Allah'ı (cc) Bilmek Ne Demektir?

İHSAN

Sonsuz kudret ve merhamet sahibi olan Rabbimiz her an bizimle ve bize bizden daha yakındır. Kur'an'ı Kerim'in bir çok ayetinde insanı tefekküre sevk eden "yerleri ve gökleri, yıldızları, yağmurları" örnek olarak verir. Çünkü bizler bu muhteşem makro alemin bir parçasıyız ve bu bir an olsun aksamayan nizam bir elden çıkıyor ve o kudret sahibi de elbette Allah'dır (cc). Bunun için asıl marifet bakarken görebilmektir, idrak edebilmektir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Hakkʼı tanıyan iki göz sahibi olursan, iki dünya alanını da Dostʼla dopdolu görürsün.”

“Dostʼumuzla beraber oturmuşuz, buna rağmen Dostʼa; «Ey Dost, Dost nerede?» diye soruyoruz. Dostʼun diyârında (yani Cenâb-ı Hakkʼın mülkünde) bulunduğumuz hâlde, aklımızı kaybettiğimizden ötürü; «Dost nerede, Dost nerede?» deyip duruyoruz.”

Gafleti bertaraf eden gönüller için her şey, Cenâb-ı Hakk’ı anlatır. Hakk’ı tanıyan ârif kullar nazarında her varlık, ilâhî kudretin bir tecellîsidir. Kâinatta insana Rabbini tanıtmayan bir zerre bile yoktur.

Bütün kâinatta müthiş bir âhenkle işleyen ilâhî nizam, Cenâb-ı Hakkʼın kudretinin açık bir nişânesi olduğunu, kâinâtın yaratılışının tesâdüfle îzah edilemeyeceğini, hiçbir şeyin boş yere yaratılmadığını, gören gözlere açıkça sergilemekte, işiten kulaklara lisân-ı hâl ile âdeta haykırmaktadır.

Beşer idrâk ve zevkinin ötesinde, âdeta bir gelin odası îtinâsıyla döşenmiş olan bu kâinat, -bitkileriyle, hayvanlarıyla, insanlarıyla, cemâdâtıyla- en küçük hücrelerine, zerrelerine, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrarlı unsurlarına kadar, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin vitrini mesâbesindedir.

Dolayısıyla gerçek akıl sahibi ârifler nazarında, Cenâb-ı Hakkʼın varlığını ve birliğini inkâr etmek imkânsızdır. Bunun içindir ki:

“Cenâb-ı Hak, (her zaman ve mekândaki tecellîleriyle) o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâibdir.” denilmiştir.

Yani mârifet ehline göre, bizim beşerî tâkatimiz Cenâb-ı Hakk’ın zuhur şiddetini idrâk edecek seviyede olmadığından Cenâb-ı Hak gâibdir.

Meselâ bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istîdat, bu ışığın altında hiçbir şey görmeye güç yetiremez. Hâl böyleyken milyonlarca voltluk ışıktan da sonsuz mâhiyette üstün bir nûrun sahibi olan Hak Teâlâ, elbette ki beşer idrâki açısından bir gâibdir.

Gündüz ışığında bir bahar manzarasını seyreden bir insan, baharın yeşilliğini ve türlü renk tonlarını görür de onları görmesini sağlayan ışığı fark etmez. Hâlbuki gördüğü bütün renkleri ışık sâyesinde idrâk etmiştir. Bu durumda ışık, aslında âşikâr oluşunun şiddetinden dolayı insan idrâkinden gizli kalmıştır.

Diğer bir misalle izah edecek olursak; hava ile yaşıyor, fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz. Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz. Bunun için de onu göremediğimiz hâlde inkâr etmek bir tarafa:

“Hava olmazsa yaşayamayız! Bütün canlıların hayâtiyeti ancak hava ile mümkün.” diyoruz.

O hâlde müteâl, yani hayâl ve idrâk ötesi bir varlık olan Cenâb-ı Hak, hem en gizli, hem de en âşikârdır. Daha doğrusu Zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır.

Cenâb-ı Hakk’ın, biz kullarının önüne gayb perdesi çekmiş olması, imtihan hikmetine binâendir. Gayb perdesi olmasa, îman bir teklif olmaktan çıkıp bir mecburiyet hâline gelir, dolayısıyla îmân etmenin kula kazandıracağı bir kıymet olmazdı. Nitekim bu perdenin kalkacağı âhirette hiç kimse Allâh’ı inkâr edemeyecek, fakat bu kabûlün artık bir kıymeti kalmayacaktır.

Bu itibarla Kur’ân-ı Kerîm’de mü’minler hakkında:

“Onlar ki gayba îman ederler…” (el-Bakara, 3) buyrulmuştur.

Bu hakîkatleri lâyıkıyla idrâk eden ârif kullar için bu kâinattaki her varlık, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudret ve azametinin birer tecellîsidir.

Buna mukâbil, kalp gözlerine gaflet perdesi inmiş olanlar ise, bütün ilâhî kudret, azamet, hikmet ve ibret tezâhürlerini sıradan birer tabiat hâdisesi veya tesadüfî vakalar olarak görürler. Şâirin dediği gibi;

“Ol mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler…”

Yani kimin mülkünde olduklarından habersiz şekilde kendilerini hiçbir sorumluluğu olmayan, başıboş ve hür(!) bir varlık zannederler.

Nefs ve şeytanın, kulaklarına üflediği sahte “hürriyet” yalanına inanarak aslında hevâ ve heves putunun kulu-kölesi olurlar. Yani sefâletlerini saâdet zannetme ahmaklığına dûçâr olurlar. Necip Fâzıl’ın ifadesiyle; “gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurma”ya çalışırlar. Sayısız ilâhî lûtuf ve nîmetler içinde yaşadıkları hâlde, ilâhî nizâma başkaldırma cür’et ve cehâleti içinde, gâfilâne bir ömür sürerler.

Bu sebeple yaratılmışların en mütekâmili olan insanın, içinde yüzdüğü deryâdan habersiz yaşayan balıklar gibi, kâinâtı alık ve abus bir çehreyle seyretmesi, ne dehşetli bir gaflettir!..

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:

“Bâzılarının görmemesi, görmesinden iyidir. Zira onlar, gördüklerinden ibret almazlar.”

Kâinatta sergilenen ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden ibret alamayan, eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal edemeyenlerin, gönül gözü kör olmuş demektir. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

(Rasûlüm! Sen’i yalanlayanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)

İnsanı “eşref-i mahlûkât” yani yaratılmışların en şereflisi kılan husûsiyet de; göklerin ve yerin melekûtuna ibret ve hikmet nazarıyla bakmaktır. Kur’ân, kâinat ve insanda sergilenen ilâhî sanat hârikalarının tefekküründe derinleşerek, mârifetullahʼtan nasîb alabilmektir.

Cenâb-ı Hak cümlemizi, kâinatta sergilediği ilâhî sır ve hikmetleri gönül gözüyle temâşâ eden ârif ve sâlih kullarından eylesin. Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, Şubat - 371.Sayı - 2017