Allâhʼa Sadâkat Gösteren Îman Kahramanları
İnsanlık tarihi, azıcık bir dünyevî menfaat için hak ve hakîkatten saparak âhiretini satan din bezirgânlarına da şâhit olmuştur; bunun zıddına, canları pahasına îman ve istikâmetlerini koruyup Allâhʼa sadâkat gösteren îman kahramanlarına da vardır. Peki bizler dinimiz için ne kadar fedakârlıkta bulunuyoruz?
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Dünyayı muhkem[1] tutarlar,
Dîni yabana atarlar,
Cennetʼi yoğa satarlar,
Nicʼolur bizim hâlimiz?..
Dünyevî ve nefsânî menfaatler uğruna, dinden, îmandan, ahlâktan tâviz vermek, fânîlere kendini beğendirebilmek için hak ve hakîkatten sapmak, kişinin âhiretini elîm bir azap faslına çeviren büyük bir aldanıştır.
İnsanlık tarihi, azıcık bir dünyevî menfaat için hak ve hakîkatten saparak âhiretini satan din bezirgânlarına da şâhit olmuştur; bunun zıddına, canları pahasına îman ve istikâmetlerini koruyup Allâhʼa sadâkat gösteren îman kahramanlarına da…
Meselâ; putperest bir kavme karşı tevhid mücadelesi veren Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-, Allah için ateşe atılmaya râzı oldu. Canından geçti, can buldu. Malını cömertçe bezletti, “Halil İbrahim bereketi”ne nâil oldu. Oğlu İsmâil’i Allah yolunda kurban etmeye râzı oldu, evlâdına bedel Cennetʼten bir koç indirildi.
İsmail -aleyhisselâm- da babası İbrahim -aleyhisselâm- gibi Allâhʼın emrine teslîm olarak canını vermeye râzı oldu, Cenâb-ı Hak onu kurtarıp neslinden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi göndermekle muazzam bir şerefe nâil eyledi. Her ikisi de kendilerini Allâh’ın emrini îfâdan alıkoymak isteyen şeytanı taşladı, nefse ve şeytana aslâ tâviz vermedi.
Habîb-i Neccâr, zâlimler tarafından taşlanarak can vermek pahasına tevhîdi müdâfaa edip tebliğde bulunarak şehâdet şerbetini içti.
Gördükleri mûcize karşısında îmanla şereflenen Firavunʼun sihirbazları, canlarını ve dünyalarını değil, îmanlarını ve âhiretlerini kurtarma endişesiyle şehîd oldular.
Zâlim Ashâb-ı Uhdûdʼun ateş dolu hendeklere attıkları mü’minler de, inançlarından tâviz vermedikleri için şehâdet şerbetini içtiler.
İlk Îsevîler, sirklerde aslanların dişleri arasında parçalanmak pahasına, îmanlarını muhafaza ettiler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İslâmʼı tebliğden vazgeçmesi için Mekkeli müşriklerin servet, şehvet ve şöhret teklifleriyle sınandı. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Vallâhi, Allâhʼın dînini tebliğden vazgeçmem için, Güneşʼi sağ elime, Ayʼı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya Allah Teâlâ onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” buyurdu. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)
Velhâsıl insanlık tarihi boyunca İslâm, fedakârlıklarla devam ederek bugünlere geldi. Bizler de, peygamberlerin, evliyâullâh’ın, sâlih ve sâdık mü’minlerin sergiledikleri sarsılmaz sadâkat ve fedakârlıkların tefekküründe derinleşerek, onların bu güzel hâllerinden hisseler almaya gayret göstermeliyiz. Zira âhirette onlarla beraber olmak istiyorsak, bugün bizler de onlar gibi îmanda sadâkat göstermek mecburiyetindeyiz.
Âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere;
“Allah, (kıyâmet günü) şöyle buyuracak: «Bugün, sâdıklara (doğruluktan ayrılmayanlara), sıdklarının (doğruluklarının) fayda vereceği gündür.» Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Oʼndan râzı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.” (el-Mâide, 119)
Allah için canları pahasına istikâmetlerinden tâviz vermeyip tarihin altın sayfalarına adları yazılan îman kahramanlarına mukâbil, dünyevî ve nefsânî menfaatler karşısında akılları başından giden, irâdeleri eriyen, ayakları kayan bedbahtlar da tarihin çöplüğüne düşerek insanlığa bir ibret dersi olmuşlardır.
Nitekim; önceleri sâlih bir kul iken, servetle imtihan edildiğinde şımarıp azgınlaşan Kârun, -Hüdâyî Hazretleriʼnin tâbiriyle- dünyaya sarılarak dînini yabana atan ve Cennetʼi yok pahasına satan bedbahtlar kervanına dâhil oldu.
İsrâiloğulları içinde âlim ve velî biri olarak tanınan Belʻam bin Bâûrâ, Allah Teâlâʼnın ism-i âzamı öğrettiği, kerâmet sahibi, sâlih bir kuldu. Fakat sonradan hevâsına / nefsânî arzularına meyletti. Neticede, o mânevî hâlini kaybetti, hattâ îmânsız olarak öldü.[2]
Aynı şekilde, Tevratʼtan işlerine gelmeyen hükümleri bile bile gizleyip hakîkati örten, bildikleriyle amel etmeyen, dünyevî menfaatlerini kaybetmemek için tebliği ihmâl eden Benî İsrâil âlimleri, -Kurʼânî tâbirle- kitap yüklü merkepler[3] derekesine düştüler.
Romaʼnın ağır baskı ve zulmünden kurtulmak ve hükümdarlara kendilerini kabul ettirebilmek için; “Sezarʼın hakkı Sezarʼa!” diyerek dînin dünya hayatına dâir hüküm koyma salâhiyetini -hâşâ- Allahʼtan alıp fânîlere veren, dînin içtimâî hayattaki muâmelâtını iptal ederek onu mâbede hapseden, kendi nefsânî yaşayışlarına uydurmak için İncilʼi istedikleri gibi tahrif eden, tevhîd akîdesini bozarak teslisʼe, namazı âyine, orucu perhize, sünneti vaftize çeviren hristiyan din adamları da aynı hazin âkıbetin yolcusu oldular.
Tıpkı bu bedbahtlar gibi günümüzde tarihselciler de, Kurʼân-ı Kerîmʼi ve hadîs-i şerîfleri kendi nâkıs akıl ve anlayışlarına göre tahlil ederek, dinler tarihindeki tahrif hareketlerinin bugünkü temsilcileri olmaya çalışıyorlar.
Hakkında nass bulunan, yani âyet veya hadis vârid olmuş bir dînî hükümde, herhangi bir kıyas veya akıl yürütmeyle farklı yönde bir içtihad yapılması mümkün değilken, bu bedbahtlar, âdeta Allah ile cidâle girercesine, dinde tâdilâta kalkışıyorlar.
Unutmamak îcâb eder ki, Allâhʼa karşı ilk cidâle giren, iblistir. İblis ise bu küstahlığının neticesinde, ilâhî huzurdan kovulup lânete dûçâr olmuştur.
Bugün de Kurʼânʼın “mîras hukuku” gibi birtakım ahkâmını beğenmeyip değiştirmeye yeltenenler, yaptıkları bu îtirazlar sebebiyle, iblis ile aynı âkıbetin yolcusu olmaktan endişe etmelidirler.
Şu tarihî hakîkat de çok ibretlidir ki; ecdâdımız Osmanlı, Kurʼân-ı Kerîmʼe cân u gönülden râm olup onu muhabbet ve teslîmiyetle rehber edindiğinde, fetihlerden fetihlere koştu. İslâmʼı samimiyetle yaşayıp yaşattığında, 400 çadırlık bir aşîretten, kısa zaman zarfında 24 milyon km2, yani bugünkü Türkiyeʼnin 30 misli büyüklüğünde, muazzam bir cihan devleti hâline geldi.
Fakat Lâle Devriʼnde olduğu gibi cihad rûhu zayıflayıp dünyaya meyil ve nefsânî zevklere düşkünlük başlayınca, Tanzîmatʼta olduğu gibi Batıʼya râm olunup Kurʼân ahkâmından tâvizler verildikçe; müslümanların düşmana korku salan haşmet, savlet ve heybeti eridi, düşmanın cesareti arttı ve neticede yıkım kaçınılmaz oldu.
Bu acı manzara, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkazını hatıra getiriyor:
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında:
“‒Size saldırmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya üşüşen yiyiciler gibi birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.” buyurmuştu.
Orada bulunanlardan biri:
“–O gün sayıca az olacağımız için mi bu durum başımıza gelecek yâ Rasûlâllah!?” diye sordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır, bilâkis o gün siz çok olacaksınız. Lâkin sizler, bir selin getirip yığdığı çer-çöp misâli, hiçbir ağırlığı olmayan kimseler durumuna düşeceksiniz. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalbinize zaafı atacak!” buyurdu.
“–Zaaf da nedir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorulunca:
“–Dünya sevgisi ve ölüm korkusudur!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5/4297)
Velhâsıl ecdâdımız Osmanlı, İslâmʼı ve Kurʼânʼı baş tâcı ettiği zaman, Edebali Silsilesinden, Akşemseddinlerden, Ebu’l-Vefâlardan, Hüdâyîlerden, velhâsıl Hak dostu âlim ve âriflerden feyz ve duâ aldığı vakit, izzet ve şerefle yüceldi. Buna mukâbil, gönüllerde dünya meyli arttıkça, Batı hayranlığı neticesinde dîni ilerlemeye engel olarak gören gâfiller çoğaldıkça, gayr-i müslimleri memnun etmek için tâvizler verildikçe; ilâhî nusret ve inâyet kalktı, Cenâb-ı Hak nîmetini geri aldı.
Ne hazindir ki Osmanlıʼnın tarih sahnesinden çekilmesiyle koca bir İslâm âlemi başsız kaldı. Bir aslan öldü, bakiyesinden 70 tane devlet kuruldu. Bir aslan yavrusu olarak bugün yalnız Türkiyemiz kaldı. Türkiyemizʼin düştüğü yerden ayağa kalkması, ümmet-i Muhammedʼe örnek ve lider olacak şekilde, yeniden İslâm, îman ve güzel ahlâk ile ihyâ olması için, kalbî ve fiilî duâlarda bulunmayı ihmâl etmeyelim.
Cenâb-ı Hak, karşılaştığımız bütün imtihanlarda his ve fikirlerimizi, hâl ve davranışlarımızı rızâsıyla teʼlif eylesin. Her hâlükârda Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayıp müslümanlar olarak can verebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser kılsın. Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Muhkem: Sağlam, sıkı.
[2] Bkz. el-Aʻrâf, 175-176.
[3] Bkz. el-Cumʻa, 5.
Kaynak: Altınoluk Dergisi, 2023 – Temmuz, Sayı: 449
YORUMLAR