Allah'ı Aramanın İbretlerle Dolu Hikayesi
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- [v. 654], fıtraten çok temiz yürekli ve mütevekkil bir zât idi. Her ne pahasına olursa olsun, Hicaz’dan doğacak hidâyet güneşinin işrâkı esnâsında orada bulunmak istemiş ve bunun için sayısız meşakkatlere katlanmıştı. Onun bu ibretli hayat hikâyesi, bizim için; Hakk’ı ve hakîkati aramanın, bu uğurdaki fedâkârlığın ve îmânı aşkla yaşama heyecanının canlı bir misâlidir.
“Selmân” ismini ona, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vermiştir. Güzel ahlâkı, kalbî ve rûhî derinliği sebebiyle Selmân-ı Pâk, Selmânü’l-Hayr, Selmânü’l-Hakîm ve Selmânü’l-Muhammedî diye de isimlendirilmiştir. Kendisine nesebi sorulduğunda, Hak’ta fânî olduğunu gösteren şu güzel cevâbı vermiştir:
“–Ben Selmân bin İslâm’ım!” Yani İslâm’ın oğlu Selmân…
HAKK’A VE HAKÎKATE ULAŞMA AZMİ
Selmân -radıyallâhu anh-, Cenâb-ı Hakk’ı arama azim ve gayretinin nice ibretlerle dolu hikâyesini, talebesi İbn-i Abbâs Hazretleri’ne şöyle anlatmıştır:
“Ben, Isbahan’ın Ceyy isimli köyünde yaşardım. Babam köyümüzün dînî lideri idi. Hayatta en çok sevdiği kişi bendim. Bu aşırı sevgisi sebebiyle beni yanından hiç ayırmaz, kız evlâdı gibi dâimâ evde tutardı. Babamın dîni olan Mecûsîliğe (Ateşperestliğe), kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ateşe bakma işini bile üzerime almıştım. Onun bir an olsun sönmesine izin vermezdim…
Bir gün babamın işi olduğu için çiftliğimize beni gönderdi. Yolda bir hristiyan kilisesine rastladım. Merakla yaptıklarını seyrettim ve; «Vallâhi bu bizim dînimizden daha hayırlıdır.» deyip Güneş batıncaya kadar oradan ayrılmadım. Çiftliğe ise hiç gitmedim. Onlara: «–Bu dînin aslı nerededir?» dedim. Şam’da olduğunu söylediler.
Akşamleyin babam durumu öğrenince, kaçmamdan korktuğu için ayağıma bir bukağı (kelepçe) vurdu ve beni eve hapsetti. Kilisedeki hristiyanlara; «Yanınıza Şam’dan bir ticaret kâfilesi geldiği zaman bana bildirin!» diye haber gönderdim. Nihâyet hristiyan tüccarlar ile Şam’a gittim. İlim yönünden en üst seviyedeki din adamının kim olduğunu sorup öğrendim ve hemen yanına vardım:
«–Ben bu dîne girmek, senin yanında kalıp kilisede hizmet etmek ve seninle birlikte ibadet etmek istiyorum.» dedim ve kilisede kalmaya başladım.
Şam Piskoposu (baş papazı) kötü ve muhteris bir adamdı. Hristiyanlara sadaka vermelerini emreder, toplanan malları kendisi için biriktirir, yoksullara bir şey vermezdi. Böylece yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Yaptıklarını gördükçe kinleniyordum. Nihâyet bir gün öldü. Hristiyanlara:
«–Bu, kötü bir adamdı. Sadaka vermenizi emreder, getirdiklerinizi kendine saklar, yoksullara bir şey vermezdi!» dedim ve hazinesini gösterdim. O zaman:
«–Vallâhi biz onu aslâ gömmeyiz.» dediler. Ölüsünü astılar ve taşa tuttular! Onun yerine kiliseye başka bir din adamı getirdiler. Cemaati içinde ondan daha fazîletli, onun kadar dünyayı hiçe sayan, âhirete rağbet eden, gece gündüz ibadet eden bir kimse görmedim. Bu zât vefât edeceğinde ben ona:
«–Ey kıymetli din adamı! Ben senin yanında bulundum. Senden önce hiç kimseyi, seni sevdiğim kadar sevmedim! Görüyorsun ki sana Allâh’ın emri gelmiş durumda. Bana ne yapmamı ve kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.
«–Evlâdım! Buralarda benim yolumda giden bir kişi bilmiyorum. Sâlih insanlar ölüp gittiler. Yaşayanlar da dînin aslî hükümlerini değiştirip çoğunu da terk ettiler. Yalnız Musul’da bir zât vardır. O, benim tuttuğum yol üzeredir. Sen onun yanına git!» dedi.
HEDİYEDEN YER SADAKADAN YEMEZ
Bu muhterem zât vefât edince Musul’daki dostunun yanına gittim. O ölünce, tavsiyesi üzerine Nusaybin’deki, ondan sonra da Ammûriye (Eskişehir yakınlarında bir yer)’deki zâtın yanına gittim. Ammûriye’de bir miktar davar sahibi de oldum. Nihâyet oradaki din adamına da Allâh’ın emri gelip çattı. Bana:
«–Evlâdım! Vallâhi bugün yeryüzündeki insanlardan yanına gitmeni tavsiye edebileceğim, bizim düşüncemizde olan hiç kimse bilmiyorum! Fakat Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür! O Peygamber, İbrahim -aleyhisselâm-’ın dîni üzere gönderilecektir. Kendisi Arap topraklarında zuhûr edecek, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan bir yere hicret edecektir. O, hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola düş!» dedi.
Bir müddet sonra Kelb Kabîlesi’nden bâzı tüccarlarla karşılaştım. Onlara:
«–Beni Arap diyârına götürünüz, ben de ücret olarak şu davarlarımı size vereyim.» dedim, kabûl ettiler. Vâdi’l-Kurâ’ya vardığımızda bana zulmettiler ve beni köle olarak bir yahudîye sattılar. Oradaki hurma ağaçlarını görünce; «Burası Âhir Zaman Peygamberi’nin hicret yurdu mu acabâ?» diye ümitlendimse de tam kānî olmadım. Sonra, Kurayzaoğulları’ndan sahibimin amcaoğlu geldi ve beni satın alıp Medîne-i Münevvere’ye götürdü. Vallâhi Medîne’yi görür görmez oranın hicret yurdu olduğunu anladım…
Bir gün hurma ağacının üstünde çalışıyor, sahibim de ağacın gölgesinde oturuyordu. O esnâda amcasının oğlu gelip:
«–Allah, Evs ve Hazrec kabîlelerinin belâsını versin! Vallâhi onlar Kubâ köyünde, Mekke’den gelen ve peygamber olduğunu iddiâ eden bir zâtın başına toplanmışlar!» dedi. Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse efendimin üzerine düşecektim:
«−Ne dedin? Ne dedin?» diyerek hemen hurma ağacından indim. Sahibim kızdı, bana şiddetli bir tokat vurup;
«–Seni ne ilgilendirir? Sen işine bak!» dedi…
Akşam olunca, biriktirmiş olduğum az miktarda bir yiyeceği de yanıma alıp Kubâ’da bulunan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim:
«–Sen’in sâlih bir zât olduğunu işittim. Etrâfında da muhtaç ve kimsesiz sahâbîlerin varmış! Yanımda sadaka olarak ayırdığım bâzı şeyler vardı. Durumunuzu öğrenince sizi buna daha lâyık gördüm!» diyerek o yiyecekleri kendisine takdîm ettim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâbına:
«–Alınız, bunu yiyiniz!» buyurdu ve kendisi ondan yemedi. Kendi kendime; «Bu bir!» dedim.
Sonra O’nun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine bir şeyler biriktirdim. O esnâda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Medîne’ye gelmişti. Yanına varıp:
«–Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikram olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!» dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu defa ondan yedi ve ashâbına da yemelerini söyledi. «Bu iki!» dedim.
KİŞİ SEVDİĞİYLE BERABERDİR
Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir cenâze münâsebetiyle Cennetü’l-Bakî’ye gitmiş, ashâbının arasında oturuyordu. Üzerinde, her tarafını bürüyen iki parça ihram vardı. Huzûr-i âlîlerine çıkıp selâm verdim. Sonra da Peygamberlik Mührü’nü görebilir miyim diye arka tarafına geçtim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- niyetimi anlayıp sırtındaki ridâyı sıyırdı. Mührü görür görmez tanıdım, üzerine kapanıp öptüm ve ağlamaya başladım. Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bu tarafa dön!» buyurdular. Gelip önlerinde oturdum. Başımdan geçenleri anlattım. Benim bu kıssamı ashâbının da işitmiş olması, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i pek memnun etti…” (Ahmed, V, 441-444; İbn-i Hişâm; I, 233-242; İbn-i Sa‘d, IV, 75-80)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyorlar. (Buhârî, Edeb, 96) İşte Selmân -radıyallâhu anh- da nice çilelere katlanarak ömrü boyunca aradığı sevgilisine kavuşmuştu. Artık yegâne arzusu, dâimâ Allâh’ın Habîbi’nin yanında olmak ve O’nun emrinde hareket etmekti. Ondaki bu iştiyak ve sadâkati gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Selmân! Kölelikten kurtulmak için efendin ile antlaşma yapsan olmaz mı?” buyurdular.
Bunun üzerine Selmân -radıyallâhu anh-, çukurlarını da kazmak şartıyla üç yüz hurma fidanı dikmek ve kırk ûkıyye[1] altın vermek üzere anlaştı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbına:
“–Kardeşinize yardım ediniz!” buyurdular. Kimi on, kimi on beş, kimi yirmi, herkes imkânı nisbetinde yardımda bulundu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Selmân! Fidanların çukurlarını kazıp bana haber ver de onları kendi ellerimle dikeyim!” buyurdular.
Selmân -radıyallâhu anh- şöyle der:
“…Fidanlardan bir tâne bile tutmayan olmadı. Her biri senesinde meyve verdi ve meyvesi yendi.
O günlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mâdenlerin birinden tavuk yumurtası kadar altın getirilmişti. Onu mübârek diline sürdü ve:
«–Al, Cenâb-ı Hak bununla senin borcunu ödeyecektir!» buyurdular. Altını aldım. Alacaklıya ondan tartıp tartıp verdim. Vallâhi o küçük altın külçesinden tam kırk ûkıyye tarttım. O öyle bereketliydi ki, sanki o altın ile Uhud Dağı’nı tartmış olsaydım, muhakkak altın daha ağır gelirdi!”
Selmân -radıyallâhu anh- artık Hendek ve sonrasındaki bütün seferlerde hep Peygamber Efendimiz’in yanındaydı.[2]
HZ. PEYGAMBERİN AZADLISI
Diğer bir rivâyette Hazret-i Selmân’ı, Peygamber Efendimiz’in emriyle Hazret-i Ebû Bekir’in satın alıp azâd ettiği de ifâde edilir.[3] Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in yardımıyla kölelikten kurtulduğu için ona “Mevlâ’n-Nebî” yani Hazret-i Peygamber’in âzadlısı da denilmiştir.[4]
Selmân -radıyallâhu anh- artık gece gündüz Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den hiç ayrılmayan Ashâb-ı Suffe’ye dâhil olmuştu.
Selmân -radıyallâhu anh-, fıtraten çok temiz yürekli ve mütevekkil bir zât idi. Her ne pahasına olursa olsun, Hicaz’dan doğacak hidâyet güneşinin işrâkı esnâsında orada bulunmak istemiş ve bunun için sayısız meşakkatlere katlanmıştı. Onun bu ibretli hayat hikâyesi, bizim için; Hakk’ı ve hakîkati aramanın, bu uğurdaki fedâkârlığın ve îmânı aşkla yaşama heyecanının canlı bir misâlidir. Biz de bu dünyada Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ne kadar sever, hâl ve davranışlarımızda O’nunla ne kadar beraber olabilirsek, kıyâmetin o zor ve meşakkatli gününde -inşâallah- o kadar O’nun yakınında oluruz.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatır:
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında oturuyorduk. O esnâda Efendimiz’e Cumâ Sûresi nâzil oldu.
“(Allah Teâlâ, Peygamber’ini) mü’minlerden henüz kendilerine yetişmemiş bulunan diğer insanlara da göndermiştir. O, Azîz’dir, Hakîm’dir.” (el-Cum’a, 3) âyet-i kerîmesine gelince ben:
“–Bu âyet-i kerîmede bahsedilen diğer insanlar kimlerdir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordum. Suâlimi üç defa tekrarlayıncaya kadar bana cevap vermediler. Aramızda Selmân-ı Fârisî de vardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mübârek ellerini Selmân -radıyallâhu anh-’ın sırtına koydular ve şöyle buyurdular:
“–Şayet îman Süreyyâ Yıldızı’nın yanında olsaydı, bunun milletinden bir kısım yiğitler (yine de) ona ulaşırlardı.” (Buhârî, Tefsîr, 62/1; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 231)
[1] 1 ûkıyye yaklaşık 128 grama tekâbül eden bir ağırlık ölçüsüdür.
[2] Bkz. Ahmed, V, 443-444; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 419; İbn-i Abdilber, II, 634-638; Aynî, Umde, XIII, 116.
[3] Hâkim, III, 692/6543; Beyhâkî, Delâil, II, 91.
[4] Hâkim, III, 691/6539; Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, XI, 247.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altın Silsile, Erkam Yayınları
https://www.islamveihsan.com/selman-i-farisi-r-a-kimdir.html
https://www.islamveihsan.com/selman-i-farisi-hazretlerine-gore-asil-sahabi-kimdir.html