Allah’ın İstediği Kâmil İnsan Modeli
Cenâb-ı Hak, İslâm ile murâd ettiği kâmil insan modelini, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin şahsında sergilemiş, Oʼnu emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa armağan etmiştir. Dolayısıyla insanlığın kemâli, Efendimizʼe benzeyebildiği nisbettedir
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Ey menba-ı lûtf u cûd,[1]
Yerin makâm-ı Mahmûd,[2]
Yaratılmıştan maksûd,
Senʼsin yâ Rasûlâllah!
Cenâb-ı Hak;
وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ
“(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz ki Sen, yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurarak Oʼnun ahlâkını bizzat medh ü senâ etmiştir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de;
“Ben ancak mekârim-i ahlâkı (en yüce ahlâkı) tamamlamak için gönderildim.”[3] hadîs-i şerîfiyle, vazifesinin gâyesini beyan buyurmuştur.
Dolayısıyla bizler de Oʼnun yüce ahlâkını tefekkür edip kendi hâlimizi Oʼna yaklaştırmaya çalışmalıyız. Kendimizi âdeta nebevî ahlâk aynasında seyredip kusurlarımızı telâfîye ve hâlimizi ıslâha gayret göstermeliyiz.
Meselâ Hüdâyî Hazretleriʼnin ifadesiyle Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “menba-ı lûtf u cûd” yani “lûtuf ve cömertlik mâdeni”dir.
Hakîkaten Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yaşama zevkini bir kenara bırakmış, yaşatma sevdâsına gönül vermişti. Ümmetinin açlarını doyurmanın mânevî hazzıyla âdeta kendi açlığını unutuyordu. Verecek bir şey bulamadığında bazen borçlanıyor, yine de infak etmekten geri durmuyordu. Fakir düşmekten korkmaksızın, bilâkis sevinerek infak ediyordu.
Ayrıca O’nun lûtuf ve cömertliği, sadece maldan-mülkten yapılan fedakârlıklardan ibâret değildi. O, her türlü imkânı cömertlik için bir vesîle addediyordu.
O’nu örnek almakla mükellef olan bir müʼmin de, kendisine nasîb olan her türlü imkândan cömertçe infak etmelidir. Nasıl ki dînen zengin sayılan bir müʼmin, malının zekât ve sadakasını veriyorsa, meselâ ilim ve irfan sahibi bir müʼmin de, bunun zekât ve sadakasını, tebliğ ve irşad hizmetleriyle vermelidir.
ALLAH YOLUNDA CÖMERTÇE VE FEDAKÂRCA HİZMET ETMENİN ÖNEMİ
Yani müʼmin; canıyla, malıyla, vaktiyle, nakdiyle, kalemiyle, kelâmıyla, bedenî gücüyle, makam ve mevkii ile, çevresi üzerindeki tesir gücüyle, velhâsıl her türlü imkân ve kâbiliyetiyle, Allah yolunda cömertçe ve fedakârca hizmet etmelidir.
Bütün bu imkânları Allah için kullanmak nasıl ki cömertlik muktezâsı ise, bunun zıddı olan hâl ve davranışlar da cimrilik ve pintilik cümlesindendir.
Bu hususla ilgili olarak şu hadîs-i şerîf, gönüllerimize ne kadar da hassas bir ölçü telkin etmektedir:
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz bir seher vakti bir şey dikiyordu. İğnesini kaybetti. Kandil de sönüverdi. O esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz içeri girdi ve ev O’nun nûruyla aydınlanıverdi. Hazret-i Âişe de iğnesini buldu. Bunun üzerine:
“–Yâ Rasûlâllah, yüzünüz ne kadar da nurlu ve aydınlık!” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kıyâmet günü beni göremeyen kimseye yazıklar olsun!” buyurdu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“–O gün sizi kim göremez?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Cimri (göremez)!” buyurdu.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“–Cimri kimdir?” diye sorunca, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–İsmimi duyduğunda bana salevât getirmeyen kimse!” buyurdu.[4]
İşte cömertlik ve cimrilik bahsindeki bu nebevî bakış tarzını, diğer sâlih amellere de teşmil etmek mümkündür. Buna göre;
–İmkânı olduğu hâlde Allah için yapabileceği bir hayırdan mâzeretsiz olarak geri durmak da bir nevî cimriliktir.
–Sıhhati ve gücü yerindeyken nefsine uyarak kulluk gayretlerinden uzak kalmak da cimriliktir.
‒Hakkı ve hayrı söyleme mevkiinde bulunup da zulüm ve haksızlıklara karşı suskun kalmak da cimriliktir.
–Kâbiliyet ve istîdâdı varken, İslâmʼın intişârı yolundaki tebliğ ve irşad hizmetlerinden geri durmak da, büyük bir cimriliktir.
ALLÂH’IN SİZİ BAĞIŞLAMASINI VE CENNET’E KOYMASINI İSTEMEZ MİSİNİZ?
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiği şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından biri, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:
“–Keşke insanlardan ayrılıp şu vâdide otursam. Ama Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den izin almadan bunu aslâ yapmam.” dedi. Sonra arzusunu Efendimiz’e anlattı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Böyle bir şey yapma! Çünkü sizden birinin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha fazîletlidir.
Allâh’ın sizi bağışlamasını ve Cennet’e koymasını istemez misiniz? O hâlde Allah yolunda cihâda çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre bile olsa, Allah yolunda cihâd ederse, mutlaka Cennet’e girer.” buyurdu. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 17)
Düşünmeliyiz ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Allah yolundaki gayretlerinden hiçbir zaman yılmadı, yorulmadı dinlenmedi. “Ben tatildeyim, izinliyim, bir müddet bana gelmeyin…” demedi. Bilâkis, gayret ve fedakârlıklarla, bilhassa da hidâyetlere vesîle olarak Cehennemʼden insan kurtarmakla dinlenip huzur buldu.
Hâl böyleyken bir müʼmin, Allah yolundaki gayret ve fedakârlıklarını nasıl yeterli görebilir?! Âhireti için ebedî saâdet sermayesi hazırlama imkânı varken, nasıl bir kenara çekilip oturabilir?!.
Bizler de Peygamber Efendimiz’le âhirette beraber olmak istiyorsak, amellerimiz gibi, duygu, düşünce, endişe, gâye ve gündemlerimizi de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼinkiler ile aynı hâle getirmeye gayret göstermeliyiz.
Şu rivâyet, Hazret-i Âişe Vâlidemizʼin şahsında bütün ümmete ne kadar da mânidar bir ders vermektedir:
Âişe -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz buyuruyor ki:
“Bir gece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kaybettim. Hanımlarından birinin yanına gittiğini zannettim. Aramaya başladım, sonra dönüp geldim. Baktım ki O rükûda veya secdede şöyle diyordu:
سُبْحَانَكَ وَ بِحَمْدِكَ لَآ اِلٰهَ اِلّٰا اَنْتَ
«Allâhʼım, Senʼi bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, Sana hamd ederim. Senʼden başka ilâh yoktur.»
Dedim ki:
«–Babam, anam Sana fedâ olsun! Ben nelerle meşgulüm, sen nelerle?!.»” (Müslim, Salât, 221)
Bizler de hâlimizi bir düşünelim:
‒Allah Rasûlü’nün kalbinde ne vardı, bizim kalbimiz nelerle meşgul?
‒Efendimizʼin derdi-düşüncesi neydi, bizim derdimiz ne?
‒O, ömrü boyunca ne için gayret etti, biz nelerin peşinde koşuyoruz?..
Velhâsıl, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın buyurduğu;
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
“İlâhî mahkemede hesaba çekilmeden evvel, nefsinizi hesaba çekin!”[5] îkâzına kulak vererek, mânevî vaziyetimizi sık sık gözden geçirmeli, nebevî ahlâka göre hâlimizi mîzân etmeliyiz.]
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül dokusundan hisseler alarak, gücümüz nisbetinde Oʼnun hâliyle hâllenmeyi, ahlâkıyla ahlâklanmayı, Oʼna lâyık bir ümmet olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle nasip ve müyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Menba-ı lûtf u cûd: Lûtuf ve cömertlik mâdeni/kaynağı.
[2] Makâm-ı Mahmûd: Övgüye değer bir makam. (Bkz. el-İsrâ, 79) Gelmiş geçmiş bütün insanların gıpta ettiği, Peygamber Efendimizʼe mahsus olan, mahşer halkına şefaat etme makamı.
[3] Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8.
[4] Şemsüddîn Ebu’l-Hayr Muhammed bin Abdurrahman es-Sehâvî, el-Kavlü’l-Bedîʻ fi’s-Salâti ale’l-Habîbi’ş-Şefîʻ (Dâru’r-Reyyân li’t-Türâs, ts.), 153. Ayrıca bkz. Tirmizî, Deavât, 100.
[5] Tirmizî, Kıyâmet, 25.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2023 – Ekim, Sayı: 452