Allah’ın (cc) Üzerimizdeki Emanetleri
Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna fazlından ihsân ettiği her şey, onlara birer emanettir. Mal emanettir. Can emanettir. Sıhhat emanettir. Gönül meyvesi olan evlât emanettir. Din kardeşleri emanettir; mü’minler birbirine zimmetlidir.
Bizlere düşen; bu emanetleri, Cenâb-ı Hakk’ın istediği istikâmette en güzel bir şekilde değerlendirebilmek ve onları âhiret sermayesi hâline getirebilmektir. İnsan hayatında huzur ve saâdetin başka yolu da yoktur.
MAL EMANETİ
Mal emanettir; helâl dâiresinde kullanılıp âhiret sermayesi yapılabildiği takdirde, kişinin huzur ve saâdetine vesile olur. Husûsiyle maddî bakımdan kendimizden aşağıda olanları şahsımıza zimmetli telâkkî etmek ve her türlü ihtiyaçlarını temin edebilmek zarurîdir.
Zira mülkün yegâne sahibi olan Cenâb-ı Hak; kötü emanetçiyi, yani malın sahibinin kendisi olduğunu zanneden bedbahtı aslâ sevmez, ona gazaplanır, ona gerçeği er-geç öğretir. Bu hakîkati yaşarken öğrenemeyenler, kabirlerinde idrâk ederler ki meğer hakîkatte bir iğnenin bile sahibi değillermiş! İşte mezarlıklar… Nice trilyonerler ve dünyevî imkânlara sahip olanlar orada eli-avucu bomboş yatıyor. Yanında dünyadan sadece bir kefen var. O da çürüyüp gitmiş vaziyette. Sahiplik iddiâ ettiği hiçbir şey artık elinde değil.
Şunu unutmamak lâzımdır ki, toprağın sînesine ancak amellerimizle gömüleceğiz. Müsbet olanlarını artıramamış olmanın pişmanlığını ve menfî olanlarının da nedâmetini yaşayarak…
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?” diye hayretle sorunca da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdiler:
“–İhsân sahibi (ve sâlih) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; fâsık bir kimse ise, o kötülüğünden vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 59)
CAN EMANETİ
Can emanettir; kişi bu emâneti kulluk şuuru içerisinde, Allah yolunda hizmete adayabildiği takdirde, ebedî huzur ve saâdete ulaşabilir. Nefsin hevâ ve hevesleri peşinde ömür tüketerek sonsuz saâdet yurduna ulaşmak mümkün değildir.
SIHHAT EMANETİ
Sıhhat emanettir; ibadetin, kulluğun, hizmetin lâyıkıyla îfâ edilebilmesi için vücut enerjisi gereklidir. Sıhhatini kaybetmiş ve yatağa düşmüş bir kimse, hizmet için nasıl koşturabilir? İhtiyaç sahibi muzdarip bir gönlü nasıl arayabilir?
Fakat Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanoğlunun sıhhat nîmeti husûsunda ekseriyetle gaflete düştüğünü şöyle haber vermektedir:
“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bunları değerlendirmekte aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikāk, 1)
BEDEN EMANETİ
Beden emanettir ve Cenâb-ı Hak, insan anatomisini secdeye en müsait bir şekilde halk etmiştir ki, bol bol secde etmek sûretiyle kul, Rabbine yaklaşsın. Fânîliğini ve kulluk için yaratıldığını unutmasın.
EVLÂT EMANETİ
Evlâtlar da emanettir. Onların, anne-babanın arzusu ile değil, gerek biçim, cinsiyet ve renginin, gerekse kaderinin ilâhî takdirle yazıldığını hiçbir zaman unutmadan, Cenâb-ı Hakk’ın İslâm fıtratı üzere bahşettiği bir emaneti, yine İslâm Dîni üzere yetiştirebilmenin gayretinde olmak gerekir. Zira anne-baba, evlâdın dünyaya gelmesi için sadece bir vasıtadan ibârettir. Lâkin onun tâlim ve terbiyesi, İslâm üzere yetiştirilmesi de anne-babanın mes’ûliyetindedir.
BİR BAHÇIVAN MİSÂLİ…
Nasıl ki bir bahçıvan, baktığı bütün çiçeklere ayrı ayrı îtinâ gösterir, hiçbirini ihmâl etmez, her çiçeği tabiatına göre yetiştirirse; bizler de bütün yavrularımıza istîdatlarına göre ayrı ayrı ihtimam göstermeli, o istîdatların terbiyesine ehemmiyet vermeliyiz. Zira bu terbiye farkından dolayıdır ki, aynı yaştaki iki çocuktan biri kediye taş atarken, diğeri ona süt vermektedir.
Yine bir bahçıvanın çiçeklerini her gün sulayıp onları ayrık otlarından temizlemesi, yanlış büyümüş dallarını keserek daha dengeli ve gür gelişmesine çalışması gibi, bizler de yavrularımızı İslâm ile ihyâ etmeye gayret göstermeliyiz. Zamanın getirdiği menfî düşünce ve davranışların, onların gönül dünyalarını zehirlemesine fırsat vermemeliyiz.
Hiç şüphesiz bahçıvanın üzerine titrediği, bakımını en iyi şekilde yaptığı çiçekler neşv ü nemâ bulur, inkişâf eder. O bahçeyi uzaktan yakından seyreden herkes, orada mahâretli bir bahçıvanın emeği bulunduğunu idrâk eder.
Fakat gelişigüzel bırakılan ve bakımı ihmal edilen bir bahçe ise bir müddet sonra dikenlik hâle döner. Göze hoş gelmediği gibi, gönlü de hoşnud etmez. O bakımsız arâziye atılan her tohum, tarla fârelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur.
Yani gül gibi bir evlât yetiştirmek istiyorsak, gül gibi bir anne-baba olmalıyız.
Diyelim ki Cenâb-ı Hak evlât vermedi. Bu da ilâhî bir takdir deyip hâlimize râzı olmamız zarurîdir. Zira düşünmek lâzımdır ki, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hazret-i Âişe Vâlidemiz’e çok ayrı bir muhabbeti olduğu hâlde, ondan bir evlâdı dünyaya gelmedi. Lâkin Âişe Vâlidemiz hiçbir zaman bunun sıkıntısına dûçâr olmadı. Bütün ashâb-ı kirâm ve kıyâmete kadar gelecek bütün ümmet-i Muhammed onun evlâtları oldu.
Ayrıca çok ısrarlı isteklerin, bâzen neticesi bakımından çok zararlı olduğu da görülmüştür. Mesela anne-babalar bir evlatları olsun diye çok duâ ederler. Lakin Cenâb-ı Hak, ilâhî bir imtihan olarak kendilerine sakat bir evlât da verebilir. O takdirde de anne-babanın yapması gereken, o sakat yavrularına gösterecekleri şefkat ve merhamet dolayısıyla ilâhî ecre nâil olabilmektir.
Bu sebeple dâimâ Allâh’ın takdîrinden râzı olabilmek ve; “Yâ Rabbi! Sen’in, benim için takdir ettiğin, benim kendim için arzu ettiğimden muhakkak ki daha hayırlıdır, ben Senʼin takdîrine râzıyım.” diyebilmek lâzımdır. Bu da hiç şüphesiz ki bir îman alâmetidir.
Velhâsıl gaybı bilemediğimiz için, bâzı mahrumiyet gibi görünen şeylerin aslında bizim için ne büyük bir rahmet vesîlesi olabileceğini, aslâ hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
EVLÂT HAYIRLI MI HAYIRSIZ MI?
Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla bir evlât dünyaya getirdiğinde, anneler tebrik edilir, hediyeler verilir. Fakat bu, hayırlı evlât mı olacak, yoksa hayırsız mı, düşünülmez.
Âmâk-ı Hayal adlı eserinde Filibeli Ahmed Hilmi Efendi, bir kedi yavrusunun doğuşu sebebiyle şenlik yapmak isteyen Aynalı Baba’nın hâline şaşıran Râcî’ye verdiği cevabı şöyle hikâye eder:
“Şimdi sana desem ki; «Falan yerin kralının bir oğlu dünyaya gelmiş, halk şenlik yapıyor…», bu sözlere hiç şaşırmaz, hattâ gayet normal bulursun. Ama bir kez düşün:
İlk olarak, çocuğun yaşayıp yaşayamayacağı belli değil.
İkinci olarak, iyi bir adam olup olmayacağı da belli değil.
Üçüncü olarak, insan olduğu için iyiden çok kötüye yöneleceği çok güçlü bir ihtimal.
Dördüncü olarak, kral oğlu olduğu için kibirli, baskıcı, bencil ve biraz cahil olması da beklenir.
Şimdi bu sıfatlara sahip olan bir çocuk için şenlik yapılmasına ses çıkarılmazken, bir kedi yavrusunun dünyaya gelişi, iki kişinin de mi sevincine değmez?”
Demek ki anne-babalar için en mühim husus, evlâtlarının ilâhî bir emanet olduğunu hiçbir zaman unutmayıp, onları Cenâb-ı Hakk’a güzel bir kul olarak yetiştirmeye gayret sarf etmektir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şebnem Dergisi, 138. Sayı, Ağustos 2016