Allah'a Nasıl Şükretmeliyiz?

Allah`a İman

Her nîmet bir bedel ister. Bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiâ etmek, abesle iştigaldir.

Güzel ahlâkın özü, hiç şüphesiz ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun izinden giden sâlih kullara dost olmaktan geçer. Fazîletler halkasına tutunmanın ilk şartı budur. Onlarla dostluğu kaybederek gafletin girdâbında helâk olmak ise kötü ahlâkın özünü teşkil eder.

Sâlih ve sâliha bir mü’min, rûhundan âleme rahmet taşıran, merhamette zirveleşen, affedebilmenin hazzını duyan, çile ve ıztırapları sabır gücü ile bertaraf eden ve dâimâ Cenâb-ı Hakk’a şükür duyguları içerisinde bulunan zarif bir kişiliktir.

ŞÜKÜR; ALLAH'I BİLMEKTİR

Şükür; mü’minin, kendisine lûtfedilen nîmetlere ve iyiliklere karşı sevinerek, onları ihsân eden Rabbine çeşitli söz ve davranışlarla hâlisâne bir kullukta bulunmasıdır. Yani şükür, nîmetin hakikî sâhibini bilmektir.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Îman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, VII, s. 127)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şükür ve sabrın birbirine olan üstünlüğü hakkında şöyle buyurur:

“Şükürle sabır birer binek hayvanı olsalardı, hangisine daha önce bineceğimi kestiremezdim.”

Hadîs-i şerîfte şükür ve sabır ehli şöyle tavsîf edilmektedir:

“…Dindarlıkta kendinden üstün olana bakıp tâbî olmak, dünyalıkta ise kendinden aşağıda olana bakıp, Allâh’ın kendisine verdiği üstünlüğe hamd etmek… Böyle yapanları Allah, şükredici ve sabredici olarak yazar. Kim de dindarlıkta kendinden aşağıda olana, dünyalıkta ise kendinden üstün olana bakar da elde edemediğine üzülürse, Allah onu şükredici ve sabredici olarak yazmaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 58)

ŞÜKÜR, SADECE “ŞÜKÜRLER OLSUN” DEMEMEKTİR

Makbûl bir şükür, yalnızca sözle ifâde edilen şükür değildir. Gerçek bir şükür, birbirine bağlı üç unsurdan oluşur. Bunlar; ilim, hâl ve ameldir.

–İlim; bütün nîmetlerin Hak’tan geldiğini bilmektir.

–Hâl; nîmetlerin gerçek sahibine karşı tâzim, hürmet ve muhabbet duymaktır.

–Amel ise; bu duyguların gerektirdiği minvâl üzere yaşayıp şükrü kavlen ve fiilen ifâde etmek, nîmetleri Hakk’ın rızasına uygun olarak kullanıp O’na isyandan sakınmaktır.

Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri şükrü şöyle târif etmektedir:

“Şükür, sadece lafzan; «Yâ Rabbi Sana şükürler olsun!» demek değildir. Bilâkis Allâh’ın kendisine lûtfettiği nîmetlerin hepsini yaratılış maksadına uygun olarak kullanmaktır. Şükrün en makbûlü ise sârî olan, yani din kardeşlerine fayda veren (ictimâî) ibadetlerden (ve hizmetlerden) ibârettir.”

HAYAT DEĞİŞİR, MÜ'MİN DEĞİŞMEZ

Cenâb-ı Hakkʼa hamd, şükür, zikir, rızâ ve duâ hâli, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez bir vasfı olmalıdır.

Şükür, şımarıklığa, aşırılığa direnişte bulunmak, dolayısıyla da nîmetin elden gidişine engel olabilme gayretidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın şükür hakkındaki vaadi şöyledir:

“…Şükrederseniz (elbette size olan) nîmetimi artırırım…” (İbrahim, 7)

İnsan olarak en büyük vazifemiz, Rabbimize olan şükür borcumuzu ödemeye çalışmak. Yoktan var edilmiş olmak bile, şükründen âciz kalınacak bir nîmet… Hâl böyleyken; varlıklar içinde insan, insanlar içinde ehl-i îmân, -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber içinde Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ümmet olmak, ne muazzam mazhariyetler!..

Sadece bu nîmetler için bile Rabbimiz’e şükür secdesine kapanıp bir ömür başımızı kaldırmasak, yine de az, yine de noksan, yine de “hiç” hükmünde…

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, Sayı: 126