
Allahʼı İdrak Etmek
Allâhʼın varlığını neden tam olarak ispatlayamıyoruz? İnsanın aklı-havsalası, Allâhʼın yarattıklarını bile almazken, bunların Hâlıkʼını nasıl idrâk edebilir?
Evvelâ soruyu doğru anlayalım: Zira Allâhʼın varlığını her şey fazlasıyla ispat ediyor. Kâinattaki mükemmel nizâma bakınca, Allâhʼın -hâşâ- olmadığını düşünmek imkânsız. İnkâr etmek; akıl ve idrâkin dumura uğramasıdır.
İNSAN AKLI İLE ALLAH’I İDRAK EDEBİLİR Mİ?
Kâinatta mikrodan makroya kadar her varlık, Yüce Rabbimizʼin sonsuz kudret ve azametinin şâhidi. Allâhʼın varlığını, birliğini ve azametini beyân etmeyen hiçbir zerre yok. Mikrodan makroya her şey ilâhî kudret tecellîsi. Cenâb-ı Hak, bu kadar azamet-i ilâhiyye karşısında, kulun kör ve nankör olmasını istemiyor.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Kim de Benʼim zikrimden (Kurʼânʼdan) yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyâmet günü kör olarak haşredeceğiz. O: «‒Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakîkaten görür idim!» der. (Allah) buyurur ki:
«‒İşte böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!»” (Tâhâ, 124-126)
Dünyada kalbi kör olan, âhirette kör olarak haşredilecek.
Bunun için mü’min, eserden Müessir’e, sebepten Müsebbib’e, sanattan Sanatkâr’a zihnen ve kalben intikâl edecek. Fakat Allah Teâlâ’nın yüce zâtı hakkında düşünmeyecek. Zira Allah Teâlâ’nın zâtını idrâk etmeye insanın aklı kâfî gelmez. O’nu zâtı itibârıyla düşünmeye kalkışmak, kula birtakım ham hayallerden başka bir şey kazandırmaz ve sâlim inancı da zedeler.
Zira Vâkıa sûresinde buyruluyor:
“Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, eğer bilirseniz, gerçekten bu, büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)
Cenâb-ı Hakkʼın yarattığı kâinâtın büyüklüğü, yıldızların sayısı ve fezâdaki mesafeleri ifade hususunda matematik bile sıfırlanıyor, âciz kalıyor. İnsanın aklı-havsalası, Allâhʼın yarattıklarını bile almazken, bunların Hâlıkʼını nasıl idrâk edebilir?
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizleri bundan men etmiştir:
“Allâh’ın nîmetlerini (yarattıklarını, kudret ve azametini) düşünün! Allah hakkında (yani O’nu zâtı itibârıyla) düşünmeye kalkmayın! (Zira hiçbir varlık buna muktedir değildir.)” (İbni Ebî Hâtim, Tefsîr, VII, 2219)
Dolayısıyla bu sualde “Allâhʼın yüce zâtını niçin idrâk edemediğimiz” soruluyorsa, bu, bir bardağa büyük bir okyanusu sığdırmaya çalışmak kabîlinden, imkânsız bir şeydir. Zira insan idrâki, Cenâb-ı Hakk’ı zâtı ile değil, sıfatlarıyla tanıyabilir.
Sınırlı olanın, sınırsızı idrâki mümkün değildir. Okyanustan ancak kabımız kadar su alabiliriz. Şu hadîs-i şerîf, bu gerçeği ne güzel hulâsa eder:
“(Hızır -aleyhisselâm-’ın, Mûsâ -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında), bir serçe kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.»” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)
Nasıl ki duyu organlarımızla kavrayamadığımız bazı şeyleri aklımızla idrâk edebiliyorsak, aklın idrâk edemediği bazı şeyleri de ancak vahyin tebliğcileri olan peygamberler vâsıtasıyla idrâk edebiliyoruz. Dolayısıyla akıl, vahyin yardımına mutlak sûrette muhtaçtır.
Zira insanın idrâk edemediği hakîkatler, idrâk edebildiklerinden çoktur. İnsan idrâkini aşan kader, âhiret gibi bütün gayb konuları da böyledir.
Nasıl ki gözün görme, kulağın işitme seviyesi varsa, aklın da bir idrak seviyesi vardır ve bu seviyenin üstündeki hakîkatler, ancak vahyin bildirdiği kadarıyla idrâk edilebilir.
Meselâ bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözü, bu kadar şiddetli bir ışık altında hiçbir şey göremez. Niçin? Çünkü insanın görme sınırının üstünde bir ışıktır.
Aynı şekilde, Güneşli bir havada yıldızları göremiyoruz diye, yıldızlar yok mu oluyor?
İnsan da Allâhʼı göremiyor diye -hâşâ- O yok mudur? Bilâkis bütün varlıklar, var olabilmek için Oʼna muhtaçtır.
Cenâb-ı Hakk’ın zuhûru, o derece şiddetlidir ki, insanın sınırlı idrâki için bir gâiptir. Yani meşhur tâbirle; “Cenâb-ı Hak, o kadar zâhirdir ki zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”
Allah Teâlâ’nın zâtını görmek isteyen Mûsâ -aleyhisselâm-’a;
“…Benʼi göremezsin!..” (el-A‘râf, 143) buyrulması da bundandır.
Meselâ bizler “renk”leri, uzay boşluğunda karanlık içinde gelip atmosfer vesîlesiyle ortaya çıkan Güneş ışığı sâyesinde görebiliyoruz. Güneş ışığı olmayınca, renkler gözden kayboluyor. Lâkin biz göremiyoruz diye, hakîkatte renkler varlığını kaybetmiyor.
Yine “hava” ile yaşıyoruz. Fakat bizi çepeçevre kuşattığı hâlde onu göremiyoruz. Sadece teneffüs etmek sûretiyle hissediyoruz. Onu göremediğimiz hâlde inkâr etmek bir tarafa, hayatî bir zarûretle:
“‒Hava olmazsa yaşayamayız!” diyoruz.
Bu demektir ki, bir varlık; karşımızda, sağımızda, solumuzda veya diğer yönlerde olursa, onu idrâk edebiliriz. Ancak her tarafımızı çepeçevre kuşatıp bütün cihet kayıtlarından âzâd olduğunda, o varlığın zuhûru, idrâkimizin üzerine çıkar. Böylece yönlerle kayıtlı olan gözlerimize de gizli kalır.
Bu böyle olmasaydı da meselâ hava gözlere âşikâr olsaydı, hayat yaşanmaz olurdu. Sisli bir havada diğer varlıkların hiçbiri görülemezdi.
Yani bizi çepeçevre kuşatan bir varlığın görünmesi, diğer varlıkların görünmesine mânî olur. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak bu âlemde gözlere gizli kalmıştır.
Eğer gözlere zâhir olsaydı, insanlar hem O’nun cemâlinin güzelliğinden, hem de kendilerini çepeçevre kuşatmış olmasından dolayı başka hiçbir şey göremezlerdi ve tabiî o zaman dünya hayatı da mümkün olmazdı.
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Gözler Oʼnu göremez; hâlbuki O, gözleri görür…” (el-En‘âm, 103)
O hâlde müteâl, yani hayal ve idrâk ötesi olan Cenâb-ı Hak, hem en gizli, hem de en âşikârdır. Daha doğrusu zât olarak gizli, tecellî olarak âşikârdır…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Rahmet Toplumu Hayırlı Gençlik 2, Erkam Yayınları
YORUMLAR