Allah’a Tazimle İlgili Örnekler

İHSAN

Allah Teâlâ’ya karşı edep nasıl olmalıdır? Gönlün ulaşması gereken kulluk edeplerinden biri; Allah’a tazimle ilgili örnekler..

Unutmamak gerekir ki şeytan -aleyhillâ’ne- huzûr-i ilâhîden, ilim veya amel noksanlığı sebebiyle değil, edepsizliği yüzünden kovuldu. Bu yüzden şeytanı mahveden en güzel fazîlet, edeptir.

Hazret-i Mevlânâ bunu şöyle îzah eder:

“İblis, Hazret-i Âdem’e secde etmeyip Allâh’ın emrine karşı gelince:

«–Benim zâtım ateşten, onunki çamurdandır. Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır?» dedi.

İşte İblis, Allâh’a edepsizce karşılık vermesi yüzünden lânete uğradı ve huzûr-i ilâhîden kovuldu. Üstelik bir de küstahlık edip, kendisini yaratanla cidâle kalkıştı.” (Fîhi Mâ Fîh, s.159)

Ebû Ali ed-Dekkâk -rahmetullâhi aleyh- buyurur ki:

“Edebi terk etmek, ilâhî huzurdan kovulmayı îcâb ettirir. Her kim sultânın önünde terbiyesizlik ederse kapıya, kapıda edepsizlik ederse ahıra gönderilir.”

Ecdâdımız; “Edebi edepsizden öğren.” diyerek edebe riâyet etmeyenlerin hâl ve âkıbetlerinden ibret almayı öğütlemişlerdir. Bizler de şeytanın düştüğü vaziyetten gereken dersi çıkarmak durumundayız.

ALLAH TEÂLÂ’YA KARŞI EDEP

Cenâb-ı Hakk’a karşı lâyıkıyla edep sahibi olan kul, lâubâlî hareketlerden kaçınır; bu vesîleyle ibâdet ve muâmelâtındaki kusur, hatâ ve gafletinin farkına varır. Amellerine güvenme illetine yakalanmaz.

Unutmayalım ki, ne kadar güzel amelimiz olursa olsun bütün bunlar, okyanusa atılan bir kova su misâlidir. Cenâb-ı Hakk’ın lutufları karşısında bütün ibâdet ve hizmetlerimizi az görmeliyiz. Kulluk mes’ûliyetimizi toplumdaki seviye ile değil, sahâbe ve evliyâullâhın hâli ile mîzân etmeliyiz. Çünkü Cenâb-ı Hak, Ensar ve Muhâcirleri bizlere numûne göstermektedir.

Diğer taraftan, kulluk edebini lâyıkıyla yaşayanlar, bütün güzelliklerin Hak’tan, bütün kusurlarınsa kendi nefislerinden kaynaklandığı şuuruna ererler.

İbâdetleri terk eden veya kötü yola düşen bir kimsenin; “Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, nefsânî ve şeytânî bir gaflet ifâdesidir. Cenâb-ı Hak, meselâ namaz kılmak isteyen bir kimseye kılma sebeplerini ihsân eder; kılmak istemeyenlere de mânî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur. Bu itibarla kendimizi, işlediğimiz günahlar husûsunda mâzur göstermek, “kadere bühtân” etmek olur ki, bu da Hakk’a karşı büyük bir edepsizlik ve ahmaklıktır. Şeytan’ın ayağını kaydıran da bu hususta gösterdiği edepsizlikten başkası değildir.

Bu yüzden şeytanı en çok kahreden şey; kendisinin hatâya düştüğü noktada mü’minin Hakk’a karşı gösterdiği itaat, rızâ, teslîmiyet, yani “kulluk edebi”dir.

Tasavvufun en mühim gâyelerinden biri, insanı “ihsan duygusu”na yani dâimâ Hakk’ın huzûrunda bulunduğu idrâkine yükselterek Allâh’a karşı zâhirde ve bâtında edep sahibi kılmaktır. Mâneviyat büyükleri demişlerdir ki:

“Zâhiren ve bâtınen edebe sarıl. Çünkü bir kimse zâhirî edepte kusur ederse zâhiren cezâ görür, bâtınî edepte kusur ederse bâtınen cezâ görür. Kim edebi zâyî ederse, kendini Hakk’a yakın zannetse de uzaktır, makbûl zannettiği hâlde merduttur (reddedilmiştir).” (Rûhu’l-Beyân, X, 401)

Dolayısıyla Rabbimizin bizler için takdir buyurduğu şeyler hakkında, şeytanca bir küstahlıkla cidâle girişmek yerine, hemen o anda boyun eğip rızâ ve teslîmiyet göstermek ve bizim için o tecellînin en hayırlısı olduğunu düşünmek, en mühim bâtınî edepler cümlesindendir.

ALLAH’A TAZİMLE İLGİLİ ÖRNEKLER

Bütün Güzellikleri Allah’tan Bilmek

Bir gün hadîs âlimlerinden bir zât, genç yaştaki Bâyezîd-i Bistâmî’yi görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:

“–Güzel çocuk! Namaz kılmasını tam mânâsıyla biliyor musun?”

Bâyezîd-i Bistâmî de ona:

“–Evet, Allâh’ın izniyle biliyorum.” cevâbını verince; “Nasıl?” diye sordu.

Bâyezîd-i Bistâmî de:

“–Buyur yâ Rabbî, emrini yerine getirmek üzere huzûruna durdum, hissiyâtıyla tekbîr alıyor; اَللّٰهُ اَكْبَرُ diyorum; Kur’ân-ı Kerîm’i tâne tâne okuyor; tâzîm ile rükûya varıyor; tevâzû ile secde ediyor; vedâlaşarak selâm veriyorum.” dedi.

O zât hayran kalarak:

“–Ey zekî çocuk! Sende bu derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun?” diye sordu. Zira bu takdir ve iltifatların nefsini gurura sevk edebileceğini ve buna mahal vermemesi gerektiğini düşünüyordu.

Genç Bâyezîd-i Bistâmî ise şu ârifâne karşılığı verdi:

“–Onlar beni değil, Allah Teâlâ’nın beni süslediği o güzelliği meshediyor­lar. Bana âit olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl mânî olabilirim?”

İşte gönlün ulaşması gereken kulluk edeplerinden bir diğeri de bütün güzellikleri Allah’tan bilmek, onu nefsine izâfe etmemektir.

İbâdette Edep ve Tâzîm Allâh’a Götürür

En büyük edep, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına karşı tâzîm göstermektir. Bunun da en güzel tezâhürü, ibâdetlerde kendini gösterir. Allah dostları:

“İbâdet, insanı cennete götürür; ibâdette edep ve tâzîm ise Allâh’a götürür, Hakk’a dost eyler.” demişlerdir.

Enes bin Mâlik -radıyallahu anh- ise:

“Amelde edep, onun kabulüne işarettir.” buyurmuştur.

Hızır -aleyhisselam- da şu duâyı yapmayı tavsiye etmiştir:

“Allâh’ım! Sana kulluk yapmam husûsunda bana güzel edep ihsân eyle.”

İbâdetteki Huşû ve Edep Hâlini İbâdet Dışında da Muhâfaza Etme

Hak dostları bütün bu bâtınî edep hâllerine ilâveten, dâimâ huzûr-i ilâhîde bulunma şuuru ile yaşadıkları için, zâhirî edebe de son derece îtinâ göstermişlerdir. Bu ise, ibâdetteki huşû ve edep hâlini ibâdet dışında da muhâfaza etmek şeklinde ifâde edilebilir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)

“Onlar namazlarını muhâfaza ederler.” (el-Meâric, 34)

Hazret-i Mevlânâ, bu âyetlere işârî mânâ vererek şöyle der:

“Kul, namazdaki hâlini namazdan sonra da muhâfaza eder. Böylece bütün bir ömrünü, edep, huşû; dilini ve kalbini muhâfaza içerisinde geçirir. Bu, gerçek âşıkların, yani Hak dostlarının hâlidir...”

Cenâb-ı Hak Karşısında Edepli Olmak

Mânevî terbiyenin gâyesi de; kişiye dâimâ ilâhî kameralar altında olduğu şuurunu kazandırmaktır. Bu sâyede nezâket, zarâfet, edep ve hayâ gibi yüksek hasletleri, onun tabiat-ı asliyesi kılabilmektir.

Dâvud-i Tâî Hazretleri şöyle anlatır:

“Yirmi yıl Ebû Hanîfe Hazretleri ile birlikte bulundum. Bu zaman zarfında dikkat ettim; ne yalnızken ne de yanında birileri varken başı açık olarak oturduğunu ve istirahat maksadıyla da olsa ayaklarını uzattığını hiç görmedim. Kendisine:

«–Yalnızken ayağınızı uzatmanızda ne mahzur var?» diye sordum. Bana:

«–Cenâb-ı Hak karşısında edepli olmak daha efdaldir.» dedi.”

Hak dostu Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin de ömrü boyunca ayağını uzatarak oturduğu, sırtını bir yere dayayıp yemek yediği görülmemişti. Hayâtı boyunca yüksek bir edep ve nezâket timsâli olan Sâmi Efendi -rahmetullâhi aleyh- sohbetlerinde sık sık:

Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan

Giy o tâcı emîn ol her belâdan...

beytini tekrar ederlerdi.

Yine hayâtı edep, nezâket ve zarâfet ile taçlanmış Hak âşıklarından Samsunlu Hüseyin Efendi’nin cenazesinin gasil hizmetini gören Mustafa Okutan kardeşimiz de bizzat şâhid olduğu bir hâli şöyle ifâde etmişti:

“Hüseyin Efendi’yi gaslederken sağ ayağı göğsüne dayalıydı, bir türlü açamadık. Kabre koyduğumuzda da hemen sağına dönüverdi.”

Şüphesiz ki bu; “Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.”[1] hakîkatini hatırlatan müstesnâ bir tecellîdir. Cenâb-ı Hak bâzı sırları, ibret alınması için kimi zaman böyle sergilemektedir.

Allâh’ın Huzûrunda Olduğunu Bilmek

Bir cihan sultânının veya yüksek mevkîden birinin huzûrunda olanlar, başka zaman ve mekânlarda olduğu gibi serbest davranamazlar. Hak dostları da her dâim Allâh’ın huzûrunda olduklarını bilen, bunu delile ihtiyaç duymadan hisseden ârif gönüllerdir. Yani onlar:

“...Ve her nerede olursanız olun, O (Allah) sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4) sırrının âşinâları olarak her anlarını Hak Teâlâ ile beraberlik şuuru içinde yaşarlar. Bundan dolayı edep hâli onların bütün davranışlarını şümûlüne alır.

Yine Hak dostları, beşer nazarlarından uzak tenhâlarda bile müstesnâ bir edep üzere olurlar. Meselâ namazda Hakk’a karşı bir ihtiram ifâdesi olan başı örtmek, dâimî bir ibâdet iklîminde yaşayan Hak dostlarının namaz dışında da riâyet ettikleri bir edeptir.

Sahâbeden biri, kimsenin olmadığı bir yerde giyim husûsunda rahat davranıp davranamayacağını sorduğunda, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Allah, kendisinden hayâ edilmeye, insanlardan daha lâyıktır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Hammâm, 2/4017)

Gönül dünyaları İslâmî terbiye ile yoğrulmuş olan ecdâdımız da, edep, iffet ve nâmus mevzuunda, bütün cihânın hayran olduğu muhteşem bir ahlâkî seviye sergilemişlerdir.

Nitekim son derece mutaassıp bir Protestan papazı olan Salomon Schweigger, Seyahatnâme’sinde Müslümanları anlatırken şöyle demiştir:

“Müslümanlar, hamamda bile bir örtü kuşanıyorlar. Ne kadar edepli insanlar! Edep ve nâmusu, bu barbar dediğimiz kimselerden öğrenmemiz lâzım.”[2]

Örtünmek insana âit bir keyfiyettir. Diğer mahlûkat için örtünmek mevzubahis değildir. Ayrıca örtünmek, fıtrî bir kulluk edebidir. Nitekim Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ, cennette başka insanlar olmadığı hâlde hayâ ettiler; telâş içinde yapraklarla örtünmeye çalıştılar. Demek ki örtünme ve onun mânevî sâikı olan edep ve hayâ, insanoğlunun fıtratında bulunan en köklü vasıflardandır.

Allâh’a karşı duyulması gereken edep, O’na yakınlık derecelerine göre bütün varlıkları da şümûlüne alır. Allâh’ın zâtına karşı edepten sonra gelen ikinci büyük edep ise, Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı olan edeptir.

Dipnotlar:

[1] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663. [2] İ. Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 88. 

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 1, Erkam Yayınları