Allah'ı Tercih Eden Mü'minin Farkı

Cemiyet Hayatımız

Gerçek bir müʼmin; “amelimin ecri kaybolmasın” düşüncesiyle, fânî iltifatlara dahî muhatap olmaktan sakınan kimsedir. Bütün insanların övgüsüne nâil olsa bile, buna değil, Hak katında ne kadar kıymetinin bulunduğuna ehemmiyet veren kimsedir.

Rivâyete göre Hazret-i Fâtıma ve Hazret-i Ali -radύyallahu anhuma- bir gün, kendileri de aç olmalarına rağmen, ellerindeki yiyeceğin üçte birini kapılarına gelen yoksula, üçte birini yetime ve kalanını da bir esire ikram etmişlerdi. Diğer bir rivâyete göre ise, üç gün üst üste iftarlıklarını yoksula, yetime ve esire ikram edip kendileri su ile iftar etmişlerdi. İnfâk ederken de -âyet-i kerîmede bildirildiği üzere-;

“‒Biz size sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. (el-İnsân, 9) demişlerdi. Böylece hem o muhtaçları minnet altında kalmaktan kurtarmış, hem de amellerinin ihlâsını muhafazaya îtinâ göstermişlerdi.

İşte gerçek bir müʼmin; “amelimin ecri kaybolmasın” düşüncesiyle, fânî iltifatlara dahî muhatap olmaktan sakınan kimsedir. Bütün insanların övgüsüne nâil olsa bile, buna değil, Hak katında ne kadar kıymetinin bulunduğuna ehemmiyet veren kimsedir.

ALLAH YOLUNDA GAYRET EDEN MÜ'MİN KİMDİR?

Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radύyallahu anh- birinin medh ü senâsına muhatap olunca, derhâl Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ ederek:

“Allâh’ım! Sen beni benden daha iyi bilirsin. Ben de kendimi onlardan daha iyi bilirim. Allâh’ım! Beni onların zannettiğinden daha hayırlı eyle! Onların bilmediği hatâlarımı affeyle! Söyledikleri sözler sebebiyle de beni hesaba çekme!” niyâzında bulunurdu.[1]

Yine Allah yolunda gayret eden bir müʼmin, -bütün insanlar kendisini hor görse bile- buna aldırmayan, yalnız Cenâb-ı Hakkʼın katında zelil duruma düşme korkusuyla kalbi titreyen kimsedir.

Nitekim Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de tebliğine ilk başladığında, güllerle, tebessümlerle değil; bilâkis, dikenlerle, hakâretlerle karşılandı. Ezâ ve cefâların en ağırına mâruz kaldı. Kâbeʼde namaz kılarken üzerine deve işkembesi atıldı. Uhud Harbiʼnde mübârek dişi kırıldı. Pek çok güzîde sahâbîsi şehîd oldu. Tâifʼte taş yağmuruna tutuldu. Fakat O Rahmet Peygamberi, bunun gibi hiçbir ezâ ve cefâya aldırış etmedi. Rabbinin emrettiği yolda, sabırla yürümeye devam etti. Tâkatinin tükendiği anda dahî, fânîlerden medet ummadı.

İNSANLARIN VE DÜNYANIN İLTİFATINA DEĞİL, RABBİNE YAKINLIĞI TERCİH ETMEK

Tâifʼte gördüğü ağır zulüm karşısında mübârek ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..” niyâzında bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Neticede, gönüller fethedilip insanlar fevç fevç İslâmʼa girmeye başladığında, O yine gül yüzünü dünyaya değil, âhirete çevirdi. İnsanların ve dünyanın iltifatını değil; Rabbinin rızâ, muhabbet ve yakınlığını tercih etti.

Ümmet-i Muhammed olarak bizler de, Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin izinden giderek; ilâhî emirlerin îfâsı hususunda, kınayanın kınamasına aldırmamalıyız. Amellerimize, fânî menfaat düşüncelerinin gölgesini dahî düşürmemeye gayret edip “hasbeten lillâh” yani sadece ve sadece Allah için kullukta bulunmalıyız.]

[1] Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 104.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Bâyezîd-i Bistâmî, Erkam Yayınları