Allah’a İman
Allah’a iman nedir, neden Allah’a iman ederiz? Allah’a iman neden önemlidir? Allaha iman etmek ile ilgili ayet ve hadisler nelerdir?
Kainatı yaratan, idare eden, kendisine ibadet edilen tek ve en yüce varlık olan Allah’a iman, iman esaslarının birincisi ve temelidir. Allah’a iman; Allah’ın varlığı ve birliği (tevhid) inanmak, O’nu tanımak ve O’na kulluk etmektir.
ALLAH’A İMAN NEDİR?
Allah’a iman; Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak ve O’nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır.
Allah’ın sıfatlarını zati/selbiyye ve sübütiyye olmak üzere ikiye ayırırlar:
Zati/Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır:
a) Vücud: Allah’ın varlığı,
b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması,
c) Bekâ: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması,
d) Muhâlefetün li’l-havâdis:Allah’ın varlıklardan hiçbir şeye benzememesi,
e) Kıyam bi zâtihi: Varlığının kendisinden olması,
f) Vahdaniyet: Allah’ın bir olmasıdır.
Sübûtî sıfatlar sekizdir:
a) Hayat: Allah’ın diri olması,
b) İlim: Her şeyi bilmesi,
c) İrade: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi,
d) Kudret: Her şeye gücünün yetmesi,
e) Semî: Her şeyi işitmesi,
f) Basar: Her şeyi görmesi,
g) Kelâm: Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması,
h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve öldürme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır.
İnsan aklı; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri yoktan var eden Allah Teâlâ’yı kâmil mânâda idrâk edemez. Zira beşerî ilmin yolu, beş duyu, akıl ve kalptir. Bütün bu idrak kâbiliyetlerinin kudreti ise sınırlıdır. Kudret ve selâhiyeti sınırlı olan vâsıtalarla Bâkî, Mutlak, Ezelî ve Ebedî olan bir varlık kavranamaz. Mahdut vâsıtalarla olan idrak, ancak mahdut olarak gerçekleşebilir. Zira sınırlı olanın sınırsızı idrâki mümkün değildir. Okyanustan ancak kabımız kadar su alabiliriz. Şu hadîs-i şerîf, bu gerçeği ne güzel hulâsa eder:
“(Hızır -aleyhisselâm-’ın, Mûsâ -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında), bir serçe kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.»” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)
Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ı zâtı itibârıyla düşünüp tefekkür etmeye kalkışmak, birtakım hayaller ve evhamlardan öte bir şey kazandırmaz ve sâlim inancı zedeler. Zira gözün bir görme mesâfesi vardır. Kulağın işitme mesafesi vardır. Vücuttaki her âzânın mahdut bir güç ve tâkâti vardır. Aynı şekilde aklın da bir hudûdu vardır ve onun ötesinde başka âlemler bulunmaktadır. Aklın mesâfesi aşılırsa akıl infilâk eder ve cinnet hâli meydana gelir. Bu sebeple Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ’nın yarattıkları ve nîmetleri üzerinde tefekkür edin, fakat Zât’ı üzerinde düşünmeyin! Zira siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” (Bkz. Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81; Beyhakî, Şuab, I, 136)
İbn-i Arabî Hazretleri (v. 638/1240) de şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ ile alâkalı olarak aklına hangi düşünce gelirse gelsin, bilesin ki Allah Teâlâ onun çok ötesindedir.”
Zira Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Muhâlefetün li’l-havâdis: Sonradan yaratılan varlıklara benzememek”tir.
Ancak sıfattan mevsûfa, eserden müessire, sanattan sanatkâra ve sebepten müsebbibe geçerek Cenâb-ı Hakk’ın azamet, kudret ve rahmetini idrâk etmeye çalışmak, her zaman teşvik edilmiştir. Mikrodan makroya kâinattaki her şey, ilâhî azametin bir aynası veya vitrini mâhiyetindedir. Eğer idrâk, selîm bir irâde ve temiz bir tefekkürle Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun münkir olması aslâ düşünülemez. Zira inkâr, zihnî ve fikrî faaliyet ile kalbî tahassüsün bozulduğu yerde başlar. Akl-ı selîm sahibi bir kişi, küfür âleminde gözünü açmış bile olsa, küfürden kurtulma ihtimâli çok yüksektir. Kur’ân-ı Kerîm, buna örnek olarak Hazret-i İbrahim’i gösterir. O, müşrik bir çevrede doğup büyümesine rağmen sırf zihnî sâfiyet ve kalbî melekeleriyle Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini idrâk etmiştir.
Bu itibarla akl-ı selîmin mutlak mânâda münkir olması mümkün değildir. Zira bir şeye yok demekle işin içinden çıkılamaz. İknâ edici, doğru delil ve ispatlar gerekir. Hayat, kâinât ve ölüm ötesi muammâsını çözemeyince, sadece “yok” demekle kurtulmaya çalışanlar, vücut sıhhati bozulduğu hâlde farkında olmayan kimselere benzerler. Onların aç oldukları hâlde aç değilim demeleri, ancak hastalıklarının bir ispatıdır. Narkoze edilen hasta, uzuvlarını bir kumaş gibi kesip biçen neşteri fark etmez. Aynen bunun gibi rûhunu yüce hakîkatlere karşı hasta edip de hastalığının farkında olmayan çok kimseler vardır. Cenâb-ı Hak onlar hakkında:
“Körler, sağırlar...” tâbirini kullanır.[1]
Zira Allah Teâlâ, her insanın fıtratına, inanma ihtiyâcı ve hakîkati tanıma kâbiliyeti lûtfetmiştir. Buna rağmen îman ve hakîkatten uzaklık, ancak rûhî bir körlük ve sağırlık sebebiyledir. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da Allâh’ı idrâke hazırdır, ama bu husûsiyetini mânevî körlük ve sağırlığı sebebiyle şuur üstüne çıkaramamaktadır. Tıpkı görülüp de hatırlanmayan rüyâlar gibi... Veya kafeste doğup büyüyen ve kanatları kireçlenerek uçma melekesini kaybeden bir kuş gibi…
Dikkat edilirse beşerî ve semâvî dînlerin hepsinde “Allah inancı” vardır. Ancak bu inanç, zaman içinde tevhid muhtevâsının dışına çıkmış olup çeşitli yanlışlıklar arz etmektedir. Bu sebeple İslâm nazarında geçerli kabul edilmezler. Zira onların inancı; kâinatın yegâne Yaratıcı’sının noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf ve müteâl, yani idrâk ötesi mükemmel oluşuyla bağdaşmaz.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Rabb’inden naklettiği şu hadîs-i kudsîde, bu yanlışlıkların bir kısmı şöyle zikredilir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Âdemoğlu Ben’i yalanladı. Hâlbuki Ben’i yalanlamaya hakkı yoktu. Âdemoğlu Bana hakaret etti, hâlbuki buna hakkı yoktu. Ben’i yalanlamasına gelince; öldükten sonra onu tekrar diriltemeyeceğimi iddiâ etmesidir. Hakaret etmesine gelince; o da bana çocuk isnâd etmesidir. Hâlbuki Ben zevce ve çocuk edinmekten münezzehim.” (Buhârî, Tefsîr, 2/8)
ALLAH’IN SIFATLARI
Âhir zamanda, Allah Teâlâ hakkındaki yegâne sahih îtikad, ancak İslâm’dan öğrenilebilir. İslâm, Allâh’ın ve Peygamberi’nin beyânına bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a dâir birtakım sıfatlar ortaya koyar ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesini kabul etmez. Bu sıfatlar umûmî ve meşhur tasnîfe göre iki kısma ayrılır:
- Zâtî sıfatlar
- Subûtî sıfatlar
Zâtî Sıfatlar/Sıfât-ı Selbiyye
Vücûd: Allah vardır ve varlığı hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla O’na vâcibu’l-vücûd denir. Yani O’nun, var olmama ihtimâli yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın dışında bütün varlıklar ise, O’nun yarattığı mahlûkattır ve mümkinü’l-vücûddur. Yani olsalar da olur, olmasalar da.
Kıdem: Varlıkların sebep-netice münâsebetlerine bağlı olarak bir ilk sebepten başlaması, mantıkî bir zarûrettir. Öyle bir sebep ki, var edilmeye muhtaç olmaktan münezzeh ve bizzat var etmeye muktedir olmalıdır. İşte bu sebep, Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla O’nun yüce varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyin başlangıcı O’dur. O, kadîm ve ezelîdir.
Bekà: Varlığının sonu yoktur, ebedîdir.
Vahdâniyet: Allah Teâlâ tektir. O’nun; zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde, şerîki (ortağı) ve nazîri (benzeri) yoktur.
Kâinâtın yaratıldığı andan itibâren akıp giden âhenkli seyri, hiç aksamayan nizâmı ve iç içe sonsuz hikmet ve esrârı, her şeyin sadece bir tek kudretin eseri olduğunu göstermektedir. Şayet bu kudret, tek değil de birden fazla olsaydı, irâdeler arasındaki farklılık sebebiyle kâinâttaki sonsuz âhenk, emsalsiz nizâm ve hikmetler birbirine karışır ve hayat imkânsız hâle gelirdi. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allah evlât edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı (birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı). Allah, o (müşriklerin) yakıştırdığı şeylerden münezzehtir.” (el-Mü’minûn, 91)
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabb’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (el-Enbiyâ, 22)
Kur’ân-ı Kerîm baştan başa dikkatli bir nazarla gözden geçirildiğinde görülür ki, Allâh’ın, kullarını mükellef kıldığı husûsiyetlerin en mühimi, zâtı hakkındaki inançtır. Bu inancın en hassas noktası da vahdâniyettir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Bu sebeple Allâh’a şirk koşma, ilâhî gazabı davet etme yönünden İslâm nazarında birinci sırayı teşkîl eder. Kur’ân-ı Kerîm, bu fikrî sefâlete sürüklenmekten korunmayı sağlayacak tehdit, îkaz ve irşadlara bilhassa yer vermiştir:
“...Kim Allâh’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona Cennet’i haram eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 72)
“(Rasûlüm!) Şüphesiz Sana da Sen’den öncekilere de şöyle vahyolundu: Yemin ederim ki eğer Allâh’a şirk koşarsan, amellerin mutlakâ boşa gider ve hüsrana düşenlerden olursun!” (ez-Zümer, 65)
“Doğrusu Allah Teâlâ, kendisine şirk koşulmasını aslâ mağfiret etmez; bundan başkasını, dilediği kimse için mağfiret buyurur. Kim Allâh’a şirk koşarsa o büyük bir günah (ile) iftirâ etmiş olur.” (en-Nisâ, 48)
Vahdâniyet husûsundaki en küçük bir eksiklik, fazîlet ifâde eden sayısız amelle telâfî olunamaz. Tıpkı şunun gibi ki, bir insana çokça maddî iyilikler yapılsa, bunun yanında şeref ve haysiyetine yönelik bir kusur işlense, yapılan iyiliklerin hiçbir kıymeti kalmaz. Bu açıdan bakıldığında Allâh’ı inkâr etmek, O’nun izzet-i ilâhiyyesine karşı affedilmez bir kusur işlemektir. Affedilmeyişinin sebebi de taşıdığı bu mânevî ağırlıktır. Yani bir kişi küfür ve şirk üzere ölürse affedilmesi mümkün değildir. Ölmeden evvel şirk ve küfürden vazgeçip tevbe ederse, bu tabiî ki Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ile affedilir. Bu itibarla kullardan Cenâb-ı Hakk’ın istediği ilk husus îman, sonra da amel-i sâlihlerdir.
Muhâlefetün li’l-havâdis: Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur. O, yaratılmış olan, sonradan meydana gelen hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla O, her türlü beşerî sıfatlarla tavsiften münezzehtir.
Kıyâm bi-nefsihî: Allah Teâlâ, bi-zâtihî vardır. Ezelden ebede kendi zâtıyla kàim ve dâimdir. Varlığında hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bilâkis var olmak husûsunda her şey O’na muhtaçtır.
Subûtî Sıfatlar
Hayat: Allah Teâlâ diridir, devamlı ve mutlak bir hayat sahibidir. Bu husûsiyeti kendi zâtıyla kàimdir. Diğer bütün hayatlar ise, O’nun bu yüce sıfatının bir tecellîsi olarak vardır ve izâfîdir.
Hayat, Hak Teâlâ Hazretleri’nin ilim ve kudret gibi kemâl sıfatları ile muttasıf olmasının sahihliğini mümkün kılan bir sıfat-ı ezeliyyedir. Çünkü ilim, ancak hayat sahibi bir zâtta bulunabilir. Hayat sıfatıyla muttasıf olmayan bir zât, ilim ve emsâli kemâl sıfatlarının hiçbirisi ile muttasıf olamaz.
Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatı kulların sıfatlarına benzemediği için, O’nun hayat sıfatı da mahlûkâtın hayatı gibi değildir. Allah Teâlâ’nın Hayy sıfatı, Zât-ı Bârî’sinden aslâ ayrılmayan bir kemâl sıfatıdır. Zira Allâh’a âit olan hayat, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilâkis yalnız ona mahsus ezelî ve ebedî bir hayattır. Mahlûkâtın hayatı ise, bir beden ile rûhun birlikteliğinden doğan geçici bir hayattır, hakîkî hayat değildir. Onun için günü geldiğinde her fânîden geri alınır.
İlim: Allah Teâlâ ezelî ilim sahibidir ve O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin dışında kalan hiçbir şey yoktur. O, olmuş olacak her şeyi hakkıyla bilir. Onun ilmi için gizli veya sır da mevzubahis değildir. Her şey O’na ayân ve âşikârdır. İnsanoğluna verilen bütün ilimler ise, bu sıfattan bir nebzedir ve izâfîdir.
İlm-i ilâhî, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinâtta görülen, hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan bu nizam, âhenk ve irtibat, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Zerrelerden kürelere kadar her şey, tamamen ve kemâlen Cenâb-ı Hakk’ın ilmi dâhilinde olmasa idi, âlemde devamlı temâşâ edip durduğumuz şu umûmî irtibat ve âhenk vücut bulamazdı. Zira ufacık bir şeyi bile muntazam bir sûrette yaratmak; elbette onu ve onun ne sûrette, ne gibi sebep ve şartlar ile vücûda geleceğini bilmeye bağlıdır.
İnsanoğlu, küçücük bir buluşa bile asırlar boyunca üst üste biriken pek çok tecrübe neticesinde ulaşabilmektedir. Hâlbuki bu keşif, îcat ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar; Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu hakîkati hatırlatmak üzere Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Yaratan (Allah) hiç bilmez mi? Hiç şüphesiz O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (el-Mülk, 14)
Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (ilmi) tükenmez. Şüphe yok ki Allah Azîz ve Hakîm’dir.” (Lokmân, 27)
Semî‘: Allah her şeyi işiticidir. O’nun işitmesi bizim işitmemize benzemez. O’na gizli kalan hiçbir ses yoktur. Hattâ meşhur tarifiyle bir kaya üzerinde sessizce yürüyen bir karıncanın ayak seslerini dahî işitir. İşitme sıfatını hâiz bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatının tecellîsi ile işitirler. Bunlar, bu tecellî kendilerinden alındığı an, hiçbir şey duyamazlar.
Besar: Cenâb-ı Hakk’ın görmesi de diğer sıfatları gibi zât-ı ilâhîsinin muktezâsıdır. O her şeyi hakkıyla görür. O’nun nazarına gizli kalan hiçbir şey yoktur. Yine meşhur tabirle O, son derece karanlık bir gecede siyah bir taşın üzerinde duran simsiyah karıncanın ayak izlerini dahî görür.
Cenâb-ı Hak, mahlûkâtının en gizli düşüncelerini dahî bilir, bütün sözlerini işitir ve yaptıkları her şeyi eksiksiz olarak görür. Cenâb-ı Hak bu sıfatlarını Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık hatırlatır ki kulları emir ve nehiylerine dikkat ederek, dürüst kişiler ve sâdık mü’minler olsunlar.
İrâde: Allah Teâlâ emirlerinde, hükümlerinde ve fiillerinde hürdür. Dilediğini murâd eyler ve dilediğince işler. Bir şeyin olmasını murâd ettiğinde O’nun emri sadece “كُنْ: Ol!” demekten ibarettir; o şey hemen oluverir. (Bkz. el-Bakara, 117)
Cenâb-ı Hak yegâne fâil-i muhtârdır. Her oluş ve fiil, onun irâdesine bağlıdır. Kısaca:
“Allâh’ın dilediği olur, dilemediği olmaz!”
Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu fiiller O’nun murâdı ile tahakkuk ettiği gibi, râzı olmadığı fiiller de imtihan muktezâsı yine O’nun izn-i ilâhîsi ile gerçekleşir.
Kur’ân-ı Kerîm incelendiğinde Allah Teâlâ’nın mutlak irâdesinin sınırlandırılmasına hiçbir zaman müsâade etmediği görülür. Cenâb-ı Hak, sık sık irâdesinin mutlak hür olduğunu, her istediğini yapabileceğini bildirir. Hattâ “Kur’ân’ın baştan sona bütün ifadeleri, bu esas üzere binâ edilmiştir.” diyebiliriz. Öyle ki Cenâb-ı Hak; inkâr, şirk ve kul hakkı hâriç, kullarının günah ve cürümleri husûsunda azap takdîrini dahî meçhul bırakmış ve dilediği şekilde muâmele edeceğini bildirmiştir. Yani dilediği kulunu affedecek, dilediğini affetmeyecektir. Bu hâlin sırrî tarafı, beşer idrâkinin ötesindedir. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle beyan buyrulur:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allâh’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 129)
Kudret: O, sonsuz kudret sahibidir, her şeye kâdirdir. O’nun için hiçbir güçlük yoktur. Dilediğini, eksiği ve fazlası olmaksızın hikmet çerçevesinde yapar.
Şu müşâhede ettiğimiz âlemin, dehşet verici bir intizam üzere yaratılmış olması, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine açık bir delildir.
Kudret-i ilâhiyyeyi kendi acziyetimizle mütâlaa ederek bu hususta hatâya düşmemeliyiz. Zira bizdeki güç ve kudret hem sınırlıdır, hem de onların zıddı olan acziyet ile mâlûldür. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti hem mahdut değil, hem de acziyet gibi her türlü menfî vasıftan münezzehtir. Dolayısıyla O’nun sonsuz kudreti karşısında âciz olmayan hiçbir varlık yoktur. Bizim kudretimiz de ancak O’nun verdiği kadardır.
O kudrete baş kaldıran nice gâfillerin hazin âkıbetleri insanlık tarihinin felâket dolu hüsran sayfalarını teşkîl etmiştir. Nemrud, Firavun, Kârun, Ebû Cehil ve daha niceleri, bir hiç hâlinde bu dünyadan göçüp gitmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, azâb için ebedî âleme alırken onlara takdîr ettiği ölüm de, âdeta bir istihzâ mâhiyetinde olmuştur. Bilhassa ilâhlık dâvâsı güden koca Nemrud’un cılız ve topal bir sivrisineğe mağlûb edilmesi, kudret-i ilâhiyye husûsunda câlib-i dikkat bir mesaj taşımaktadır. Yine ordusundaki fil sürülerine güvenerek Kâbetullâh’a saldırmaya cür’et eden Ebrehe ve askerlerinin, sıkletsiz ebâbîl kuşları tarafından helâk edilmeleri de ayrı bir ibrettir.
Kelâm: Allah Teâlâ, kelâm sahibidir. Bunun için sese, harflere, kelime ve cümleleri tertip etmeye muhtaç değildir. Yani O’nun konuşması, harften de sesten de münezzehtir; insanların söz ve konuşmasına aslâ benzemez. Zira insanların konuşması, O’nun kelâmından nasîb alarak gerçekleşir.
“Kelâm” sıfatının tecellîsi ile Kur’ân-ı Kerîm ve diğer mukaddes kitaplar vücut bulmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı olduğu için herkesin Kur’ân-ı Kerîm’in mübarek lâfızlarına ihtiram etmesi lâzımdır. Ona abdestsiz dokunmak haramdır, büyük günahtır. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’ân’dır; ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası el süremez! O, Âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir.” (el-Vâkıa, 77-80)
Hadîs-i şerîflerde ise şöyle buyrulur:
“Kur’ân’a ancak temiz olan dokunsun!” (Muvatta’, Kur’ân, 1)
“Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!” (Hâkim, Müstedrek, I, 553/1447)
Tekvîn: Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sıfatıdır. Bu, yoktan var etme demektir; yalnız O’na mahsustur. Sayısız âlemler O’nun eseridir.
Tekvîn, el veya âletle bir şey yapmayı ifade etmez. Tekvîn, irâde ile kudretin taalluku ve kâinâtın emre boyun eğdirilmesiyle gerçekleşen bir yaratmadır.
Hak Teâlâ Hazretleri’nin bütün ulvî sıfatları gibi tekvîn sıfatı da kadîm ve ezelî olmakla birlikte, onun tesir ve tecellîsi ile hâsıl olan kâinâtın her cüz’ü hâdistir (sonradan meydana gelmiştir).
Cenâb-ı Hakk’ın kulları tarafından bilinmesi, başlıca bu sıfatlarla mümkündür. Bahsettiğimiz bu sıfatlar ve diğer sonsuz sıfât-ı ilâhiyye, ayrı ayrı zaman ve mekân şartlarına göre değil, her an Cenâb-ı Hakk’ın varlığında mevcuttur.
O’nun yüce zâtına âit bütün sıfatların muhtevâları târiflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arz eder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O’nda mutlaktır ve sonsuz husûsiyetlere sahiptir. Yani hiçbir sıfatının hudut ve sâhili yoktur. Bu itibarla O’nun ilmi, kelâmı, kudreti, tekvîni ve diğer bütün evsâfı bu mâhiyetleriyle her türlü teşbih ve îzahtan da münezzehtir. Bizim ve dünyamızın husûsiyetleri ise hem mahdut, hem de fânîdir. Bu hâliyle daha kendisini kâmil mânâda tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki Cenâb-ı Hakk’a âit husûsî mâhiyetteki sıfatları lâyıkı vechile idrâki mümkün değildir. Yani nasıl ki Allah Teâlâ’nın zâtının hakîkat ve mâhiyetini idrâk edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mâhiyetini kâmil mânâda idrâk edemeyiz. O’nun sıfatlarından dünyamızda tecellî edenler, ancak birer kırıntı mesâbesindedir.
Necip Fâzıl ne güzel söyler:
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;;
Ve çevre çevre nûr, çevre çevre nûr.
İçiçe mîmârî, iç içe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhûr!
Allâh’ın Varlık ve Birliğinin Delilleri
Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikârdır. Bu nizam ve âhenk, kâinât yaratıldığından beri son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde, hiç şaşmadan devam edip gitmektedir.
Bir meyve bahçesinin sahibi, bir sabah kalktığında fidanların bâzılarının düzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu görse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir âfetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağaçların devrilişinde bir hesap ve düzen olsa, meselâ her üç veya beş ağaçtan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir âfetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. O hâlde düşünmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hâdisenin, şuuru olmayan sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idrâkler, kâinattaki bunca hesâbî inceliğe rağmen onun tesâdüfen veya kendi kendine var olduğunu iddiâ etmesi ne abes bir gaflettir![2]
Şâir Necip Fazıl, böyle bir gaflete sürüklenenlere şöyle seslenir:
Yön yön sarılmışım ne yana baksam,
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;
Geçip de aynaya soran olmaz mı?
Fıtratı bozulmamış her sâlim akıl, kâinattaki sebepler zincirini şuurlu bir şekilde fark eder ve hepsinin bir müsebbibü’l-esbâba, yani bütün sebeplerin asıl sebebi olan Cenâb-ı Hakk’a vardığını idrâk ile îmân eder. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkürünü yanıltmak için her köşe başında insanoğluna binbir hîle ve tuzak kurmuştur. Dolayısıyla, sâlim bir kafayla düşünüp insafla hareket ederek şeytanın tuzaklarından kurtulmak îcâb eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” buyrulur. (Fâtır, 28)
Bu sebeple Allâh’ın azamet ve kudretini lâyıkıyla kavramak, her şeyden önce bir ilim işidir. Bu gerçek dolayısıyladır ki makro ve mikro âlemlerin incelikleri üzerinde çalışan âlimler, müşâhede ettikleri dehşet verici nizam ve kânunlar sebebiyle Yaratıcı’nın varlığını ve kudretini herkesten daha mükemmel bir şekilde idrâk ederler.
Bunun bir misâlini Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullah el-Maşrikî şöyle anlatır:
1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm. İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu. Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi. Tekrar selâm verince:
“–Benden ne istiyorsun?” dedi.
“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim.
Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı. Devamla dedim ki:
“–İkincisi de, sizin gibi dünya çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”
Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir süre durakladıktan sonra:
“–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi.
Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs. bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allâh’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum. Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu. Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devâm etti:
“−İnâyetullah dostum! Allâh’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere ve ihtişâma göz attığımda, Allâh’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar. Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda eğilerek O’na: «Allâh’ım Sen büyüksün!» dediğimde, vücûdumdaki her bir hücrenin bu sözümü tasdik ettiğini hissederim. İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saâdet duyarım ve bu saâdetimin, diğer insanların saâdetinden bin defa daha üstün olduğunu bilirim.”
Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” (Fâtır, 28)
Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:
“–Ne diyorsun, «Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkarlar.» öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve acâyip bir şey!.. Benim elli yıllık uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim bir şey, Hazret-i Muhammed’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı bulunuyor? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi bir tarafa yaz!.. Hazret-i Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu. Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır.” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s. 251-253)
Böyle müsbet ilimlerle meşgul olan nice gayr-i müslim ilim erbâbı müslüman olmuş ve niceleri de îmân etmese bile kendilerini hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde hissetmişlerdir. Bu hâl, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mûcizesidir. Allah Teâlâ buyurur:
“(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabb’inden Sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibaret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette göreceklerdir.” (es-Sebe’, 6)
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabb’inin her şeye şâhid olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)
Kâinâta ibret nazarıyla bakan her göz, onda bu âyet-i kerîmelerin sayısız tezâhür sahnelerini seyreder:
Kudret-i İlâhiyye Misalleri
Dünyada sadece insanlar ve hayvanlar mevcut olsaydı, havadaki bütün oksijeni kullanıp karbondioksite çevirirler ve bir müddet sonra oksijenin azalmasına mukàbil gittikçe artan karbondioksit ile zehirlenip yok olurlardı. Ancak bu âlemi var eden kudret bir de bitkileri yaratmış ve onlara da karbondioksiti kullanıp oksijene dönüştürme kâbiliyeti vermek sûretiyle âlemde bir denge ve devam edip giden bir akış meydana getirmiştir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, dünyanın dörtte üçünü su ile doldurmuştur. Dörtte birinin büyük kısmını da bitki yetiştirme kâbiliyeti olmayan kayalıklar veya çöller olarak yaratmıştır. Geride kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı, ebedî bir değişim ve hâlden hâle geçiş ile bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır. Şöyle ki:
Bir hayvan türünü ele alalım. Bu türden ne kadar canlı gelmiş ve gelecek ise hepsi dünyaya bir anda gönderilmiş olsa idi, dünya mekân olarak sadece o türe kâfî gelmeyeceği gibi, gıdâlar da onlara yetmezdi. Ancak Allah Teâlâ, onları zaman sırrı ile mekândakinden daha geniş bir şekilde yayıp bir teselsül kanunu ile yaratmaktadır. Bütün canlılar için aynı nükte geçerlidir. Dolayısıyla Dünya, zaman ve mekân sırrı ile, normal kapasitesinin trilyonlarca katı fazlasına sahne olabilmektedir. Yani varlıkların âlemimizde yer alışları da bir denge ile tahdîde tâbîdir.
Meselâ bir çınar ağacı, her yıl milyonlarca tohum üretir. Bunların etrafa dağılması için tüyden âdeta birer paraşütleri bulunur. Bu tohumlar rüzgâr vâsıtasıyla çok uzak mekânlara ulaşır. Eğer bir tek çınar ağacına âit bütün tohumlar yeni bir çınar olsaydı, kısa bir zaman sonra Dünya’nın her tarafı çınarların istilâsına uğrardı. Yani koca Dünya bir tek ağaca dar gelirdi. Diğer bütün varlıklar için de bu misâli şümullendirmek mümkündür. Bu da kâinatta kolay kolay akıl sır erdirilemeyecek bir âhenk ve dengenin mevcûdiyetini gösterir.
Böylesine mükemmel, girift ve çok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, Yaratcı’sının varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişânedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçü ve dengeyi) koydu.” (er-Rahmân, 7)
“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Ayrıca Cenâb-ı Hak, bütün bu canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı bütünüyle mümkün kılacak şekilde birbirlerini tamamlamaktadır. Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl ettiği hâlde, küçücük bir kurtçuk olan ipek böceği aynı yapraktan ipek istihsâl etmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar. Arının çiçek tozlarından bal yapabilmesi, kâinattaki en mükemmel varlık olan insanın iktidârı hâricindedir. Çiçeklerin topraktan bulup çıkardığı renkler, kokular ve hayat kudretini hâiz yapraklar, hiçbir kimyagerin muktedir olamayacağı hârika keyfiyetlerdir. Hayvan, otu et ve süt yaparken, insan bir kimya laboratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye muktedir değildir.
Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kâinâtta nereye yönelse, Allâh’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla beşeriyeti kemâle erdirmek, aralarından âlimler yetiştirmek gibi tecellîler, hep ilâhî lûtfun eseridir. Diğer taraftan insana binbir istifadeler takdîm ederek hizmet eden bütün ilimlerin neticesi de, nihâyet Allâh’ın varlık ve azametini gösterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrâke yardımcı olmaktır. İnsan kendisine ve kâinâta insafla bakınca derhâl anlar ki, zâhir olan ilâhî kudret ve saltanat karşısında îmân etmemek ne kadar gülünç ve tuhaf olur!
Gökyüzünde siyah ve beyaz delikler mevcuttur. Cenâb-ı Hak, müsbet ilmin yeni keşfettiği bu boşluklara şöyle yemîn etmektedir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)
Bugünkü ilmin henüz tespit edebildiği şu hakîkat ne kadar dehşet verici bir ihtişamla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Yıldızların doğduğu yere beyaz delik; öldüğü yere de kara delik adı verilir. Beyaz deliklerden küçük bir cisim çıkmakta ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyonlarca katı büyüyerek dev bir yıldız kütlesini meydana getirmektedir. Diğer taraftan dünyamızdan kat kat büyük nice dev yıldızlar da, vakti gelince kara deliklerin içine girip ölmektedir. Bu itibarla bizim semâmızı aydınlatan Güneş de bir gün:
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman...”[3] âyetinde buyrulan gerçeği yaşayacaktır.
O gün onun ömrü de sona erecektir. O gün elbette ki kıyâmet günü olacaktır. Oradan ötesi!..
İnsan için, derhâl secdeye kapanıp Allâh’a sığınmaktan başka bir çâre yok!
Elhâsıl gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hiçten ibârettir!..
Okyanuslardan bir damla kabîlinden verdiğimiz bu misâller; Hâkim, Kâdir, Kayyûm, Rezzâk… bir varlığın mevcûdiyetini kabul etmenin mantıkî bir zarûret olduğunu ifâdeye kâfîdir. Fakat bu hakîkati görmek için basardan ziyâde basîretin, yani baş gözlerinden ziyâde gönül gözlerinin açık olması lâzımdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)
Her Şey Hareket ve Değişim Hâlinde
Düşünecek olursak, şu gördüğümüz âlemde her şey değişiyor. Bir sûretten diğer bir sûrete geçiyor. Meselâ nutfe alekaya, aleka mudğaya, mudğa et ve kemiğe dönüşüyor. Bu tür tahavvülât/değişim, yıldızlarda, gezegenlerde, madenlerde, bitkilerde, yani her şeyde oluyor.
Atomun içinde muazzam bir hareket var. Elektronlar çok ince bir hesapla ve akla hayâle sığmayacak bir hızla dönüyorlar. Çekirdek elemanları olan proton ve nötronlar ise, çok daha küçük bir hacme sıkıştıklarından, hızları da elektronlara nisbetle fevkalâde yüksektir. Öyle ki saniyede yaklaşık 60.000 kilometreyi aşan bir hızla dönerler.
Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 100 trilyon atom olduğunu hatırlarsak, kâinâttaki hareketleri idâre eden Yüce Zât’ın kudretini tam olarak anlamanın imkânsız olduğunu daha iyi idrâk ederiz.
İşte bütün bu hareket ve değişimin meydana gelmesi için hakîkî bir müessire ihtiyaç vardır. O da Hallâk-ı Müteâl olan Allah Teâlâ’dır. Zira aklı hayrete düşüren şu hârikulâde hâllerin herhangi bir müessir olmadan meydana gelmesi veya şuursuz bir fâilden zuhûr etmesi, kesinlikle mümkün değildir.
Bunları tefekkür ettiğimizde, eserden müessire intikal edebilmek için bir zerrenin bile kâfî olduğunu görürüz. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:
Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile,
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile. (Şinâsî)
Aynı Maddeden Farklı Eserler Vücûda Geliyor
Çevremizde gördüğümüz farklı varlıkların aslı hep aynıdır. Hepsi de maddeden vücûda gelmiştir. Farklı unsurlar hep aynı mâhiyetin parçalarıdır. Meselâ gök cisimleri de hep aynı maddeden meydana gelirler. Ancak her birinin kendine mahsus bir hüviyeti, vaziyeti, miktarı ve ömrü vardır. Bir kısmı soğuk, bir kısmı son derece sıcaktır…
Azot, karbon, oksijen, hidrojen gibi elementlerden bitkiler ve hayvanlar meydana geliyor. Hâlbuki bu maddelerle hayat arasında ve hele ilim, irâde, kudret, işitme, görme gibi sıfatlar arasında aslâ bir münâsebet yoktur.
İşte bütün bunlar, ilâhî sanat hârikalarıdır. Kâinâtta gördüğümüz bu kadar farklı ve mükemmel varlık, yüce kudret sahibi bir sanatkârın eseridir. Bu kadar sanat hârikasını meydana getiren bir varlığın sonradan olanlara benzemesi mümkün değildir. O, Vâcibu’l-Vücûd olan, yani varlığı zarûrî, kendinden ve ezelî olan Cenâb-ı Hak’tır.
Her Şey Bir Gâye ile Yaratılmış
Şu âlemde her şeyin bir hikmet ve fayda için yaratıldığı açıkça görülüyor.
- Güneş ve Ay’ın ışığıyla Dünya üzerindeki mahlûkât aydınlanıp neşv ü nemâ buluyor. Dünya ve Ay’ın Güneş etrafında dönmesiyle vakitler meydana geliyor. Yer’in dönüşüyle mevsimler, seneler, gün ve geceler; Ay’ın dönüşüyle aylar husûle geliyor.
- Devamlı teneffüs ettiğimiz hava, akciğere giderek kanı temizliyor. Vücûdumuzun her şeyden çok ona ihtiyacı olduğu için hava son derece kolay ve çok bulunuyor.
- Rüzgârlar bulutları sevk ederek ihtiyaç olan yere yağmur götürüyor. Yine rüzgârlar, bitkileri ve ağaçları aşılıyor, sıcaklığı ayarlıyor, havayı temizliyor…
- Aynı şekilde denizlerin faydaları da saymakla bitmez…
Bütün bunların ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice hususların, insan hayatındaki ehemmiyeti mâlûmdur. Dolayısıyla bunları ibret nazarıyla seyredip tefekkür eden bir insan şu neticeye varır ki, bütün eşyânın yaratılışında büyük bir hikmet ve gâye bulunmaktadır. Bunu tesâdüf olarak kabullenmek ise, akıl, iz’an ve insafın iptali demektir. Bunlar, ilim, hikmet, kudret ve azamet sahibi bir Zât’ın eseridir. O da Allah Teâlâ Hazretleri’dir.
Hâsılı akl-ı selîm sahibi olup da tefekkür eden bir insanın Rabb’ini bulması, O’na ve bu ilâhî ihtişam ve azamete hayran olması gâyet kolaydır. Bu, selîm aklın ve berrak bir vicdânın en tabiî neticesidir. Bir insan, kâinâtta ve kendisinde olup bitenleri hakkıyla tefekkür etse, kâfir ise îmâna kavuşur, mü’min ise îmânına seviye kazandırır; mârifet ve muhabbet basamaklarında yol almaya başlar.
Allah’a imanın Faydaları
Cenâb-ı Hak, insanın fıtratına, yani yaratılışına îman etme ihtiyacını koymuştur. Bu sebeple, sahih bir îmâna sahip olamayan insan, mânen huzursuz olur. Kalbinde taşıdığı derin bir tatminsizlik hissiyle yaşar. Bunun yegâne çâresi, Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği şekilde îmân etmektir.
Diğer taraftan, kendisini dâimâ gören, işiten ve bilen bir Allâh’a îmân eden kişi, güzel ahlâk sahibi olup, hakka hukûka riâyet eder. Bu sebeple de huzurlu bir hayat yaşar. Kimseye zarar vermediği gibi, kimseden de zarar görmez. Âhiretteki ebedî hayatı ise dünyasından daha güzel olur.
Allâh’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa, ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah Teâlâ’nın kıyâmet günü kendisini hesâba çekerek amellerinin karşılığını -iyi veya kötü- mutlakâ vereceğini bilir ve ona göre hareket eder.
Allâh’a îmân eden kişi, gurur ve kibirden korunur, tevâzû sahibi olur. Gurur ve kibir, insanlarda bulunan en kötü kalbî hastalıktır. Bütün tartışma, kavga ve mücâdelelerin altında hep kibir duygusu yatar. Dolayısıyla, kibirli kimse bir müddet sonra bütün dostlarını kaybederek yalnızlığa itilmeye mahkûmdur. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“En büyük yalnızlık, kendini beğenmektir.” buyurmuştur.
Tevâzû ise insanı süsleyen en güzel hasletlerden biridir. Allâh’a îman eden kişi, kendisinde bulunan her şeyin Allah tarafından lûtfedildiğini bilir. Bu sebeple de dâimâ tevâzû ve şükür hâlinde bulunur. Bu da onun insanlarla güzel geçinmesini ve herkes tarafından sevilmesini sağlar.
Bunun yanında îman, başa gelen sıkıntı ve belâlara karşı büyük bir tesellî kaynağıdır. Îmansız insan sıkıntılar karşısında kendini harâb eder, kolay kolay tesellî yolu bulamaz. Mü’min ise elinden geleni yaptıktan sonra Allâh’a tevekkül eder ve teslîm olur. Güzel bir neticeyle karşılaşırsa şükreder, Allâh’ın rızâsını kazanır. İstemediği bir şeyle karşılaşırsa sabreder, yine Allâh’ın rızâsını kazanır. Yani her hâli onun için hayırdır. (Bkz. Müslim, Zühd, 64)
Allâh’a îmân eden ve bunun gereğini yapan kişi, ölümden çok fazla korkmaz. Îmansız kimse ise ölüm korkusuyla hayatını kendisine zehir eder. Bu dünyada huzur bulamadığı gibi âhirette de rahat yüzü göremez. Ölüm sonrasını hesâba katmadığından, dünyada eline fırsat geçtiğinde her türlü zarar ve ihâneti yapabilir. Ufacık bir menfaati için bütün dünyayı ateşe vermeyi bile düşünebilir.
Allâh’a îman ve ibâdet, sıhhat açısından da faydalıdır. International Journal of Psychiatry in Medicine’ın Şubat 2002’de yayınladığı araştırmaya göre, mü’minlerin beraberce yaptığı ibadetlere sık sık devam edenlerin, kanser dışı sindirim hastalıklarına yakalanma ihtimalleri yarı yarıya daha azdır. Damar rahatsızlıklarından (kalp krizi ve felç dâhil) ölme oranları yüzde 21, solunum hastalıklarından ölme oranları ise yüzde 66 daha azdır.
Bu araştırma şu husûsa dikkat çekiyor: Dînin psikolojik faydaları giderek daha çok anlaşılıyor. Kişinin îmânı ve mâneviyâtı kuvvetlendikçe, rûhu endişe ve stresten uzaklaşıyor. Daha iyi kâbiliyetlere, güçlü sahiplenme duygusuna, daha berrak bir idrâke ve aydınlık bir hayata kavuşuyor.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Bakara, 18. [2] Bkz. İsmâil Fennî Ertuğrul, Îman Hakîkatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İstanbul, 1978, s, 21-22. [3] el-Tekvîr, 1.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları