîlâtıyla gözler önüne serip lüzumlu çâreleri gösterdikten sonra, gönlündeki yangını teskîn edemeyerek Yüce Rabbimiz’e şöyle ilticâ etmişti:
“Ey ulular ulusu, yüceler yücesi, sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan Allâh’ım! Yangının büyüklük ve dehşetini idrâk ediyoruz. İçimiz kan ağlıyor, elimiz kolumuz bağlı, elimizden bir şey gelmiyor. Şaşkınlık içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”[5]
DİPNOTLAR
[1] Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 103, 180-181.
[2] Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167, 220; V, 78-79.
[3] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 248.
[4] Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 237.
[5] Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 167.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
YORUMLAR