Allah’a Saygı ile İlgili Örnekler

İMAN

Allah’a saygı veyahut hürmet nasıl olmalıdır? Allah’a saygı veyahut hürmet göstermek ile ilgili örnekler...

Tâzîm, îmandan neş’et eden takvâ, muhabbet, tevâzû, kadirşinaslık gibi güzel duyguların ve kalbî hassâsiyetlerin bir hâsılasıdır. Zâten İslâm’ın özü de kısaca şu iki ölçü çerçevesinde târif edilmiştir:

  1. “Tâzîm li-emrillâh”, yâni Allâh’ın emirlerini titizlik ve ihtirâm içinde yerine getirmek.
  2. “Şefkat alâ halkillâh”, yâni Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet göstermek.

EN BÜYÜK EDEP

En büyük edep, Cenâb-ı Hakk’a karşı tâzîm göstermektir. Bunun da en güzel ve güçlü tezâhürü ibâdetlerde kendini gösterir. Daha sonra, Allâh’a yakınlık derecelerine göre diğer varlıklara hürmet duygularıyla yaklaşmaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzîm gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

Buna göre namaz, Kur’ân-ı Kerîm, Ezân-ı Muhammedî, kurban gibi nice mukaddes emânetler ile Kâbe-i Muazzama, Safâ-Merve Tepeleri gibi nice kudsî mahaller, hep Allâh’ın birer şiârı hükmündedir. Hac ve umre esnâsında, bunlara hürmette kusur etmeyip bilhassa tâzîm göstermek îcâb eder. Kâbe’ye doğru ayak uzatarak oturmak veya yatmak, o mübârek mekânlarda boş ve mâlâyânî konuşmalarda bulunmak, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i saygısız bir şekilde tilâvet etmek, dinlemek ve tâzîmi zedeleyecek şekilde onu yere koymak gibi nâhoş davranışlardan sakınmak gerekir.

Allâh -celle celâlühû-; Zât-ı İlâhî’sine, peygamberlerine, velîlerine ve mukaddes emânetlere hürmet ve tâzîmde bulunanları âbâd eylemiş, üzerlerine dâimâ rahmetini indirmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içlerinde bulunduğu müddetçe, Mekke müşriklerine dahî azâb etmemiştir.[1]

Kur’ân-ı Kerîm’de ibretli kıssaları anlatılan Firavun’un sihirbazları, Allâh’ın şiarlarına tâzîmin getirdiği müstesnâ nâiliyetlere en güzel misallerden biridir. Nitekim Firavun, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mûcizeleri karşısında âciz kalınca, Mısır sihirbazlarını topladı, onlara büyük mükâfatlar vaad etti. Lâkin sihirbazlar, musâbakaya başlarken Allâh’ın Peygamber’i Mûsâ -aleyhisselâm-’a nezâketle tâzîm gösterip öncelik hakkını onun tercihine bıraktılar. Bu nâzik tavır, Cenâb-ı Hakk’ı hoşnud etmiş olacak ki, daha o an sihirbazların gönüllerinde hidâyet muhabbeti neşv ü nemâ bulmaya başladı. Ardından da şâhid oldukları mûcizevî tecellîler, o kalbî zeminde îman şerefini tatmalarına vesîle oldu. Hem de öyle bir îman ki, candan fedâkârlık mukâbilinde bile aslâ tâviz verilmeyen kâmil bir îman…

Hazret-i Mevlânâ bu kıssada sergilenen, Allâh’ın şiarlarına tâzîm sırrının tecellîlerini şöyle ifâde buyurur:

 “Sihirbazlar, büyük bir peygambere, Allâh’a yakın yüce bir kula, müsâbakanın başında öncelik tanıyarak gösterdikleri nezâket, iltifat ve hürmet dolayısıyla tevhîd akîdesine geldiler, fakat o büyük peygamberle müsâbakaya çıkmaları sebebiyle de cezâya uğradılar.”

Osman Gâzî’nin Kur’ân-ı Kerîm’e hürmet ve tâzîmi neticesinde gördüğü rüyâ ve bu rüyâyı tâbir eden Şeyh Edebali Hazretleri’nin kızını onunla evlendirmesi de meşhur bir hâdisedir. Bu sebeple dünyâ târihinin en uzun ömürlü devleti olan Osmanlı’nın temelinde Kur’ân-ı Kerîm’e karşı gösterilen hürmet, tâzîm, muhabbet, nezâket ve hizmetin bulunduğunu söylemek mümkündür.

Kuvvetini Kur’ân-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetten alan bu Devlet-i Aliyye, daha sonra mukaddes emânetlere sâhip olunca, onları da târihte misli görülmemiş bir tâzîm ile muhâfaza etmiş, ayrıca Harameyn-i Şerîfeyn’e, lâyık olduğu hürmet ve kudsiyete münâsip bir sûrette uzun asırlar hizmet etmiştir.

ALLAH’A SAYGI (HÜRMET) İLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Kıbleye Karşı Tükürmeyin

Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin kıble tarafında bir balgam görmüştü. İnsanlara dönerek:

“–Bâzılarına ne oluyor ki Rabbine yöneliyor ve önüne tükürüyor. Biriniz kendisine dönülüp yüzüne tükürülmesini ister mi?..” îkâzında bulundu. (Müslim, Mesâcid, 53)

Bu Adam Sünnet’e Uymuyor

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, takvâ ehli olduğu söylenen birini ziyâret için gittiğinde, onun kıble istikâmetine tükürdüğünü gördü. Bunun üzerine:

“Bu adam Sünnet’e uymuyor!” düşüncesiyle görüşmeyip geri döndü.

Allah Yazılı Takıları Tuvalete Girerken Çıkarın

Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tuvalete gireceği zaman, Allah Teâlâ’ya tâzîminden dolayı üzerinde “Muhammedün Rasûlullâh” yazan yüzüğünü çıkarırdı. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10/19)

Beytullâh’ı Görünce Şu Duayı Okuyun

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, haccı esnâsında Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırmış ve:

“Ey Allâh’ım! Bu Beyt’inin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile tâzîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tâzîmlerini ve iyiliklerini artır!” diyerek duâ etmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 173)

Peygamberimizin Kurban Hususunda Allah’a Saygısı

Âyet-i kerîmede, “Biz, (kurbanlık olarak seçtiğiniz) büyükbaş hayvanları da Allâh’ın şiarlarından (O’nu hatırlatan nişânelerden) kıldık...” (el-Hac, 36) buyrulduğu üzere kurban da İslâm’ın şiarlarındandır. Bu sebeple kurbana ve kurbanlık hayvanlara Allâh için hürmetkâr olmak îcâb eder. Bütün ibâdetlerde olduğu gibi, kurbanda da aslolan, tâzîm ve takvâ hisleridir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allâh’a, kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanları ulaşır. O’na ancak sizin takvânız ulaşacaktır...” (el-Hac, 37)

Âlemlerin Efendisi’nin kurban vâsıtasıyla Allâh’a göstermiş olduğu tâzîme, şu hâdise güzel bir misal teşkil eder:

Müslümanlar umre yapmak üzere Hudeybiye’ye kadar gelmiş, ancak müşrikler Mekke’ye girmelerine mânî olmuşlardı. Ashâb-ı kirâm, yanlarında kurbanlıklarını da getirmişlerdi. Bunlar arasında, Bedir Gazvesi’nde ganimet olarak ele geçirilen ve burnunda gümüş halka takılı olan Ebû Cehil’e âit iyi cins bir deve de bulunuyordu. Bu deve, kurbanlık develerle birlikte yayıldığı sırada, kaçarak Mekke’ye kadar gitti ve Ebû Cehil’in evine vardı. Amr bin Aneme -radıyallâhu anh- da devenin ardından gitti. Birtakım kimseler onu Amr’a teslîm etmek istemediler. Daha sonra bu deveye karşılık yüz deve vermeyi teklîf ettiler. Durumdan haberdar olan Peygamber Efendimiz:

“–Eğer biz onu, kurbanlık olarak belirlememiş olsaydık, dileğinizi yerine getirirdik!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 614)

Burada Allah Rasûlü’nün hilm ve müsâmaha sıfatı ile Allâh’a tâzîmi müşâhede edilmektedir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en yumuşak huylusu idi. İnsanların meşrû isteklerini kırmak âdeti değildi. Burada görüldüğü gibi kâfirlerin isteğini de yerine getirecekti, lâkin O’ndaki, Allâh’a ve dîninin alâmetlerine olan tâzîm hissi, her şeyin üzerindeydi. Bu sebeple Allâh için kurban kesilmek üzere işâretlenmiş bir deveyi başka yönde kullanmadı.

Sami Efendi ve Musa Efendi Hazretleri’nin Kurban Hususunda Gösterdikleri Saygı

Kurban husûsunda Allâh dostlarının gösterdiği tâzîm de ne kadar ibretlidir:

Sâmi Efendi Hazretleri ve rahmetli pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kurban keserken çok hassas davranırlardı. Bir çukura iki kurban kestirmezlerdi. Hayvanın gözünü bağlatırlardı. Hayvanı kesileceği yere iterek kakarak sürükletmezler, şâyet küçükbaş bir kurban ise, kucağa alınarak rıfk ve mülâyemetle götürülmesini isterlerdi. Keserken bıçağın keskin olmasına dikkat ederlerdi. Hayvana eziyet vermeyecek şekilde güzelce kesilmesini ve kanın iyice boşalmasını arzu ederlerdi. Kurban kesilirken oturmaz, hayvanın kanı tamamen akıncaya kadar ayakta beklerlerdi.

Çünkü kurban da diğerleri gibi şuurla îfâ edilmesi gereken bir ibâdettir. Allâh’a tâzîmin, verdiği nîmetlere şükrün ve O’nun yolunda fedâkârlığın bir ifâdesidir. Allah Teâlâ, hayvanı insanın istifâdesi için yaratmış ve ona âmâde kılmıştır. Etinden, sütünden, derisinden, yününden, hâsılı her şeyinden faydalanılan bu nîmet, Allâh’ın kullarına büyük bir ikrâmıdır.

Bir bardak su ikrâm edene bile teşekkür etmek, insanlık îcâbı bir davranıştır. O hâlde bizlere sayısız nîmetler ihsân etmesi sebebiyle Allâh’a dâimâ şükür hâlinde bulunmalı, istifâdemize sunulan bu mübârek hayvanları kurban ederken de tâzîme riâyet ederek nezâketli, merhametli ve şefkatli davranmalıyız.

Sahabilerin Mushaf’a Saygısı

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da her sabah Mushaf’ı eline alır, büyük bir tâzîmle öper ve duygulu bir şekilde:

“Rabbimin ahdi, Rabbimin apaçık fermânı!” diye bağrına basardı. (Kettânî, II, 196-197)

İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve:

“Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi. (Hâkim, III, 272/5062)

Kur’an Ayetlerinin Yıkandığı Sular

Önceleri, mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes -radıyallâhu anh-, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rastgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Bu suları aynı zamanda şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, II, 200)

Allah’ın Kelamına Saygı

Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel Mekke halkı, fesâhat ve belâğatta önde gelen yedi şiiri seçerek Muallakât-ı Seb’a ismiyle Kâbe duvarına asmayı âdet hâline getirmişlerdi. Bu şiirlerden birisi de, Lebîd bin Rebîa’ya âitti. Lebîd’in eseri yıllarca Kâbe duvarında asılı kalmıştı. Lebîd, îman nîmetiyle şereflendiğinde, Allâh’ın kelâmına olan tâzîm ve hürmeti sebebiyle, bir daha şiir söylemedi. Son şiiri de müslüman olduğunda söylediği şu beyit oldu:

“Allâh’a hamd olsun ki ecelim gelip çatmadan, İslâm’ın o nurlu elbisesini ben de giydim.” (İbn-i Abdilber, el-İstîâb, III, 1335)

Hz. Süleyman’ın (as.) Mektubuna Hürmet

Süleyman -aleyhisselâm-, Sebe melîkesi Belkıs’a îmâna dâvet eden bir mektup gönderdi. O zaman putperest olan Belkıs, mektubu okuyunca:

“–Beyler, ulular! Bana şerefli bir mektup gönderildi. Mektup Süleyman’dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adı ile başlamaktadır.” dedi.

Onun bu tâzîmi dolayısıyla bâzı âlimler:

“Belkıs, Hazret-i Süleyman’ın mektubuna hürmet edip değer verdiği için îmân ile şereflendi.” demişlerdir.

Besmele Yazılı Kağıda Hürmet

Allâh dostlarından Bişr-i Hafî Hazretleri, hayâtının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kağıt buldu. Onu öpüp başına koydu. Kokular sürdü ve güzel bir yere sakladı. O gece rüyâsında şöyle bir nidâ işitti:

“Benim ismimi güzel kokulara sardın, ona tâzîm ve hürmette bulundun. Ben’im izzetim ve azametim hakkı için, Ben dahî senin adını iki cihanda hürmetli kılacağım.”

Bunun üzerine Bişr uyandı, tevbe etti, sadâkat ve samîmiyetle Allâh’a yöneldi.[2]

“Lafzatullâh”a Hürmet

Allah Teâlâ ve Rasûlü’ne her vesîle ile tâzîmlerini ifâde eden ve bunu hayatlarının tabiî bir düstûru hâline getiren ecdâdımız, te’lîf ettikleri eserlerde “Lafzatullâh”ı hürmeten açık olarak yazmamışlardır. Kitapların yere konulabileceği düşüncesiyle « Çááøٰå » lafzınının yerine «Çå» kısaltmasını kullanmışlardır.

İmam-ı Azam’ın İbrahim b. Ethem Hazretleri’ne Hürmeti

Anlatıldığına göre, bir gün Hak dostlarından İbrâhim bin Edhem’in yolu İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne uğradı. Ebû Hanîfe’nin etrafındaki talebeler İbrâhim bin Edhem’e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve İbrâhim bin Edhem’e:

“–Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!” diye seslendi.

İbrâhim bin Edhem mahcup bir edâ ile selâm verip geçti. İbrâhim bin Edhem oradan ayrılınca, etrâfındaki talebeleri İmâm-ı Âzam’a sordular:

“–Bu zât, efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi bir zât ona nasıl «efendimiz» der?”

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, evliyâullâha olan tâzîm hissini ve aynı zamanda kendisinin yüksek tevâzuunu ifâde eden şu cevâbı verdi:

“–O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgul, biz ise işin kıyl u kâliyle...”

Yine Îmâm-ı Âzam Hazretleri, sâdece teheccüd namazlarında giymek üzere, gayet kıymetli ve güzel bir kumaştan elbise diktirmiştir ki, bu da onun Allâh’a olan tâzîmi sebebiyle, ibâdetlere nasıl bir edep, hürmet ve ehemmiyetle yaklaştığını göstermektedir.

İmam Ahmed b. Hanbel’in Bişr-i Hafi Hazretleri’ne Hürmeti

Ahmed bin Hanbel -rahmetullâhi aleyh-, sık sık büyük velî Bişr-i Hafî -kuddise sirruh-’un yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam mânâsıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki:

“–Ey İmâm! Sen, Kur’ân ve Sünnet ilimlerinde müctehid bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı?”

Büyük İmâm şu cevâbı verdi:

“–Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenâb-ı Hakk’ı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır.”

Görüldüğü üzere İmâm-ı Âzam ve Ahmed bin Hanbel Hazretleri, Allâh’a duydukları muhabbet ve tâzîm sebebiyle O’nun ârif kullarına hürmet etmiş ve ziyâretlerine giderek kendilerinden istifâde etmeye çalışmışlardır.

Yavuz’un Sina Çölü’nü Yürüyerek Geçmesinin Hikmeti

Sînâ Çölü, kimsenin geçmeye muvaffak olamadığı dehşetli bir yerdi. Lâkin Yavuz Sultan Selîm’in azmi ve kat’î kararı ile Osmanlı ordusu çöle girmişti. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. “Atların bile kanının kaynayıp zor yürüdüğü bu çölde, Sultan niye atından inip yürümeye başladı?” diye aralarında fısıldaştılar ve onlar da atlarından inip yürümeye koyuldular. Paşalar, Yavuz’un samîmî dostu Hasan Can’a:

“–Ne olur Hünkâr’a sor; acep bu ne iştir?” dediler.

Hasan Can, merakla Yavuz’a, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:

“–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?! O Âlemler Sultânı yaya iken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?” cevâbını verdi.

Osmanlı’da Padişahlık Alameti

Osmanlılar’da pâdişahlık alâmeti taç değildir. Her ne kadar lâkap olarak “tâc-dâr” kelimesi, resmî metinlerde geçerse de, bir pâdişahın pâdişahlığı, bey’at ve kılıç kuşanma ile gerçekleşirdi. Bu, 36. Osmanlı pâdişâhı olan Sultan Vahîdüddîn’e kadar hep böyle devâm etmiştir.

İstanbul’un fethinden sonra kılıç kuşanma mahalli, Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbesi oldu. Bunun için yapılan merâsime “Kılıç Alayı” denirdi.

Yeni pâdişâhın taktığı kılıç, Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a âit kılıçtı. Bu kılıcı, pâdişâha devrin en mûteber din adamı takar, sonra da cehrî bir duâ ile pâdişah tebrîk edilirdi. Gayr-i müslimlerin tebrikleri için Edirnekapı surlarının iç tarafına bir otağ-ı hümâyûn kurulurdu. Çünkü 1839 “Tanzîmat Fermânı”na kadar Eyüp havâlîsine gayr-i müslim ayağı bastırılmazdı. Zîrâ Harem-i Şerîf toprağı gibi mübârek addedilen bu havâlîde bilinen ve bilinmeyen birçok sahâbî medfûndur. Yâni bu arâzî, mübârek sahâbî kanlarıyla sulanmış ve onlara meşhed olmuştur.

Osmanlı’nın Kutsal Topraklara Hürmeti

4. Murad devrinde bir sel baskını olur ve Kâbe’nin iki tarafında çöküntü meydana gelir. Bunun üzerine Mîmarbaşı Rıdvan Ağa tamir için derhâl Mekke-i Mükerreme’ye gönderilir. Gerekli tespitleri yapan Mîmarbaşı, çöken yerleri ifâde ederken Kâbe-i Muazzama hakkında “yıkılma ve çökme” gibi tâbirleri kullanmaktan hayâ eder ve şöyle bir ifâde kullanır:

“Kâbetullâh’ın falanca falanca kısımları semt-i sücûda varmıştır.”

Ayrıca tâmir esnâsında da inşâ için lüzumlu malzemeleri taşıyan hayvanâtın o mübârek mekânları kirletmemesi için gerekli tedbirlerin alınması gibi câlib-i dikkat hürmet tezâhürleri sergilenmiştir.

Esâsen Osmanlı’nın o kudsî beldelere tâzîmi, tâ pâyitahtta başlar. Öyle ki, o zamanlar hac yolculuğunda Avrupa kıtasından Asya’ya geçişteki ilk yere “Harem” ismi verilmiş ve Harameyni’ş-Şerîfeyn’in mâneviyat ve edebine daha orada bürünülerek yola çıkılmıştır. Ve o yolda gaflet ifâde eden hiçbir hareket tasvip edilmemiştir.

Şair Nabi’nin Allah’a Hürmeti

Şâir Nâbî, 1678 yılında, devlet adamları ile beraber Hac seferine çıkar. Kâfile Medîne’ye yaklaşırken, heyecandan Nâbî’nin gözüne uyku girmez olur. Kâfilede bulunan bir paşanın, ayağını gafleten Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan çok müteessir olarak meşhur naatini yazmaya başlar.

Sabah namazına yakın Medîne-i Münevvere’ye yaklaştıklarında Nâbî, yazdığı naatin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;

Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.

“Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..”

Şair Nabi’yi Heyecanlandıran Durum

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,

Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.

“Ey Nâbî, bu dergâha edep kâidelerine uyarak gir! Burası, kudsî ruhların etrafında pervâne olduğu ve peygamberlerin (eşiğini) öptüğü mübârek bir makamdır.”

Bu durum karşısında çok heyecanlanan şâir Nâbî, hemen müezzini bulur:

“–Bu naati kimden ve nasıl öğrendiniz?” diye sorar. Müezzin:

“–Bu gece Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- rüyâmızda bize:

«–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana son derece aşk, muhabbet ve hürmetle doludur. Bu aşkı sebebiyle onu mescidimin minârelerinden kendi naati ile karşılayın!..» buyurdu. Biz de bu emr-i nebevîyi yerine getirdik...” der.

Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:

“–Demek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana «ümmetim» dedi! Demek, İki Cihân Güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..”

Sultan Abdülaziz’in Peygamberimize Hürmeti

Son Osmanlı pâdişahlarından Abdülazîz Han, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son derece hürmet ve muhabbetle bağlı bir pâdişahtı. Bir gün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken kendisine:

“–Medîne-i Münevvere mücâvirlerinden bir dilekçe var!” denilmişti. Bunu duyan hünkâr, bütün gücünü toplayıp, yâverlerine:

“–Derhâl beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talepleri ayakta dinleyeyim! Allah Rasûlü’ne komşu olanların talepleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenemez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbet ve tâzîmini izhâr etmiştir.

Yine o, Medîne-i Münevvere postası her geldiğinde abdest tâzeler, mektupları; “Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin mübârek tozu var!” diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve; “Aç, oku!” derdi.

Ertuğrul Gazi’nin Osman Bey’e Vasiyeti

Ecdâdımızın ulemâ ve fazîlet erbâbına gösterdikleri hürmet de zikre şâyandır. Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimam husûsunda oğlu Osman Gâzî’ye ve O’nun şahsında bütün haleflerinin ruhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştur:

“Bak Oğul! Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme! O, bizim aşîretimizin mâneviyat güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!

Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!

Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasiyetim say!..”

Osman Bey’in Orhan Gazi’ye Nasihati

Osman Gâzî de, oğlu Orhan Gâzî’ye şu nasihatte bulunmuştur:

“…Devlete mânen güç veren fazîlet sâhibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzîmle memleketine dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!..”

Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’ya Hürmeti

Orhan Gâzi döneminde Geyikli Baba diye mâruf bir Allâh dostu, Uludağ’a yerleşmişti. Onun şöhretini duyan Orhan Gâzi, haber gönderip kendisini çağırttı. Ancak dağda geyiklerle dolaşan bu Allâh dostu, yapılan dâveti kabûl etmedi. Ayrıca; “Sakın Orhan da bana gelmesin!” diye haber gönderdi.

Orhan Gâzi, merak edip hayretle sebebini sordurunca, şu cevâbı aldı:

“Dervişler basîret ehlidir, ehl-i kalptir. Yerli yerince hareket etmeleri zarûrîdir. Aksi hâlde istikâmetten ayrılırlarsa, duâları makbûl olmaz. Sizlerse, ümmetin emânetçilerisiniz. Bu durumda sizler, serhad askeri, bizler de duâ askeriyiz. Zaferler, duâ askerleri ile serhad askerlerinin müşterek gayretleri neticesinde elde edilir. Bu muvaffakıyete ulaşma istikâmetinde serhad askerleri, nasıl harp ilmi ve cesâretle techîz ediliyorlarsa; duâ askerlerinin de, dünyâ meyil ve muhabbetinden uzak tutulmaları zarûrîdir. Dolayısıyla korkarım ki, benim sizin yanınıza gelişimle vâkî olması muhtemel atıyye ve ikramlar, dervişlerimizin kalplerine dünyâ muhabbeti sokar ve ukbâ muhabbetini azaltır. Böylece siz de biz de zarar görürüz... Sultanım! Ancak bilesiniz ki, vakti gelince görüşmemiz mukadder olur inşâallâh.”

Bir müddet sonra Geyikli Baba, Bursa’ya geldi ve Orhan Gâzî’nin avlusuna bir çınar dikti. Durumu sultana bildirdiler. Orhan Gâzî, derhâl oraya geldi. Geyikli Baba, O’na:

“–Teberrüken diktik. Durdukça, dervişlerin duâsı sana ve nesline makbûl ola.” dedi.

Orhan Gâzî, daha evvel kendisine gönderdiği mâlumâta rağmen Geyikli Baba’ya gönlünden bir atıyye olarak İnegöl ve çevresini vermeyi teklîf etti. Ancak gözü ve gönlü tok olan Geyikli Baba:

“–Mülk Allâh’ındır. Ehline verir. Biz ehli değiliz.” diyerek kabûl etmedi.

Sultan, ısrâr etti. Bunun üzerine Geyikli Baba, verileni kabûl etmemenin kibir olacağından korktu ve:

“–Şu karşıda duran tepecikten beriye olan yerler dervişlerin avlusu olsun!” dedi.

Ehlullâha hürmette kusûr etmeyip devletin temel harcını onlarla yoğuran Orhan Gâzî, ikrâmının Geyikli Baba tarafından kabûlünden sonra büyük bir sevinç içerisinde onun ellerine kapandı; öptü, öptü, öptü... Vefâtından sonra da ona bir türbe ve mescid yaptırdı. Bu türbe hâlâ ziyâret edilmektedir.

Târih şâhittir ki, Osmanlı sultanlarının Allâh dostlarına olan tâzîmi, kendilerine ihsân edilen te’yîd-i ilâhînin (ilâhî yardımın) başlıca sebeplerindendir.

Fatih’in, Akşemseddîn Hazretleri’ne Hürmeti

Fâtih’in, Akşemseddîn Hazretleri’ne gösterdiği tâzîm, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrâfındakilere:

“–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddîn gibi azîz ve mübârek bir Allâh dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır...” demesi, şâyân-ı dikkattir.

Alimlere Hürmet

Meşhur Osmanlı âlimlerinden Kemâl Paşazâde, önceleri iyi bir asker iken daha sonra bu mesleği bırakıp kendisini tamamen ilme vermiştir. Bâzı kaynaklarda onun bu tercîhi husûsunda kendi ağzından şöyle bir rivâyet nakledilir:

“Sultan Bâyezîd Hân-ı Velî ile beraber bir seferdeydik. Sultânın yanında vezîr İbrâhim Paşa ve meşhur kumandanlardan Evranosoğlu da vardı. Evranosoğlu ki, hiçbir kumandan onun önüne geçemez, meclislerde ondan ileriye oturamazdı. Fakat o sırada eski püskü elbiseler içinde bir âlim geldi ve kumandanın üst tarafına oturdu. Hiç kimsenin bir şey deyip mânî olmadığı bu duruma son derece şaşırdım. Yanımdakilere:

«–Evranosoğlu gibi bir kumandanın önüne geçip oturabilen bu şahıs kimdir?» diye sordum.

«–Molla Lütfî adında âlim ve fâzıl bir zâttır!» dediler.

«–Ne kadar maaş alır?» dedim.

«–Otuz dirhem.» dediler. Hayretle:

«–Bu kadar az bir mansıbla nasıl olur da bir kişi eşsiz bir kumandanın önüne geçebilir?» dedim. O zaman dediler ki:

«–Âlimler, sâhip oldukları dînî ilimlerin yüceliği sebebiyle böyle tâzîm görür. Zâten aksi bir duruma, îman, irfan ve edeple yoğrulmuş olan paşa ve kumandanların gönülleri de râzı olmaz!..»

Bunun üzerine bendeki liyâkatin bu kumandanlar kadar olmaya yetmeyeceği, ancak ilim sahasında son derece tebârüz edebileceğim hissine istinâden artık tamamen ilimle meşgûliyete meyledip askerliği bıraktım.”

Bu tercihten sonra Kemâl Paşazâde, ilimde “ferîd-i asrihî: Asrında tek olan” tâbiriyle ifâde edilen bir mertebeye ulaştı. Zenbilli Ali Efendi’nin vefâtından sonra da Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu şeyhülislâmı oldu.

Şeyhinin Ardında Yürüyen Sultan

Sultan 1. Ahmed Han, Üsküdar’a gittiği bir günde, çarşıda Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne tesâdüf eder. Derhâl atından inerek, yerine şeyhini oturtup kendisi de atın arkasından yürümeye koyulur. Hüdâyî Hazretleri’nin gönlü, koca pâdişâhın yaya olarak yürümesine râzı olmaz ve bir müddet sonra:

“–Sırf şeyhimin duâsı ve sultânımın emri yerini bulsun diye bindim!” diyerek attan iner. Böylece de şeyhi Üftâde Hazretleri’nin:

“–Oğlum! Pâdişahlar ardınca yürüsün!” şeklindeki duâsı yerine gelmiş olur.

Sultan 1. Ahmet’in, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne Hürmeti

Sultan 1. Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne müstesnâ bir hürmet gösterir ve ikramda kusur etmezdi. Bir gün Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişah, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Hân’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan bir ara kalbinden:

“Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin bir kerâmetini görebilseydim!” diye geçirmişti. Hüdâyî Hazretleri, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenlere Allâh’ın lûtfu ile vâkıf olarak:

“–Hayret! Bâzıları bizden kerâmet beklerler. Hâlbuki Halîfe-i Rûy-i Zemîn’in elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin de bize havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu.

Allah’ın Kelâmına Gösterilen Hürmetin Bereketi

Çanakkale müstahkem mevkî kumandanı Mirlivâ Cevat Paşa, Boğaz’a çöreklenen düşman donanmalarının bombardımanları karşısında melûl ve mahzun bir hâlde iken, aşırı yorgunluktan dolayı hafîf bir uykuya dalmıştı. Rüyâsında hâtiften bir ses işitti:

“–Ey Cevat! Sizler Allah Teâlâ’nın yüce kelâmına hürmet ve tâzîm edersiniz. Bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yardımından dolayı size müjdeler olsun! Şu denizin üzerine bir bakıver!”

Cevat Paşa, Karanlık Koy’a baktığında, bir nûr cümbüşü arasında «kef» ve «vav» harflerini gördü. Ardından uyandı.

Ertesi gün Cevat Paşa, bir mezarın başında Fâtiha okurken rüyâsındaki sesi bir daha işitti:

“–Ey Cevat! Depolardaki 26 mayını denize döşe!”

Heyecana kapıldı. Mânevî bir muammâ ile karşı karşıya idi. Bunu nasıl çözeceğini düşünürken az ileride kendisini süzen nûr yüzlü bir zâta rastladı. O zât, Paşa’ya yaklaştı ve bir derdi olup olmadığını sordu. Paşa da, olup bitenleri anlattı. O Allâh dostu, Paşa’nın anlattığı muammâyı derûnî bir vukûfiyetle açıkladı:

“–Evlâdım! Deniz üzerinde gördüğün nûr, zaferimize alâmettir. Kâfirlerin bu topraklara sâhip olamayacağını gösterir. «Kef» ve «vav» harfleri ise, ebced hesâbına göre 26 eder. O hâlde deponuzdaki 26 mayını Karanlık Koy’a döşemeniz, zaferin en büyük hamlelerinden biri olacaktır.”

Bu sözlerinin ardından o nûr yüzlü zât, gözden kaybolup gitti.

Normalde mayınların boğaza dik döşenmesi lâzımken bu rüyâya göre Karanlık Koy’da karaya paralel olarak döşenmesi isteniyordu. Burası boğazın pasif bir koyu olup stratejik açıdan mayın dökülmeye hiç de müsâit değildi.

Her şeye rağmen bu mânevî zuhûrâta teslîm olan Cevat Paşa, vakit geçirmeden mayınların döşenmesi için derhâl emir verdi. Yüzbaşı Hakkı Bey’in kumandasındaki Nusret Mayın Gemisi, vazîfesini mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Gece yarısı denize salınan mayınların her biri tekbîr ile suya yerleştirilmişti. O sabah Yüzbaşı Hakkı Bey, vazîfesini tamamladıktan sonra geçirdiği bir kalp krizi ile şehîd oldu.

Ertesi gün, düşman zırhlıları Boğaz’a girdiğinde, gece döşenmiş olan mayınlar, vazîfelerini îfâ etmeye başladı. Neticede düşman donanmasının bir kısım mühim zırhlıları bu mayınlarla Boğaz’ın sularına gömüldü. Böylece düşmanın hücûmu bertarâf edildi.

Winston Churchill 1930’da “Revue de Paris” dergisinde bu hâdiseyi şöyle tahlil eder:

“Birinci Dünyâ Harbi’nde bu kadar insanın ölmesine, harbin ağır masraflara mâl olmasına ve denizlerde beş bin adet ticâret ve savaş gemisinin batmasına başlıca sebep, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır.”

İşte Allah Teâlâ’nın, Kelâm-ı İlâhî’sine gösterilen hürmet ve tâzîmin müstesnâ berekâtı…

Allâh’ın Emirlerine Hürmetle İttibâ

Velhâsıl, Kur’ân-ı Kerîm’de îmandan sonra emredilen en mühim husus amel-i sâlihtir. İstiğfardan sonra yapılması istenilen de yine amel-i sâlihtir. Yâni Hak Teâlâ’nın katında kulların seviyelerinin yükselmesi ve istiğfarlarının kabûlü, amel-i sâlih işlemelerine bağlıdır. Amel-i sâlih ise kısaca; “tâzîm li-emrillâh ve şefkat alâ halkillâh” yâni Allâh’ın emirlerine hürmetle ittibâ, mahlûkâtına da şefkat ve merhametle hizmettir.

Dipnotlar:

[1]. el-Enfâl, 33. [2]. Bkz. Beyhakî, Şuab, II, 544/2661; Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, Tahran 1372, s. 128.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları